Kıbrıs’ta kimlik kavgası ile ekmek kavgası örtüşüyor… Halk kendi yolunu bulmak istiyor… Öyle ki kimlik arayışı zor ve onurlu bir kavgadır… Bir kere kavganın temelinde sömürgeciliğin yaratmış olduğu “modernleş (eme)miş” insan sorunu vardır… Kıbrıslıların Rumu olsun Türkü olsun aslında temel dönüşümü İngiliz sömürge döneminde yaşadılar… Bunu hem olumlu hem de olumsuz manada alabilirsiniz…
Bir sabah emperyalist bir dış güç alışılagelmiş şartların dışında asırlardır oradaki statükonun tepesine tek bir kurşun atmadan çıktığında doğabilecek bütün hasarlar da böyle başlamıştı. Henüz bu tahribatla hesaplaşılmamıştır. Kıbrıslıların kendileri açısından problemlerin başladığı kerte ne sömürge kavgası vermeye başladıklarında ne de bunu verenlere itiraz etmeye başladıklarındadır… Asıl travma İngiliz’in buradaki yönetimi otokton Kıbrıslıların kendi uhdelerine bırakmaya hazır olduğunu söylemeye başladığında ortaya çıkar. Kimse bana işte 1 Nisan 1955’te EOKA silaha sarıldıydı da biz de TMT olarak onlara karşı savaşmaya başladıydık demesin. Elbette bunlar olmuştu ve gerçekti. Hepimiz de hayatın gerçeklerini ders alarak öğrenmeliyiz… Lakin bu küçük resim esas olan makro resimdir…
Bu noktalarda tarihi karartma yaşadığımızı kimse inkar edemez… Yine tekrarlarsak uhdemize almaya başladığımız bazı yetkilerin (yani gücün) verdiği megalomaninin bizde yarattığı “çocukluk ve iktidarsızlık” halini aynı anda yaşamaya başlamasıdır işin vahim olan tarafı… İşte efendim milli mücadele şöyle başlamıştı, bize Rumlar bunu yapmıştı ve biz de şöyle direnmiştik… Evet bütün bunlar doğru olsa dahi bugünkü koşullarda bunun bir anlamı var mıdır? Bugünkü ekonomik, siyasi ve kültürel yabancılaşmanın karşılığı nedir? Ana soruyu sormaktan korkmamalıyız… Kıbrıslı Türkler evet Rumdan kalmış ganimeti yalayıp yuttuktan sonra başladık hayatın gerçekleriyle karşılaşmaya… Bu ruh hali içinde ilk olarak CHP ile MSP’nin koalisyon hükümetini kafaya aldık… Sonra 12 Eylül dönemindeki generalleri içimizdeki “Rumcular” olduğunu, NATO’ya karşı olduklarını anlatıp onların “anti-komünist” zaafiyetlerinden yararlanmasını bildik. Elbette bunu ben yapmadım. O günlerde Türkiye’de 12 Eylülcüler her taşın altından suçlu arayan ve insanları “böcek” gibi hapse tıkmayı marifet sayan bir ruh halindeydi. Öbür yanda ise 30 yıllık çözüm rüyasına yatanlara da aslında en büyük yanıtı 2004’te AKEL’den almamışlar mıydı? Bu sefer Rumların solcularını “kafaya alamadık”, değil mi?
Neyse Kıbrıs’a döndüğümüzde içerdeki TKP-CTP merkezli muhalefetin yükselişi, Denktaş ve UBP’yi tedirgin etmişti. Önlem alınması konusunda Ankara’daki darbeci generalllerle konu görüşülmüş ve KTFD Anayasasının değiştirilmesi karara bağlanmıştı. Öyle ki bu kararın temel hedefi Denktaş’ın 2 defayla sınırlı başkanlık hevesini “gademici” kılmak istenmiş olmasıydı. Bu şartlar altında evvelden de bağımsız devlet arayışı aşikar olan Denktaş KKTC’nin ilanıyla hem bu idealini hayata geçirmiş hem de kendisinin sona eren başkanlık süresini gademi kılmıştı… İşte Türkiye-KKTC ilişkilerinin öncesinde vergi dahi alınmaması konuşulan 1974 sürecinin ikinci evresi Kasım 1983’de KKTC ilanıyla başlamıştı. KKTC ilanından sonra Özal iktidara gelmişti. Özal’ın 1986’da ekonomik önlem paketi, Kıbrıslı Türkleri üretimden koparacak şekilde faal olan sanayi yerlerini bilcümle kapatmış ve eldeki tek alan kamuya memur istihdamı yolu açık bırakılmıştı… Bu arada 1990’lı yılların ikinci yarısında rahmetli Erbakan hocanın başbakanlığı döneminde Türkiye’de yasaklanan kumarhaneler KKTC’ye hızla akmış ve mevzilenmişti. Kumarhane cennetimiz böyle icat edilmişti. KKTC’nin finansal sistemi 2000’de meşhur banka kriziyle çökmüş ve yeniden dönemin Ecevit hükümetinden alınan destekle bu kriz de aşılmıştı… Öyle ama sistem bir kere çökmüştü… Kısacası insanların kayıpları telefi edilmiş ama KKTC’ye inanç zayıflamıştı…
Türkiye’deki AK parti hükümetinin gelişi, AB konusundaki açılımları derken bunlar hızla KKTC’ye de yansımıştı. O dönemde KKTC’de CTP-BG yükselişi başlamış ve Kıbrıs konusunun Güneyin AB üyeliğiyle çözüm umutları da paralel olarak pompalanmaya başlamıştı… Türkiye’nin Kıbrıs açılımı, KKTC’de yılların muhalefeti CTP-BG’nin arkasına çektiği halk desteğiyle çözüm söylemi ette kemiğe bürünmüştü.24 Nisan 2004 tarihindeki referandum meseleyi çözemediği gibi Rumlar bir hafta sonra AB üyeliğini elde etmişti. Sonrasında Türkiye’deki AK Parti hükümeti yaklaşık 3 yıl(2005-2008) KKTC’deki CTP-BG hükümetine ciddi meblağlarda finansal destek vermişti. Buna bir de emlak alanındaki vurgunları ekleyiniz. Kısacası İkinci Ganimet dönemine de böyle geçtik. Türkiye’den destekler denetime tabi tutulmadan ve tamamen özerk bir biçimde verilmekteydi… Bunları Radikal Gazetesi yazarlarından Prof. Dr. Güven Sak geçen gün yazdı. Sonunda verilen bu desteği CTP-BG hükümeti yıllarca eleştirdiği UBP hükümetleri gibi har vurup harman savurmuştu. Soyer hükümeti adeta üstüne “belemişti”. Bugünkü büyünen bütçe açıkları, artan kamu personeli, iflas halindeki kamu işletmelerinin tümü bu 2008’e kadar süren CTP-BG hükümetinin özerklik adı altındaki partizanlık ve buna benzer uygulamalarının bir ürünüydü. KTHY’yi batıran CTP-BG ise, kilidi de UBP hükümeti vurmuştu. İşte gerek yardım heyetinin karışma temayülü gerekse bütün bu önlemlerin hemen hepsi Çarşamba günkü eylemde en fazla bayrak sallayan CTP-BG yönetiminin eseridir… Evvel emirde CTP-BG’nin bu icraatları 2009 Nisan’ına kadar devam etmişti. Sonrası mı? Soyer kaçacak delik aramıştı… CTP’li bir bürokrat arkadaşımın deyimiyle kaçmasaydık halk bizi linç edecekti Saray Önü’nde…
Şimdilerde hükümet olan UBP ise seçim döneminde içerdeki enkazdan habersiz ve neyle karşılaşacağını düşünmeden vaatler vermişti. İşte bu koşullarda UBP bugün CTP-BG’nin enkazı üzerinden birşeyler yapmak istiyor. UBP hükümetinin de hem psikolojik hem de politik düzeyde ciddi hatalar yaptığını kimse inkâr etmiyor… Lakin Toplumsal varoluş dediğimiz şeyin de eğer önünde ona sebep olanlar koşarsa burda bir yanlışlık yok mu sizce değerli sendika liderleri? Buna lütfen dikkat ediniz… Bu partilerin liderlerinden hiçbir özeleştiri almadan kürsülere çıkarıp alkışlatıyorsunuz. Bunları sen iyi siz tanırsınız… Tek dertleri Saltanat… Biliyorum protesto edemezsiniz ama en azından alkışlatmazsınız da… Ayıp oluyor…
Doç. Dr. Mehmet Hasgüler