Fazilet Bektaş
Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı
Özet
Bu çalışma, uluslararası alan yazını için Gezi Parkı eylemlerini anlamak ve anlamlandırmak noktasında farklı disiplinlerin ışığında önemli bir perspektif sunmaktadır. İstanbul Taksim’de gerçekleşen Gezi Parkı Direnişi Türkiye için yeni toplumsal hareketlere örnek teşkil eden en önemli kolektif eylemlerden biri olarak kabul görülmektedir. Yeni toplumsal hareketlerin özünde sosyal ve kültürel kimlik inşa etme güdüsü yer almaktadır. Gezi Parkı Eylemi, sürecin başında parktaki ağaçların kesilip yerine AVM yapılmasına karşı çevreci bir eylem olarak görülürken daha sonra hükümete muhalif bütün legal ve illegal grupların birlikte hareket ederek hükümeti en nihayetinde istifaya zorlayan devrimsel nitelikli bir eyleme dönüşmüştür. İstanbul’da başlayan bu isyan hareketi Türkiye’nin neredeyse her şehrine sıçramış ve bu hareketin yansımaları hemen her şehrinde görülmüştür. Bu bağlamda Gezi Parkı Olayları; 2013 yılındaki en büyük etkiyi yapan süreçlerden biri olarak değerlendirilebilir. Bu süreç bir nevi domino etkisiyle gelecek yıllarda da etkisini sürdürmeye devam edecektir. Bu çalışmada, Gezi Parkı Olayları çok boyutlu bir eksende analiz edilerek, bu toplumsal hareketin nedenleri ve sonuçlarını açıklığa kavuşturmak amaçlanmıştır.
Anahtar kelimeler: Gezi Parkı Olayları, eylem, kolektif benlik, toplumsal hareket, sosyal bütünleşme
Giriş
İnsanlık tarihinden bu yana mevcudiyetini koruyan tüm ideolojilerin temel amacı; insanı, hayatı, doğayı ve evreni açıklama ve yorumlamak ve bu doğrultuda anlamlandırmaktır. Bu anlamlandırmayı yapabilmek için de referans alacağımız asıl kaynak elbette insan doğasıdır.
Çünkü insan doğası; hem rasyonalitenin ölçüsü olan aklı, hem de duyguların ve değerlerin vicdanda yoğrulduğu ahlakı kapsadığından referans ölçütü olarak etik kabul edilecek yegâne olgudur.
Ancak yaşadığımız bu dünyada tüm bu çeşitlilik ve çoğulculuk içinde insan doğasının aynı öze sahip olduğunu ve ortak bir paydada buluştuğunu iddia etmek sosyokültürel açıdan tartışmaya açık bir kapı bırakmak demektir. Nitekim bu paradigma homojen bir yaşam anlayışı ve fikir dünyası sunar. Ancak temel dinamik olarak kolektiflik ya da kolektif varlık, “ötekiliği” örtük olarak inşa ederek “öteki”nin varlığıyla ve anlamıyla kendi benliğini ve kimliğini kazanmaktadır. Bu benlik-ötekilik ekseninde; kültürel, siyasal, dini, milli, hukuksal vs. kimlikler ya da çeşitli “kimlik kodları” belirlenir. Böylelikle toplumda belirli kesimler belirginleşerek ve sonunda ayrışarak kutuplaştırılır. Benlik-ötekilik ilişkisinde ben, ötekiyi tanımlayarak ona birtakım kodlar atfeder. İşte bu durum ise toplumlarda “biz” ve “öteki” kutuplaşmasını gün yüzüne çıkarmaktadır. (2014:24). Bu iki paradigma perspektifinde Gezi Parkı Eylemleri’nin sosyopsikolojik ve ideolojik dünyası belli başlı noktalarda açıklığa kavuşturulabilir.
Sosyal Psikoloji Çerçevesinden Gezi’yi Anlamak
Sosyal bütünleşme, toplumdaki minör gruptaki “biz” duygusunun ve aidiyetinin majör gruptaki “biz” duygusuna evrilmesidir (Erkal, 2006: 276-277).
İnsanlar kendilerini başkalarıyla birlikte ortak bir paydaya ait olarak görmeye başladığında, henüz yabancı olduğu diğer grup üyelerini kendileri için daha yakın algılayabilmektedir (örn., Reicher ve Haslam, 2009). “Bizden” dediği ancak daha öncesinden henüz bilmediği kişilere karşı bir güven bağı geliştirerek; onların fikirlerini dikte etme olarak algılamamakta; adil davrandıklarını düşünmekte; onlara destek olmakta ve kendilerine de destek olacaklarını düşünmektedir. Hatta gündelik yaşamda korumaya çalıştığı mesafeden sıyrılarak tanımadığı kişilere oldukça sıcak, sevecen ve samimi bir şekilde davranmaktadır. Krizli durumlarda kendini korumaktan önce başkalarını gözetmeyi düşünebilmekte, başkalarının hakkına girmektense başkaları uğruna kendini tehlikeye atabilmektedir (örn., Drury, Cocking ve Reicher, 2009; Drury, Novelli ve Stott, 2013).
Ortak kimlik, ortak dünya görüşü ya da ortak bir paydada buluşanlar öncelikle; içinde bulunulan durumlarda benzer şekillerde tepki göstermekte ve benzer hedeflere yönelmektedir. Bu bağlamda, kendilerine ne yapmaları gerektiğini söyleyecek otoriter bir liderin olması da gerekmez. Grupta var olan birilerinin daha önce harekete geçmesi, kalabalıkları harekete geçirmektedir. Böyle bir denklemde, insanlar belirli kişilerin yaptıklarını örnekleyip takip ettiği için gruptaki bazı kişiler lider gibi görünmektedir. (bkz. Reicher, 2011).
Kolektif eylemler gerçekleştiği sırada süregelen sosyal dayanışma, gelecekte benzer eylemlerde yer alma motivasyonunu da oldukça beslemektedir (örn., Drury ve Reicher, 2005). Tüm bu süreç içerisinde meydana gelen sosyalleşme ise, belirli bir sosyal kategoriye daha derinden ait olmayı beraberinde getirmekte (bkz. Templeton, Drury ve Philippides, 2015); insanların uzun vadeli iyi-oluş hallerine önemli derecede etki etmektedir (bkz. Hopkins ve Reicher, 2015). Üstelik bu durum yalnızca eylemlerde aktif rol alanlar için değil, seyirciler için de geçerlidir (ayrıca bkz. Drury, Brown, González ve Miranda, 2015). Reicher’ ın (2011) ifadeleriyle özetleyecek olursak, kolektif eylem; politikayla neşeyi, ciddiyetle mizahı birleştirebilmekte; ve bunun sonucunda oluşan “karnavallaşmış” bir sokak politikası çok daha etkili olmaktadır.
Gezi Parkı Olaylarını siyaset ve toplum bilimi perspektifiyle görünüşte protesto içerikli bir apolitik hareket olarak tanımlamak mümkün (bkz. Çarkoğlu & Kalaycıoğlu, 2007).
Gezi Parkı Eylemleri’ne bu tanım ile birlikte Yayla’nın ifadesi olan karmaşık, okunması zor bir olaylar silsilesi de eklenince (2013e) Gezi’yi anlamanın tek bir boyuta indirgenemeyeceğini buradan hareketle Gezi’nin neden ve sonuçlarının çok boyutlu bir eksende ele alınması gerektiği anlaşılmaktadır. Gezi Parkı Eylemleri süresince birçok faktörün yer aldığı gerçeğinden yola çıkarak bu protestonun ya da isyanın derinliğindeki karmaşık ama bir o kadar da birbiriyle bağıntılı etmenler açıklığa kavuşturulmalıdır. Aksi takdirde Gezi Parkı Eylemleri çok daha yüzeysel bir düzeyde ele alınmış olur (Tuncel, 2014:7).
Gezi Parkı Eylemleri’nin gerçekleştiği zaman dilimi de oldukça önem arz etmektedir. Öyle ki, Gezi Eylemleri hem kendi bölgesinde hem dünya kamuoyunda artık söz sahibi olmaya başladığı anda yani tam da Türkiye’nin politik ve ekonomik açıdan güçlenmeye başladığı zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Bu; Gezi’nin zamanlamasının da farklı perspektiflerden ele alınmasının ne kadar kritik bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.
Kolektif eylemler ekseriyetle kültürel bir çatışma bağlamında ortaya çıkar. Bunlar; kişinin kişisel hayat tarzına sahip olma hakkı, özgün olma hakkı, gelecek olan her türlü risklere karşı bireysel korunma hakkı gibi. Bu bakış ile, yeni kolektif hareketlerle birlikte alenen ortaya konan iddialar, hem savunma amaçlı hem de önleyicidir. Bununla birlikte kamusal alanı düzenlemek ve demokratikleştirmek için de topluluk halinde bir uğraş vardır. Hem mücadeleye hem de savunmaya yönelik denge gelişirken konjonktürel şartlara bağlı olarak değişebilmektedir (Hannigan 2012: 255’den aktaran: Işık, 2013:20).
İsyan, Başkaldırı ve Direniş: Artık Yeter!
Araştırmacılara göre, isyana giden yolun en başında haksızlığın yer aldığı olgusu ile bir tutulsa da; bu yol farklı pek çok unsurun birbiriyle etkileşimini içine alan uzun ve karmaşık bir yoldur. Örneğin sosyal kesintiler, yaşam koşullarında gerileme – işsizlik, eğitim problemleri, ekonomik sıkıntılar gibi bir süredir maruz kalınanlar, ortak kimlik algısını, kolektif dayanışma duygusunu ve maruz kalınanların “gayri meşru” olduğu düşüncesini içten içe beslemektedir.
Algılanan haksızlığın ancak ve ancak aksiyon alarak önüne geçilebileceğine inanma, kolektif eylemin bir başka önemli bileşenlerindendir. Haksızlığa maruz kalmanın yanında, haksızlığa uğrayanların “hepimiz aynı gemideyiz” misali ortak bir kaderi paylaşıyor olduğu düşüncesi; ortak dertlere ve akabinde gelişen serzenişlere sahip olduğunu ve ortak düşmana karşı öfke duyduğunu düşünme, ortak bir kimliğin inşasını kurar ki bu da kolektif eyleme katılımın önemli bir diğer bileşenidir. Bu ortaklık algısı ise bireyler eyleme geçtiğinde başkalarının da harekete geçirerek aksiyon alacağı ve cesaretlendirerek destek vereceğine yönelik bir güven bağı kurulmasını sağlar. Diğer bir deyişle, mağduriyet yaşamak ve bunun sonucunda öfke duymak, kolektif eylemi harekete geçirmek için tek başına yeterli değildir; diğer bireylerin de mağdur, şikâyetçi ve öfkeli olduğu ve bu içsel motivasyonlarla eyleme geçeceği fark edilmelidir. Bu hareket gerçekleştiğinde, insanlar otoriter gücü sarsmak için kendini yeterince güçlü hissetmektedir, başka bir deyişle, kendine artık öz-güven duymaktadır (Reicher ve Stott, 2011).
Kolektif kimlik kendini var edebilmek için farklılıklara ve çeşitliliğe ihtiyaç duyar ve kendi varlığını oluşturabilmek için farklılığı ötekiliğe dönüştürerek (Connolly, 1995: 93) kendi özdeşlik alanını da beraberinde oluşturur. Farklılık ötekiliğe evrilirken iki ayrı kavram belirir: “Biz” ve “Onlar”. “Biz” ve “onlar” ayrımında onların hiçbiri “bizden” değildir. Eğer birey ya da toplum kendini “onlar” karşısına koyamazsa, kendi kimliğini anlamlandırma noktasında da zorluk yaşar. (Bauman, 2006: 65). Burada kolektif kimliğin tanımı gereği “öteki” ya da “kayda değer öteki”, yalnızca muhalif olarak değil aynı zamanda kimliğin inşasında kurucu unsur olarak da son derece işlevsel bir yere sahiptir (Yavuz, 2008: 39).
Bu kitle, belirli olaylar ve müdahaleler sonucunda çeşitli aşamalardan geçen dönüşümler geçirir (örn. Drury ve Reicher, 1999, 2009; Reicher, 1996; Stott ve Drury, 2000): İlk aşamada, psikolojik olarak farklı gruplar olmasına rağmen tek bir birlik vardır; Protestocuların bir kısmı daha radikaldir ancak çoğu kendilerini yasanın gözünde saygın vatandaşlar olarak görür. İkinci aşamada, güçlü dış grup kalabalığı tehlikeli bir varlık olarak algılar ve kalabalığı kontrol etmek için ona kendi gücünü dayatır. Bu güç kullanımı, kitle tarafından meşru gördüğü bir haktan mahrumiyet olarak değerlendirilir. Üçüncü aşamada, polis gücü karşısında geliştirilen ortak bir kader algısı ve ezilme duygusu, kalabalığı birleştirir; ılımlılar bile ortak kimliklerine atıfta bulunarak radikal eylem çağrılarını dinleyebilirler. Son aşamada, polisin protestocuların tehlikeli olduğu algısı güçlenir ve polis ile protestocular arasındaki gerilim tırmanır. Eylemler kalabalığın güçlenmesiyle sonuçlanır. Kalabalığın güçlenmesi, kendisini yetenekli olarak algılaması, eylemleriyle değişim yaratabileceğini düşünmesi, başka bir deyişle kendi gücüne olan güveninin artması anlamına gelir. Kalabalık ile polis arasındaki çatışmanın kademeli olarak ortaya çıkması ve bu aşamaların sonuçları, örneğin İngiltere’de Londra’nın Doğu Yakası’ndaki yol karşıtı kampanyalar üzerine yapılan çalışmalarda gösterilmiştir (Drury ve Reicher, 2000, 2005; Drury, Reicher ve Stott, 2003). Reicher (2004, 2011), ayaklanmaya yol açan olayları ve eylemlerin evrimini şu şekilde açıklamaktadır: Yol karşıtı kampanya başlangıçta ılımlı yerel protestocular ile daha radikal çevre aktivistleri arasında bölünmüştü. Gruplar arasındaki farklılıklar, polisin herkese eşit şiddet uygulaması ve protesto hakkının kullanılmasını engellemesiyle ortadan kalktı. Bu durum özellikle bölgede yaşayan insanlar için bir dizi değişikliğe yol açtı. Başlangıçta kendilerini demokratik haklarını kullanan özneler olarak görenler, polisin onları muhalif ve devlet karşıtı olarak konumlandırmasıyla daha muhalif kavramlarla kendilerini ifade etmeye ve devlet karşıtı pozisyonu kabul etmeye başladılar.
Fakat; ister mevcut hükümetin bireyin hakkı olan yaşam tarzına müdahale etmesi gerekçesi ile başlatılmış olsun, ister ise de eşgüdümlü ve organize edilip planlanmış bir hükümeti devirmek olsun Gezi Parkı ve beraberinde gelişen olaylar, toplumda neredeyse “kılıçlarını kınında tutan” kültürel kutuplaşmanın daha da sert bir hale gelmesine neden olmuştur.
Gezi Parkı protestocuları da hükümete karşı barışçıl bir şekilde protesto etmek yerine şiddet eylemlerine yöneldiler, bu da güvenlik güçlerinin kendilerini tehdit altında hissetmesine ve polisin ve devletin şiddet kullanmasının önünü açtı. Bu durum, şiddet ve ajitasyonun büyük etki yaratmasını sağlamış ve bir süre sonra protestolar dünya kamuoyunun gündemine gelerek popüler olmuştur (Sambur, 2013:183-184; Aktay, 2013:12; Kazdağlı, 2013:42).
İngiltere’deki protestocular da protestolar sırasında değerlerini ve yaşamsal amaçlarını yeniden tanımladılar. Böylece, daha önce hiçbir bağları olmayan diğer muhalif grupları, örneğin başka bir şehirde grevde olan madenciler gibi, ortak bir kategorinin üyeleri olarak algılamaya başladılar. Protestonun amacı, yerel toplumu ve köy meydanını korumaktan, hükümetin tüm yol yapım programına ve bunun halka dayatmasına karşı çıkmaya dönüştü. Başarı, köyü betonlaşmaktan korumaktan, insanları hükümete karşı harekete geçirmeye ve polisin meşruiyetini sorgulamaya doğru evrildi (kalabalık davranışı için ayrıca bkz. Reicher, 1987, 2001, 2004).
Gezi Parkı Protestosu, belirli bir çerçeve içinde küresel bir toplumsal hareketin uzantısı olarak da yorumlanabilir. The Economist dergisinin 29 Haziran sayısının kapağında 1848’de Avrupa’da, 1968’de Avrupa ve Amerika’da, 1989’da Doğu Bloku’nda ve son olarak 2013’te her yerde protesto gösterilerini temsil eden figürler yer alıyor. 2013 protestoları neredeyse kırk yıl süren bir küreselleşme sürecinin ardından geldiğinden, Gezi Olaylarını bu noktaya getiren hareketlerin uzun zamandır varlığını sürdürmesinin şaşırtıcı olmadığı bir gerçek.
Gezi hareketini özgün ve daha önce Türkiye’de karşılaşılmamış kılan ise bu hareketliliği dönüştüren ve farklı grupları bir araya getirerek yapısallaştıran bir duruş sergiliyor olmasının yanı sıra, katılımcıların orantısız bir polis ve devlet şiddeti ile karşı karşıya gelmesidir.
Sonuç
Gezi Parkı Olayları Türkiye’de demokratik yönden zayıflıkları ortaya koyarak, toplumda demokratik değerleri savunma motivasyonunun içsel gücünü, yaratıcılığını ve kapasitesini vurgulamak için de önemli ve özgün bir adım teşkil etmiştir. Ancak kurumsallaşamayan toplumsal hareketlerin dağılma riski taşıdığı da bu eylemde gün yüzüne çıkmıştır denebilir.
Yakın gelecekte kültürel ve yaşam tarzı çatışmalarına odaklanan bir politikanın değişmesini beklemek rasyonel bir tutum olmayacaktır. Bu nedenle, bu gibi beklentiler içinde olmak yerine bu politikanın çatışmacı ve şiddete yatkın doğasını hafifletecek adımlar atılmalıdır. Bu alanda atılacak ilk adım, toplumun genelinin çeşitli yönden – kültürel, sosyal, ekonomik vb. – farklılıkların ve farklı yaşam biçimlerinin demokrasinin tabiatında var olduğunu içselleştirmeye yönelten politikalar uygulamaktır.
Gençlik uygulamalarına maruz kalmış, politikacıların belirli niteliklere sahip bir “kuşak” yetiştirmeyi en önemli vazifelerden biri olarak gördüğü ve “gençlik” kavramsallaştırmasının tek tip karakterden oluşan bir kitleyi vurguladığı bir toplumda, bunun hiç de kolay olmayacağı gerçeği oldukça açıktır.
Gittikçe daha hızlı ilerlediğimiz kültürel çatışma siyasetinin toplumsal bir iç huzursuzluğa sebep olmasını önlemenin yolu, demokratikleşmenin farklılıkları pekiştirmesine öncü olacak sebepler oluşturmaktır. Bu, kültürlerarası savaş ve siyasetin bu temelde gerçekleşmesini engelleyemez; ancak bunun toplumsal bir çatışmaya dönüşmesini engeller. Mesele, tüm bireyleri etik anlayışımızda ve bu minvalde dünya görüşümüzde standartlaştırmak ve onu “ideal” olarak tanımlamaktır.
Bu durum; bu kriterleri karşılamayanların marjinalleştirileceği bireylerden oluşan bir toplum ve “gençlik” yaratmakla ilgili değildir. Amaç, -sözgelimi- Gezi Parkı’nda küpe takan ve gitar çalan Ahmet ile bu davranışların dine aykırı olduğunu düşünen Mehmet’i; başörtüsüyle üniversiteye giden Ayşe ile başörtüsünü kadınlığa müdahale olarak gören Fatma’nın farklı fikirlerde olsalar da birlikte anlayış ve hoşgorü içinde yaşayabilmesini sağlamaktır (Hanioglu, 2013b). Ancak bunu başarmak elbette ki kolay görünmemektedir.
Bu eylemler neticesinde çıkan kültürlerarası çatışmada, “sen veya bizden biri” veya “onlardan biri” psikolojisi çarpıcı bir şekilde keskinleşmiştir. Sarıbay (2014), bu mücadelenin postmodern kültürde içkin olan narsisizmle oldukça yakın bir temas içinde olduğunu dile getirir. Sosyolog Christopher Lasch, ünlü eseri Narsisizm Kültürü’nde, 20. Yüzyıl’daki en (21. yüzyılda da devam eden) önemli sosyolojik özelliğin, “ekonomik insan”ın yerini, burjuva bireyciliğinin son ürünü olan “psikolojik insan”ın almış olması olduğunu belirtir. Lasch’a göre, bu insan tipi toplumun her kesiminde “otoriterliğe” meydan okur ve “otoriter kişiliğin” kapitalizmin temelini oluşturan tek bir ekonomik insan tipi olmadığına dair kuvvetli bir isyanı beraberinde getirir.
Öyle ki, bu otorite karşıtlığı kaçınılmaz olarak narsisistik bir kişilik yapısını yayar; eleştirdiği ve çökmeye mahkûm ettiği bir sistem ve düzenin nihayetinde bir “kültürel devrim” gerektirdiğini düşünür. Kuşkusuz, böyle bir kişilik tipinin getirdiği duygu, aslında kendimizi içinde bulduğumuz çağdaş kültürel durumdan bağımsızdır.
Bu postmodern kültürel durum, herkesin hakikatinin önemli olduğu bir özelliğe sahiptir: Bu tür bir kültürden insan, şimdiye kadar birlikte düşünülemeyen izin verilen şeyleri yapmanın sözde meşruiyetini türetir; bazen narsisizm bazen de egoizm olarak. Narsisizm ve egoizm arasındaki salınımın nihai sonucu en sonunda yalnızlık olarak belirir (Sarıbay, 2013).
İnsanın bireysel ahlaki sorumluluktan kurtulma yolu açıktır ve bu yolda ilerlediği anda birey, kendisini toplumsal çevrenin çaresiz bir kurbanı olarak tanımlayan ideolojik bir maskeleme geliştirir – Birçok radikal eylemin gösterdiği gibi. – Tarihsel olarak, bu ideolojik yansıma, altın çağı andıran bir geçmişin nostaljisi ile renklendirilmiştir. Böylece, tatmin edilmediğine inandığımız toplumsal, ekonomik ve politik arzular kitlesel hale gelir. Kitlesel hale gelen yapılanma nedeniyle, protestolar demokratikleşmenin mecburi talebi olarak ifade edilir. Kalabalıktaki çeşitlilik, demokratik politik farklılık olarak görülür ve böylece kimliksizleşme maskelenir. Birey kendini kalabalıkla özdeş görmeye devam ettiği için, her kişi kalabalığın iradesini ve onun neden olduğu tiranlığı ve kendi iradesini reddeder. Bu anlamda kalabalık bireysel yalnızlığı telafi ederken ironik bir şekilde kalabalığın kendisi yalnızlaşır (Sarıbay, 2013).
Pek çok çeşitli faktörün etkisini içinde barındıran Gezi Parkı Eylemleri için en nihayetinde denilebilir ki; kompleks ve girift bir eylemler bütünüdür. Gezi’yi anlamak için Gezi’nin yapısı; yalnız tek bir açıdan değil, farklı boyutlarıyla değerlendirilmeyi zorunlu kılmaktadır. Ve tüm bu bilgilerin ışığında denilebilir ki; Gezi Parkı Direnişi, sosyolojik, ekonomik, politik ve psikolojik birçok faktörün rol oynadığı çok boyutlu incelenmesi gereken bir olgudur.
Yine de Gezi Parkı Direnişi’ni sosyopsikolojik bir yaklaşımla ele alan bu çalışmanın kolektif eylemi anlamaya katkı sunduğu da yadsınamaz.
Kaynakça
Aktay, Y. (2013). Gezi Örneğinde Organize İşler Sosyolojisi, Stratejik Düşünce:10-17. Aslan, S. (2016). Gezi Parkı Eylemlerinin Farklı Boyutlarıyla Bir Değerlendirmesi. Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 6(2), 153-178.
Bauman, Z. (2006) Sosyolojik Düşünmek, Çev. Abdullah Yılmaz, 5. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bayhan, V. (2014). Yeni toplumsal hareketler ve Gezi Parkı direnişi. Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 4(1), 23-58.
Connolly, W. E. (1995) Kimlik ve Farklılık, Çev. Ferma Lekesizalın, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Çarkoğlu, A. & Kalaycıoğlu, E. (2007). Turkish democracy today. London: I. B. Tauris.
Drury, J., Brown, R., González, R. ve Miranda, D. (2015). Emergent social identity and observing social support predict social support provided by survivors in a disaster: solidarity in the 2010 Chile earthquake. European Journal of Social Psychology, 46(2), 209-223.
Drury, J., Cocking, C. ve Reicher, S. D. (2009). The nature of collective resilience: Survivor reactions to the 2005 London Bombings. International Journal of Mass Emergencies and Disasters, 27(1), 66-95.
Drury, J., Novelli, D. ve Stott, C. (2013). Psychological disaster myths in the perception and management of mass emergencies. Journal of Applied Social Psychology, 43(11), 2259-2270.
Drury, J. ve Reicher, S. (2000). Collective action and psychological change: the emergence of new social identities. British Journal of Social Psychology, 39(4), 579-604.
Drury, J., Reicher, S. D. ve Stott, C. (2003). Transforming the boundaries of collective identity: From the local anti-road campaign to global resistance? Social Movement Studies, 2, 191–212.
Drury, J. ve Reicher, S. D. (2005). Explaining enduring empowerment: A comparative study of collective action and psychological outcomes. European Journal of Social Psychology, 35, 35–58.
Drury, J. ve Reicher, S. D. (2009). Collective psychological empowerment as a model of social change: Researching crowds and power. Journal of Social Issues, 65, 707–725.
Erkal, M. E. (2006) Sosyoloji (Toplumbilimi), 13. Baskı, İstanbul: Der Yay.
Gezici-Yalçın, M., & Uluğ, Ö. M. (2017). “Gezi, bardağı taşıran son damlaydı”: Sosyal psikolojik bir perspektifle Gezi Parkı isyanını anlamak. Türk Psikoloji Yazıları.
Hanioğlu, Şükrü (2013b): “Siyaset ve Kültürel Çatışma”, Sabah Gazetesi, 07 Temmuz 2013.
Hopkins, N. ve Reicher, S. D. (2015). The psychology of health and well-being in mass gatherings: A review and a research agenda. Journal of Epidemiology and Global Health, 6(2), 49-57.
Işık, Gülcan (2013): “ Yeni Toplumsal Hareketler ve Sanal Gerçeklik Boyutunda Gezi Parkı Eylemleri”, Selçuk İletişim, Journal Of Selcuk Communication, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi Cilt 8, Sayı 1, Temmuz 2013, Konya.
Kazdağlı, C. (2013). Gezi’nin Medyası; Medyanın Gezisi, Stratejik Düşünce:40-43.
Reicher, S. D. ve Haslam, S. A. (2009). Beyond help: A social psychology of social solidarity and social cohesion. In Snyder, M. ve Sturmer, S. (Eds.), The psychology of prosocical behaviour (s. 289-310). Oxford, UK: Wiley-Blackwell.
Reicher, S. D. (1987). Crowd behavior as social action. In J. C. Turner, M. A. Hogg, P. J. Oakes, S. D. Reicher ve M. S. Wetherell (Eds.), Rediscovering the social group: A self-categorization theory (pp. 171-202). Oxford, UK: Blackwell.
Reicher, S. D. (2001). The psychology of crowd dynamics. In M. Hogg ve S. Tindale (Eds.) Blackwell handbook of social psychology: Group processes (s. 182–208). Oxford, UK: Blackwell.
Reicher, S. D. (2004). The context of social identity: Domination, resistance and change, Political Psychology, 25(6), 921-45
Reicher, S. D. (2011). Psychology, domination and resistance. Europe’s Journal of Psychology, 7(2), 204-217.
Reicher, S. D. ve Stott, C. (2011). Mad mobs and Englishmen? Myths and realities of the 2011 riots. London: Constable & Robinson.
Sambur, B. (2013). Gezizm, Kolektivizm ve Anti-demokrasi, Liberal Düşünce, Yıl 18, Sayı 71:181-186.
Sarıbay, Ali Yaşar (2013): “Demokrasinin Yalnız Kalabalıkları”, #Diren Sosyoloji, (Editör: Ekrem Saltık), Kaldırım Yayınları, İstanbul.
Stott, C. ve Drury, J. (2000). Crowds context and identity: Dynamic categorization processes in the ‘poll tax riot’. Human Relations, 53(2), 247-273.
Templeton, A., Drury, J. ve Philippides, A. (2015). From mindless masses to small groups: Conceptualizing collective behavior in crowd modeling. Review of General Psychology, 19(3), 215-229.
Tuncel, G. (2014). Gezi Parkı Hadisesinin Anatomisi, Birey ve Toplum, Cilt 4, Sayı 7:7-22
Yavuz, H. (2008) Modernleşen Müslümanlar, Çev. Ahmet Yıldız, 2. Baskı, İstanbul: Kitap Yayınevi.