Klasik Faydacı Teori ile Rawls’un Adalet Teorisinin Karşılaştırması

Özet

Bu çalışmada, klasik faydacılığın adalete yaklaşımı ile Rawls’un hakkaniyet olarak adalet teorisi karşılaştırılmıştır. Klasik faydacılığın toplam faydayı maksimize edebilmek için gerektiğinde eşitlik ve adaleti göz ardı edebilmesine, bireyler arasında adaletsizliği pekiştirmesine, Rawls’un hakkaniyet olarak adalet teorisi ile birlikte getirmeye çalıştığı çözümler incelenmiştir. Araştırmada klasik faydacılığın günümüz adalet sorununu çözümlemede yetersiz kaldığı hatta bu sorunların oluşumuna temel oluşturduğu saptanırken, Rawls’un hakkaniyet olarak adalet teorisi ile klasik faydacılığın adalet sorununa teoride çözüm getirebildiği fakat varsayımlar üzerinden hareket edildiği için yetersiz kaldığı düşünülmüştür. Araştırmada nitel araştırma yöntemlerinden doküman/veri analizi metodu kullanılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Klasik faydacılık, Rawls, Adalet, Orijinal Pozisyon, Bilgisizlik Peçesi.

Abstract

In this study, the classical utilitarian approach to justice and Rawls’ theory of justice as fairness were compared. In order to maximize utility, classical utilitarianism can ignore justice and equality and it can reinforce injustice among individuals when necessary. Rawls’ solutions for these problems were examined. While it was determined in the research that classical utilitarianism was insufficient in solving today’s justice problem and even formed the basis for these problems, it was thought that Rawls’s theory of justice as fairness against classical utilitarianism could provide a solution to the problem of justice in theory, but it was insufficient because it was based on assumptions. In the research, the document/data analysis method, one of the qualitative research methods, was used. 

Keywords: Classical utilitarianism, Rawls, Justice, Original Position, Veil of Ignorance. 

Giriş

En temel anlamıyla adil olma durumu olarak ifade edebileceğimiz adalet kavramı, kendisine birçok dilde, toplumda ve de düşünürde farklı anlamlar bulmuştur. Antik Yunan filozoflarından başlayarak ahlak ve siyaset felsefesinin en önemli tartışma konularından birisi haline gelen adalet, sorgulanmaya başladığı dönemden günümüze kadar üzerinde uzlaşmaya varılamamış bir kavramdır. Bir toplumun sahip olması gereken en önemli değerin adalet olduğunu düşünürsek ve “Adil olan nedir?”, “Adil olanı kim belirler?” ve “Kime göre adildir?” gibi temel sorular üzerinden hareket edecek olursak, adil bir düzeni oluşturmada neden bir uzlaşıya kolayca varılamadığının tespiti de zor olmayacaktır.

Adalet ilkelerinin ne olduğuna karar vermek için bir masanın etrafında oturduğumuzu hayal edelim. Bu ilkeler, insanlar onları takip ettiğinde, mümkün olan en adil sistemi inşa edecek şekilde tasarlanmalıdır. Klasik faydacı düşünceye göre; bu ilkeler en büyük faydayı/zevki en büyük sayıda sağlayacak şekilde düzenlenmelidir (Rawls, 1971: 21-24). Klasik faydacı bir toplumda bireylerin, kurumların ve hükümet politikalarının toplam fayda eğiliminde olması beklenir. Bir eylem faydayı maksimize ediyorsa doğru, faydayı azaltıyorsa yanlış olarak kabul edilir (Rawls, 1971: 22). Ayrıca ortalama faydacılığın aksine klasik faydacılık; ortalamanın faydasıyla ilgilenmez, yani kişi başına düşen faydayı dikkate almaz (Rawls, 1971: 140). Bunun yerine, toplumu bir bütün olarak ele alır ve tüm insanların genel yarattığı sonuca bakar. Böylece klasik faydacılık perspektifinden baktığımızda; ne kadar çok insan, o kadar fazla fayda demektir.

Ancak sadece toplam faydayı hedeflemek adaletle ilgili sorunlara yol açabilmektedir. Yani bir eylem toplam faydayı maksimize etse bile, bir kişinin faydasını azaltabilir. Azınlık bir grubun mensubu olan bir birey düşünelim. Ardından, bu azınlık grubun toplam faydayı maksimize etmek için hükümet tarafından çeşitli politikalarla kısıtlandığını hayal edelim. Hükümet bunu yaparsa, klasik faydacılığa göre; toplamın faydası maksimize edildiği sürece herhangi bir sorun görünmez. Ancak bu durum toplumdaki azınlık mensupları için hiç de adil görünmemektedir.

Bireylerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesini gerektiren faydacılık, Rawls’a göre bir toplumdaki eşitsizlik ve adaletsizliğin temel kaynağıdır. Düzenli bir toplum için en uygun adalet arayışında olan Rawls, hakkaniyet için adalet teorisini ortaya koyar ve teorisini eşit hak ve özgürlükler üzerinden temellendirir. Rawls’un teorisine göre klasik faydacılıktan kaynaklanan adaletsizlik sorununu çözmek için ise bir düşünce deneyi kullanmamız gerekir (Rawls, 1971: 118). Bu deneye göre, bilgisizlik peçesi altında bulunan öznelerden -yani sosyal statülerinden, kültürlerinden, dinlerinden vb. soyutlanmış olan kişilerden- adil bir toplum sözleşmesi yazmaları dolayısıyla adalet ilkelerinin ne olduğu sorusuna cevap bulmaları istenir. Başlangıç durumundaki (orijinal pozisyondaki) bu özneler çıkarcı ve rasyoneldir, başkaları için gereksiz fedakarlıklar yapmazlar. Bununla birlikte, özneler hemen hemen aynı gereksinim ve çıkarlara sahiptirler (Aydın, 2015: 78-79; Gülcan, 2007: 88). Rawls’a göre, bilgisizlik peçesi altındaki ya da orijinal pozisyondaki bu özneler klasik faydacı ilkeleri seçmeyeceklerdir. Çünkü bu özneler başlangıçta sosyal konumlarını bilmediklerinden, toplumun toplam faydasını en üst düzeye çıkarmak için kullanılan/baskılanan bir azınlık grubun mensubu olmaları riski vardır. Rasyonel hiçbir insan bu tür bir azınlığın parçası olmak istemez. Bu sebeple özneler, klasik faydacı ilkeler yerine bireyler arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri sınırlayan eşit temel özgürlükler ilkesini direkt olarak seçeceklerdir (Gülcan, 2007: 90). Bu ilke sayesinde öncelik, toplumsal fayda değerlendirmesinin ve genel refahın ötesine taşınacaktır.

Bu çalışmada, klasik faydacı düşünce ile Rawls’un hakkaniyet olarak adalet teorisi karşılaştırılacaktır. Bu doğrultuda çalışmanın birinci bölümünde klasik faydacı düşünce üzerinde durularak, eşitlik ve adalet gibi temel sorunlara klasik faydacı düşüncenin yaklaşımı değerlendirilecektir. Çalışmanın ikinci bölümünde, klasik faydacılığın yol açtığı adaletsizlik ve eşitsizlik sorunlarına Rawls’un hakkaniyet olarak adalet teorisinin sunmuş olduğu çözümler üzerinde durulacaktır. Sonuç bölümünde ise klasik faydacılık ile Rawls’un teorisi karşılaştırılarak eleştirel bir değerlendirme yapılacaktır.

1. Klasik Faydacılık ve Adalet

Faydacılık, ortaya çıkışı bakımından ahlak felsefesiyle ilişkilendirilen bir gelenektir. Bu geleneğin en büyük temsilcileri ise Britanyalı düşünürler Jeremy Bentham ve John Stuart Mill’dir. En temel anlamda faydacılık, mutluluğu veya zevki getiren eylemleri ahlaken doğru olarak kabul edip mutsuzluk veya zarar getiren eylemleri kaçınılması gereken şeyler olarak görmektir (Mill, 1863: 5). Bir eylemin sonucundaki fayda/zarar hesaplaması, eylemin ahlaki niteliği için esastır. Diğer bir ifadeyle, faydacı etik kuram; davranışların doğru veya yanlış olmasını neden oldukları sonuçlara bakarak değerlendirir. Eylemin etik açıdan doğruluğu veya yanlışlığının o eylemin kendinde değeri ile ilgisi yoktur (Ekmekçi ve Arda, 2015). Bu noktada faydacı görüş, Kantçı deontolojik etik anlayışıyla çatışır. Kantçı görüşte ahlaki doğruluk veya yanlışlık eylemin bizzat kendisinde aranırken, faydacılar eylemin kendisinden ziyade sonucunda getirdiklerine odaklanır. Bu iki farklı yaklaşım, ortaya atıldıkları dönemden günümüze kadar ahlak felsefesindeki hararetli tartışmaların temel zeminini oluşturmuştur.

Ahlak felsefesindeki bu iki temel ve birbirine zıt görüşten biri olan faydacılığın sosyal, ekonomik ve politik kararlara uygulanış şekline baktığımızda, bu görüşün bir bütün olarak toplumun iyileştirilmesini amaçladığını söyleyebiliriz. Özellikle Bentham ve Mill’in formülize ettiği faydacı geleneğe yaslandığımızda bu durum daha açık hale gelir. Bu düşünürlere göre politikalar, toplumdaki en fazla faydayı en yüksek oranda sağlayacak şekilde tasarlanmalıdır. 

Bentham ve Mill’in ortaya attığı bu toplam fayda esaslı anlayışa klasik faydacılık denir. Klasik faydacılıktan sıyrılan ortalama faydacılık görüşünde ise toplam faydadan ziyade birim başına düşen fayda esastır. Yani ortalama faydacılık bireylerin tek tek faydalarını ve zararlarını gözetirken klasik faydacılık toplumu bir bütün olarak ele alır ve tüm insanların yarattığı genel sonuca bakar. Böylece, klasik faydacılık perspektifinden baktığımızda, ne kadar çok insan, o kadar fazla fayda demektir (Mill, 1863: 4-12).

Faydacı yaklaşımda ahlaki özne, fayda üreten davranışta bulunabilme kapasitesi olduğu için, eylemler ise, sonuç oluşturabildikleri için değerlidirler. Yani bir öznenin değeri onun fayda yaratma potansiyeline eşittir ve bir eylemin değeri de o eylemin sonucundaki fayda ile belirlenir. Faydacılar için adalet, toplam faydayı artırmak için kullanılan bir araçtır (Ekmekçi ve Arda, 2015). Bu aracın tanımı ise toplumsal net faydayı artırmak amacı ile oluşturulmuş yasaların uygulanmasıdır. Faydacılar bireylerin haklarını ise net faydayı artırmaya yönelik olarak tanımlanmış olup onlara başkaca bir kendinde değer atfetmezler. Bir hak, toplumsal faydayı artırıcı bir sonuç üretiyorsa bu hakkın bireylere tanınması etik açıdan gereklidir. Bu sonucu doğurmayan herhangi bir şey ise etik açıdan hak olarak talep edilemez ve tanınmaz.

Toplam faydayı esas almak ilk bakışta sorunsuz gibi görünse de klasik faydacılık görüşüne dayalı politikalar izlemek, toplumun genel yararı adına bireylerin tek tek haklarının ve özgürlüklerinin çiğnenmesi ihtimalini doğurur. Bir toplumdaki bireylerin ihtiyaçlarının ya da isteklerinin birbirlerinden farklı olabileceğini düşündüğümüzde, bir eylem toplam faydayı maksimize etse dahi bazıları için yarar sağlamayabilir. Bu durumda, toplam faydanın artmış olması bizim adalet hakkındaki şüphelerimizi gidermez. Başka bir deyişle, insanlara eşitler olarak davranmayan ve genelin çıkarı için bazı bireyleri/grupları göz ardı eden, onları araçsallaştıran bir sisteme adil bir sistem diyebilmek zordur.

Klasik faydacı kuramın hem adaleti bir araç olarak görmesi hem de adaletin tesisi konusunda bireylerin veya azınlıkların haklarının baskılanabilme ihtimali, bu kurama ilişkin eleştirileri tetiklemiştir. 19. yüzyılda temelleri atılan bu kuram sonrasında her ne kadar farklı yaklaşımlarla ele alınmış olsa da temelde hep fayda maksimizasyonu vardır ve kuramın özüne ilişkin eleştiriler o dönemden beri süregelmiştir. Bu yazının odağı olan isim John Rawls da bu faydacı kuram karşısında konumlanan önemli isimlerden biri olmuştur.

2. Hakkaniyet Olarak Adalet Teorisi

Adalet kavramının birçok dilde, toplumda ve filozofta farklı karşılıklar bulduğunu daha önce belirtmiştik. Adaletin John Rawls’taki karşılığına bakacak olursak ise sosyal kurumların sahip olması gereken en önemli erdemdir diye ifade edebiliriz. Rawls, toplumun bir kesimi ya da çoğunluğu için değil, bütünün refahı için eşit özgürlüğün sağlandığı bir adaletten bahseder. Kanunlar ve kurumlar bu adaleti sağlamada yetersiz ise toplum bu adalet sistemine sahip çıkmamalı, ne derecede olursa olsun adaletsizliğe asla göz yummamalıdır (Rawls, 2020: 32). Rawls’un açıkça karşısında durduğu bu sistem, faydacılık ilkesinin toplumlara dayatmış olduğu eşit ve adil olmayan adalet sistemidir. Faydacılık için toplam faydaya ulaşmak en önemli amaçtır ve bu faydayı sağlamak için bazı bireylerin hak ve özgürlüklerinin ihmal edilmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Rawls, faydacılığın toplumu bir bütün olarak ele alıp, bireylerin değil toplamın kazancını maksimize etmeye çalışmasına karşı çıkmıştır (Eryılmaz, 2020: 229-230).

Rawls’un faydacılığa karşı ortaya koymuş olduğu hakkaniyet olarak adalet teorisine geçmeden önce bu teorinin oluşumuna etki eden tarihi olaylara değinmekte fayda vardır. Rawls’un faydacılığı eleştirmesinin ve adalet teorisini ortaya koymasının tarihteki dört büyük olayla bağlantısı vardır. İlki kendisinin de katılmış olduğu ve dünya üzerinde büyük bir yıkıma sebep olan II. Dünya Savaşı’dır. İkincisi ise Rawls’un Harvard Üniversitesi’ndeyken, ABD’nin 1965’te Vietnam Savaşına katılmasıdır. Üniversitelerde hocaların belirlediği başarısız öğrencilerin zorunlu askerliğe alınması, zengin ailelerin çocuklarının ise haksız yere başarılı gösterilmesi nedeniyle Rawls bu durumun karşısında durmuştur. Bir diğer olay ise ABD ve SSCB önderliğindeki Soğuk Savaş’tır. Rawls kapitalizm ve komünizm arasında devam eden bu savaşa üçüncü bir yol arayışında olmuştur. Rawls’un eşitlikçi düşüncesine etki eden son olay ise ABD’de siyahlar ve beyazlar arasında devam eden ve siyahların beyazlar tarafından ikinci sınıf insan olarak görüldüğü etnik ayrımcılıktır. Anlaşıldığı üzere Rawls yaşanan tüm bu olaylar neticesinde eşitsizlik ve adaletsizliğin kaynağı olarak gördüğü faydacılığa karşın adalet teorisini inşa etmiştir (Eryılmaz, 2020: 228).

Hakkaniyet olarak adalet teorisi, Rawls’a göre benzerlerine Locke, Rousseau ve Kant’da rastladığımız toplum sözleşmeleri gibi gözükse de bir toplum sözleşmesi teorisi değildir. Rawls’un orijinal sözleşme olarak adlandırdığı bu sözleşme, diğer toplum sözleşmelerindeki gibi bireyin bir topluma ya da hükümet sistemine dahil olması gerekliliği üzerinden düşünülemez. Orijinal sözleşme ile varılmak istenen nokta toplumda adalet ilkelerinin inşa edilmesi ve bu ilkeler doğrultusunda sosyal işbirliğinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla orijinal sözleşme bir toplumda adaletin tesis edilmesinde araç görevindedir. Rawls’a göre toplumun düzeni için gereken diğer kurumlar ve kanunlar bu sözleşme esas alınarak düzenlenmelidir. Böylece kurulacak bir toplumda, toplumun kuruluş şartları, sosyal ilişkiler ve temel hak ve ödevler bu sözleşme ilkeleri doğrultusunda belirlenecektir (Rawls, 2020: 39-40). 

Hakkaniyet olarak adalet teorisinde, orijinal sözleşmede yer alacak adalet ilkelerinin belirlenmesi başlangıç durumu/orijinal pozisyondaki bireylere bağlıdır. Rawls’a göre orijinal pozisyon ya da başlangıç durumu, toplum sözleşmelerindeki doğa durumunu karşılamaktadır (Rawls, 2020: 40). Belirtmek gerekir ki orijinal pozisyon ile kastedilen tarihsel bir olgu değil, varsayımsal bir durumdur. Orijinal pozisyonda yer alan bireylerin rasyonel olmaları gerekmektedir. Orijinal pozisyondaki bu rasyonel bireylerin herhangi bir ilkesi ya da dünya görüşü yoktur (Aydın, 2015: 78). Toplumdaki konumlarına dair bir bilgiye sahip olmamakla da birlikte aynı zamanda birbirlerine karşı da önyargısızdırlar. Dolayısıyla adalet ilkeleri, orijinal pozisyonda bilgisizlik peçesi ardındaki rasyonel bireyler tarafından belirlenmektedir (Rawls, 2020: 41).

Bilgisizlik peçesi, rasyonel bireyin dili, dini, ırkı, cinsiyeti, statüsü vb. hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı varsayılan durumdur (Gülcan, 2007: 88). Rawls orijinal pozisyonda adil olan ilkeleri belirlemede bilgisizlik peçesini önemli bir araç olarak görür. Bilgisizlik peçesinin olmadığı durumda birey, dışsal etkilere açıktır. Dolayısıyla böyle bir durumda birey, duygularıyla hareket eder, ön yargılara kapılır ve kendi çıkarlarını gözetmekten geri durmaz. Bilgisizlik peçesinin işlevi, bu eğilimleri engelleyerek rasyonel bireyin objektif bir şekilde adil kararlar vermesini sağlamaktır (Aydın, 2015: 80). Böylece, toplumdaki konumu hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmayan, bilgisizlik peçesine bürünen rasyonel bireyler, adalet ilkeleri belirlenirken kendilerinin avantajı ya da dezavantajlarının ne olacaklarını bilmediklerinden bireysel çıkarları doğrultusunda hareket edemeyecekler, en adil olanı seçme taraftarı olacaklardır. Bireylerin kendi çıkarları hakkında fikir sahibi olmamaları, adalet ilkelerinin adil bir pazarlık süreci sonrasında belirlenmesini sağlayacaktır (Rawls, 2020: 41). Adalet ilkeleri belirlendikten sonra, bu ilkeler esas alınarak yapılan düzenleyici anlaşmalar ve sosyal kurum ve kurallar toplum üyelerinin tümüne eşit, özgür ve adil bir toplumda yaşadıklarını düşündürtüyorsa eğer bu başlangıçtaki pazarlığın adil olduğunun göstergesidir (Rawls, 2020: 42).

Rawls, orijinal pozisyonda bilgisizlik peçesi ardındaki rasyonel bireylerin adaletin ilkelerini açıkça belirlemesi gerektiğini vurgular. Belirlenen bu ilkeler, sosyal adaletin sağlanmasında ve sonrasında yapılacak düzenleyici anlaşmalar için temel oluşturacak niteliktedir (Rawls, 2020: 43). Rawls teorisinde, orijinal pozisyonda adaletin iki ilkesini tanımlar. Birinci ilke; toplumdaki her bireyin, en geniş kapsamlı özgürlük için eşit haklara sahip olmasıdır. İkinci ilke ise sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin giderilebilmesi için herkesin avantajı sağlanmalı ve yetki ve sorumluluk pozisyonları bütün bireylere açık olmalıdır. Sosyal adaletin ve işbirliğinin sağlanması bu iki ilkenin uygulanması ile ilişkilidir (Rawls, 2020: 90). 

Rawls’a göre istisnai durumlar haricinde birinci ilke ikinci ilkeye göre her zaman daha önceliklidir ve birinci ilkenin vurguladığı özgürlüğün kısıtlanabilmesi için diğer temel özgürlükler ile çatışması gerekir. İkinci ilke sosyal adaletin ve sosyal işbirliğinin sağlanması için refahın ve gelirin eşit dağılımı ile birlikte yetki ve sorumluluk pozisyonlarında her bireyin eşit hakka sahip olması gerektiğini ifade eder (Rawls, 2020: 90-91). Dolayısıyla birinci ilke temel hak ve özgürlüklerin güvencesine, ikinci ilke ise ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin düzenlenmesine yöneliktir.

Rawls’un adalet teorisinde özgürlüğün her zaman öncelikli bir konumu vardır. Faydacılıkta, bireyin ekonomik ve sosyal çıkarlarını maksimize etmek için gerektiğinde daha az özgürlüğü tercih etmesi ya da diğerlerinin hak ve özgürlüğünün kısıtlanabilmesi durumu Rawls’ta kabul görmez. Rawls’a göre orijinal pozisyondaki rasyonel bireyler, temel hak ve özgürlüklerine hakimse ve bunları etkin bir biçimde kullanabilme yetisine sahipse daha fazla ekonomik çıkar uğruna özgürlüklerini feda etmez (Rawls, 2020: 572). Özgürlüğün önceliğinin devam edebilmesi ise yine belirlenen adalet ilkeleri doğrultusunda düzenlenen bir toplumda eşitliğin sağlanmasıyla olanaklıdır (Rawls, 2020: 575). Öncesinde de belirttiğimiz gibi iyi düzenlenmiş bir toplumda eşit haklara sahip bireyler özgürlüklerinden sadece diğer temel özgürlükleri ile çatışması durumunda vazgeçebilirler.

Sonuç

Rawls’un adalet teorisini değerlendirmeye başladığımızda, aklımıza gelebilecek ilk problem onun önerdiği düşünce deneyinin adalet üzerine düşünmenin doğru yolu olup olamayacağı problemidir. Bu noktada, adaletin ilkelerini hayali bir sözleşmeden türetme arayışının bize olası getirilerini sorgulamamız gerekir. İlk olarak bu hayali sözleşmede adalet ilkelerini düşünmenin bize gerçek sözleşmelerin ahlaki sınırları hakkında fikir verebileceğini söylemeliyiz. Sözleşmelerin kendi başlarına yeterli ahlak araçları olduğunu söyleyemeyiz, yani bir sözleşmede taraflar arası karşılıklı rıza ile bir anlaşma yapılması bu sözleşmeyi adil kılmaz. Çünkü rıza olsa bile herhangi bir konuda bir tarafın diğer tarafa göre daha bilgili/kurnaz olması ve karşılıklı çıkar yerine kendi çıkarını gözetmesi ihtimali vardır. Yani daha bilgili/kurnaz olan taraf, faydacı bir yaklaşımla karşı tarafın rızasını alıp onu daha az bir çıkara ikna edebilir. Bu gibi bir problem sebebiyle sözleşmenin adil olup olmadığına karar verebilmemiz için sözleşmenin kendisinden ziyade farklı, bağımsız standartlara ihtiyacımız vardır. İşte bu noktada Rawls’un teorisi bize yardımcı olur. Orijinal pozisyonda olayları değerlendiren bir özne, tek başına karşılıklı rızanın bir sözleşmeyi adil kılmayacağını görür. Çünkü bir tarafın rızası diğer tarafın onu kandırmasıyla alınmış olabilir. Eğer faydacı ilkelerle hareket edip iki tarafın da kendi faydası için hareket etmesi gerektiğini savunsaydık, bu kandırmaya göz yumup sözleşmeyi adil bulabilirdik. Ancak Rawls’un teorisiyle birlikte artık bir sözleşmede karşılıklı rızanın ve çıkar arayışının olmasının adaleti garanti etmeyeceğini görürüz. Bu sözleşmeyi de herhangi bir sözleşme değil de toplumdaki düzeni sağlamak adına yapılacak adil bir sözleşme olarak düşündüğümüzde, bir tarafın diğer tarafı kandırmasını engellemek amacıyla iki tarafın haklarını/bilgi seviyelerini eşitlemeye çalışmamız gerekir. Rawls, eşit temel özgürlükler ilkesi ve sosyal ve ekonomik eşitlik ilkesi ile tam olarak bunu yapmaya çalışır (Sandel, 2012: 202-210). Bu bağlamda değerlendirdiğimizde ise Rawls’un teorisinin faydacılılık esaslı sözleşmelerdeki potansiyel adaletsizlik sorununa bir çözüm getirebildiğini söylemek mümkündür.

Rawls’un teorisinin değerlendirmesinde bir diğer önemli nokta bu teorinin faydacı kuramın aksine bireylerin özgürlüğüne yüksek bir değer atfetmesidir. Faydacı anlayışta adaletin toplam faydayı maksimize etmekte kullanılan bir araç olduğunu belirtmiştik. Buna göre, toplumdaki adaletin tesisi sırasında bireylerin özgürlüklerinin kısıtlanmasına faydacılar itiraz etmezler. Ancak Rawls’a göre özgürlük, adaletin tesisi için olmazsa olmazdır. Ona göre bireyler kendi olanaklarını ancak özgür bir toplumda gerçekleştirirler. Özgürlüğü bu şekilde bir düşünce deneyi fikriyle oturtmaya çalışması, Rawls’un teorisini bu bağlamda sağlam kılan bir özelliktir. Çünkü bireyler, her şey konusunda bilgisiz oldukları durumlarda kendilerini güvence altına almak isteyecekler, bunun için de temel özgürlüklere ihtiyaç duyacaklardır. Özgürlüğün temelini bu şekilde atmak mantıklı ve makul görünmektedir ve özgürlüğe verilen değer açısından Rawls’un teorisinin faydacılara karşı güçlü olduğunu söylemek gerekir.

Hülya Barlak

Yiğit Şenel 

Siyasi Düşünceler Tarihi Staj Programı

Kaynakça

Aydın, İ. (2015). Başlangıç Durumu, Bilgisizlik Peçesi: Rawls, Habermas Ve Sandel. Flsf Felsefe Ve Sosyal Bilimler Dergisi, (20), 75-94.

Ekmekçi, P. E., Arda, B. (2015). Temel Etik Kuramlar Açısından Adalet Ve Sağlık Hakkı Kavramlarının Değerlendirmesi [An Evaluation Of Justice And Right To Health Concepts In The Perspectives Of Ethical Theories]. Turkiye Klinikleri. Tip Etiği-Hukuku-Tarihi = Türkiye Klinikleri Journal Of Medical Ethics, Law, And History, 23(1), 6–21. 

Eryılmaz, E. (2020). John Rawls’un İnsaf Olarak Adalet Teorisi’nin Eleştirel Bir Değerlendirmesi. Flsf Felsefe Ve Sosyal Bilimler Dergisi, (30), 223-240.

Gülcan, N. Y. (2007). Rawls’un Doğruluk Olarak Adalet Teorisi. Kaygı. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, 8, 84-90. 

Mill, J. S. (1863) Utilitarianism. London, Parker, Son, And Bourn. [Web.] Retrieved From The Library Of Congress.

Rawls, J. (2020). Bir Adalet Teorisi. (Çev: Vedat Ahsen Coşar). Ankara: Phoenix.

Rawls, J. (1971). A Theory Of Justice. Revised Edition, Harvard University Press. 

Sandel, M. (2012). Adalet: Yapılması Gereken Doğru Şey Nedir? (Çev. Mehmet Kocaoğlu). 3. Baskı, Bigbang Yayınları.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Yapay Zeka Diplomasisi: AI Diplomasisinin Yükselen Çağı

The Emerging Age of AI Diplomacy To compete with China,...

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...