Kıbrıs’ta Neler Oluyor?

Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın’la yaptığı söyleşinin ilk bölümüdür:

AFASAM Avrupa Birliği Bakanı ve Baş müzakareci Egemen Bağış’ın “Gerekirse Kıbrıs’ı Türkiye’ye bağlarız” açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu söylem Türkiye’de ve Kıbrıs Türklerinde nasıl karşılandı? Kıbrıs Türklerinin bu söylemden sonra bakış açılarında bir değişme oldu mu sizce? 

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Egemen Bağış’ın açıklaması, gerçekten de çok ciddi ve bir yanıyla riskli bir yanıyla büyük bir sorumluluk doğuran bir yanıyla da “eh nihayet!” olarak tanımlanabilecek bir açıklamaydı. Ancak biliyoruz ki bu açıklama, öncesinde ve sonrasında bazı adımları da gerektirir. Bu adımların atıldığına ilişkin herhangi bir emareden bahsetmek şimdilik mümkün değil. Kesin olan ise bu güne dek Türk tarafı aleyhine işleyen sürecin bundan sonra lehe dönüştürülmesi açısından önemli bir fırsat döneminin söz konusu olduğudur. Sırasıyla gidilirse bu açıklama bir ilhak anlamına gelmektedir. İlhak için uygun bir zeminin Kıbrıs’ta oluşturulduğu söylenemez.

Türkiye’nin Kıbrıs politikası bu anlamda soru işaretleriyle dolu ve dışarıdan bakıldığında 1974 Mutlu Barış Harekatı’ndan sonra Türkiye, Kıbrıs’ta ne yapmak istediğini bilemiyor izlenimi oluşmaktadır. Uluslararası konferansların kulis arkalarında hep şöyle sözler duyarız: “Tamam Türkiye’yi destekleyelim ama ne istiyorsunuz; KKTC ilan edildi ama birleşmek üzere ilan edildiği açıklandı.” Dolayısıyla esasen uluslararası konjonktür KKTC’nin ayrı bir devlet olarak tanınması için uygun bir dönemde ancak açıkça söylemek gerekirse en son dönem açısından 2003’den bu yana hem KKTC’den yükselen ses özellikle Batı’ya “Türkler Rumlarla aynı devlet çatısı altında yaşamak istiyor” şeklinde lanse ediliyor hem de Türkiye açıkça birleşmeyi desteklediğini deklare ediyor.

Şunu söylemek istiyorum, yaklaşık son 10 yıldır birleşmeyi zorlayan yeni bir uluslararası baskının bir parçası olmayı tercih eden Türkiye’nin bir anda “ilhak” seçeneğini gündeme getirmesi çok da “tutarlı” algılanmayacaktır. Ancak zaten Egemen Bağış ilhak seçeneğini, iki liderin uzlaşarak birleşeceği, uzlaşarak ayrılacağı ve iki devlet formülüne gidebileceği gibi iki seçeneğin yanında üçüncü bir opsiyon olarak kullanmıştır. Hatta açıklamasında “gönlümüzden geçen budur” ifadesiyle Ankara’nın tercihinin ve hedefinin iki devletin tek bir çatı altında birleşmesi, olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenle de 10 yıllık yeni Kıbrıs yaklaşımında önemli bir değişim olmadığı ortadadır. Ancak aynı zamanda hükümet temsilcilerinin çeşitli zamanlarda Temmuz’a dek çözümün bulunmaması durumunda Türkiye’nin müzakerelerin belirsiz bir zaman takvimiyle sonsuza dek sürmesine izin vermeyeceği ve B Planı’nı devreye sokacağı açıklamaları, bana kalırsa sözünün arkasında durmayı gerektirecek ciddiyette yapılmıştır. Bu nedenle Bağış’ın açıklamasının üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen Türkiye’nin milad olarak belirlediği Temmuz ayına ulaşılmış olduğuna göre o gün ifade edilen tüm seçeneklerin artık masada sayılamayacağını –çünkü teorik olarak liderlerin uzlaşması beklentisi artık söz konusu değildir ve müzakerelere Türkiye’nin tanıdığı süre sona ermiştir- ancak ilhak seçeneğinin tartışılabilir olduğunu kabul etmek gerekir.

Türkiye’de açıklamaya tepki gösterenler liberal kesimde genel olarak Bağış’ın sözleri nedeniyle AB ile işlerin biraz daha zora gireceği yönündeydi. Daha milliyetçi olarak tarif edebileceğimiz kesimin de açıklamaya şüpheyle yaklaştığını söyleyebiliriz. Ancak gerçek anlamda tartışılmadığını, biraz duymazdan gelindiğini, açıklamayı tamamlayıcı adımların beklendiğini, bir yalanma ya da düzeltme geleceğinin düşünüldüğünü ifade edebiliriz. Ancak açıklamanın tamamı zaten düzgün bir şekilde tüm seçeneklerin mümkün olabileceğini ifade etmekteydi ve Türkiye’nin bu seçeneklere eşit mesafede olmaktan ziyade “birleşme” formülüne yakın olduğunu belirtmekteydi. Ancak basında ilk defa bir yetkilinin ağzından yüksek sesle ifade edilmiş olması nedeniyle “ilhak” seçeneği ön plana çıkarıldı. Bu nedenle düzeltme yapılması gerekli olmayan bir açıklamada “seçmeli” ancak kısa bir tartışma söz konusu olmuştu. KKTC’de de aynı şekilde kısa ve şüpheli bir dalgalanma yarattığı ancak yine şüpheyle yaklaşıldığını gözlemledik. Kimilerinin “ilhak” projesinin zaten Milli Selamet Partisi’nin ajandasında bulunan bir plan olduğunu ve yine aynı tabandan sayılabilecek biri tarafından yeniden gündeme getirildiğini söylediklerini gördük, kimilerinin açıklamanın diğer noktalarına odaklandığını, kimilerinin ise “neden gerçekleşemeyeceğini” açıklamaya giriştiğini gördük. Bazı kesimler, açıklamanın Kıbrıslı Türkleri gerçek anlamda ilgilendiren bir yanı olmadığını ve müzakere sürecini hızlandırmak gayesiyle Rumları harekete geçirmek için bir nevi “sünnetçi korkutması” olduğunu ve gerçek niyeti ifade etmediğini dile getirdi. Kimilerine göre ise Kıbrıs raporunu hazırlamakta olan Ban Ki Moon’a bir mesaj gayesi güdülmekteydi. Ancak genel olarak bu seçeneğe ve yaklaşıma mesafeli durulduğunu söyleyebiliriz. Gerek Türkiye’de gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bu açıklama üzerine tartışmalar çok da uzamamış ve sanki bıçakla kesilmiş gibi aniden durmuştur. Asıl önemli konu olan bu görüşün Egemen Bağış’ın kişisel görüşü mü yoksa Türkiye Hükümeti’nin üzerinde düşündüğü bir formül mü olduğu ve KKTC liderleriyle istişare edilip edilmediği gibi noktalar ise muallak kalmıştır.

Bunun ötesini tarif edebilmek için bazı analizleri gündeme getirmek gerekir. Öncelikle 1974 sonrasında hiçbir dönemde Kıbrıslı Türklerin ilhak projesi için hazırlanmadığını, hep “en iyi ihtimal” olarak tanınmanın gündemde tutulduğunu ancak yıllar içerisinde bir nevi “öğrenilmiş çaresizlik” tutumunun halkın ruhuna işlediğini ve tanınmaya dair ümitlerin her geçen yıl azaldığını söylemek mümkün. Dolayısıyla ilhak seçeneğine ilişkin zemin uluslararası kamuoyunda olduğu gibi Kıbrıslı Türkler arasında da yaratılmamıştır. Bu anlamda bir örnek kabilinde –arkasında her ne kadar farklı nedenler de bulunuyorsa da- trafikteki İngiliz sisteminin değiştirilmemesi, elektrik anahtarlarının hala İngiliz tipi üç girişli üretilmesi ve yeni binalarda da bu sistemin kullanılması, Post Office ibaresinin dahi değiştirilmemesini sayabiliriz. Yani eğer bir ilhak projesi gündemde ya da hiç değilse sumen altında tutuluyor olsaydı, eski dönemin bittiğini ve yeni dönemin vazgeçilmez olduğunu vurgulayacak ve ufak ayrıntılarda Türkiye ile aynılaştıracak değişikliklere gidilmesi bir yöntem olarak düşünülebilirdi. Bu ne rahmetli Denktaş dahil herhangi bir Kıbrıs lideri tarafından gerçekleştirilmiştir ne de Türkiye’deki yönetim tarafından herhangi bir dönemde istenilmiştir. Önemsiz bir ayrıntı gibi durmaktaysa da bana kalırsa önemli bir psikolojik unsurdur.

Kıbrıs Türkleri her daim kaderlerini Türkiye ile bir tutmuştur ancak aynı zamanda Rumlardan tamamen farklı oldukları bilinçlerini korurken Türkiye ile aynılaşmaktan da bir şekilde endişe duymuşlardır. Bunda pek çok etken söz konusu olabilir ama özellikle Türkiye’den oraya ilk yerleştirilen ya da yerleşen kesimlerin arasında düşük eğitim ve suça meyilli olmak gibi özellikler etkili olmuştur. Algılardan yola çıkarsak Türkiye’nin istemediği, bu nedenle çok da iyi olmayan kişilerin Kıbrıs’a gönderildiğine ilişkin bir düşünce belirleyici olmuştur. Bunun haricinde ada insanı olmanın getirdiği bir dış etkenlerden ve değiştirilmekten korunma, kendi kimliğini koruma gibi faktörler ve burada tamamının analizi mümkün olmayan farklı sebepler de bulunmaktadır. Ancak bu noktada “ilhak” seçeneğini olumsuz karşılayan ve istemeyen kesim dediğimizde, yerli Kıbrıslı Türkler ile 1974 sonrasında Ada’ya yerleşen ve artık “Kıbrıslı” olan Türklerin birbirine eşit oranda bu kesim içerisinde yer aldığını vurgulamak gerekir. Tıpkı Annan Planı referandumunda esasen Ada’dan atılacak ve asla “-Birleşik- Kıbrıs Cumhuriyeti” vatandaşı yapılmayacak olmalarına rağmen 1974 sonrası yerleşen Türklerin daha yüksek oranda “evet”i oylaması gibi bir durum söz konusudur. Bu nedenle de “ilhak” seçeneğini hayata geçirecek bir kitleden neden bahsedilemeyeceğini izah edebilmek için çok daha derinlikli sosyolojik ve psikolojik analizlerin siyasi analizleri desteklemesi gerekir. Yine konuyu netleştirmek adına belirtmek gerekir ki, Türkiye’yi her koşulda tek seçenek ve vazgeçilmez hami olarak gören ve Türkiye’ye canı gönülden bağlı olan kesimler için dahi –ki bu kesimin oranı UBP, DP ve birkaç küçük partinin oy toplamına eşit sayılabilir ve bu da bu partilerin en kötü günlerinde yine de yüzde 55’i aşar- ayrı bir devlet olarak “tanınma”, ilhak’tan yeğdir. Son dönemde Türkiye’deki hükümetten gelen Kıbrıs Türklerini tabiri caizse aşağılayan ifadelerin de bu tercihe yönelecek olanların oranını arttırdığı kesindir.  

İlhak seçeneğinden bahsedip de uluslararası hukuktaki yerinden bahsetmemek olmaz. Bu noktada öncelikle belirtilmesi gereken Garantörlük Anlaşması’nın Türkiye’yi Kıbrıslı Türklere karşı değil esasen -lafzi okumada- Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamını sağlamak konusunda yükümlendirdiğidir. Bunun anlamı Türkiye’nin Garantörlük Hakkı ile elde ettiği yeni bir düzen kurma hakkı değil, Londra ve Zürih Anlaşmaları’nın yarattığı devletin ayakta kalmasını sağlama yükümlülüğüdür. BU anlamda Türkiye’nin “ilhak”tan bahsetmesi, Garantörlük Hakkı’nı zedeleyen bir yaklaşımdır ve zaten Garantörlük Hakkı’nın tamamen kaldırılmasını ön koşul olarak dayatan Rum Kesimi’nin ekmeğine de yağ sürmektedir. Ancak hemen belirtilmeli ki bir anlamda İsmet İnönü’nün ifade ettiği “Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır” sözündeki gibi bir dönem söz konusudur ve bu nedenle zaten Türkiye’nin üye olmadığı bir birliğe Rumların girmesiyle, İsrail’le petrol aramasıyla, Fransa’ya üs sözü vermesiyle, Doğu Akdeniz ülkeleriyle imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarıyla ve en başında Türklere dönük delilli soykırım girişimiyle delik deşik yapılmış Londra ve Zürih Anlaşmalarından doğan yükümlülüklerin de askıya alınabileceğini düşünmek mümkün. Burada ise Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın devreye girmesi zaten her koşulda kaçınılmazdır ve bu anlamda KKTC’deki zeminin “ilhak” sonucuna hazır olmaması, bu seçeneği devre dışı bırakacaktır.

Eklemek isterim ki, ayrı bir devlet olarak tanınma için gereken her türlü girişimin, isteniyorsa ilhak için koşulların ve en önemlisi bunları hayata geçirmek adına Kendi Kaderini Tayin Hakkı referandumunun Kıbrıslı Türklerce yapılması, kesinlikle daha etkili sonuçlar getirecektir. Uluslararası hukukun her zaman adil işlemeyen açmazlarına takılmamak adına Türkiye’nin de tercihini bu yönde kullanması akıllıca olacaktır. Tıpkı Kosova-Arnavutluk ilişkisi gibi bir ilişkiden bahsediyorum ve Türkiye’nin bu adımları Kıbrıslı Türklerin kendilerine bırakmasının ya da en azından böyle bir izlenimin yaratılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Nitekim Kıbrıs’ta bunun savaşını vermeye hazır ancak Türkiye’yi çiğnemek istemeyen ve Türkiye’nin –kendilerince- anlaşılmayan planlarını sekteye uğratmak istemeyen ciddi bir kesimin var olduğu da kesindir.

Jack Straw’ın Bağış’ın açıklamasından bir gün önce “Herhangi bir ilerleme yokluğunda uluslararası toplum adada kuzey ve güney olarak bölünmeyi desteklemeli” yönündeki sözleri de mutlaka bir anlam dahilinde dikkate alınmalı. Ancak bu açıklamalarda Rumları müzakereye zorlama niyetinin bulunma ihtimali de göz ardı edilmemeli. Ancak açıklamaların gerçek niyet ve hedefi her ne olursa olsun gelinen noktada özellikle uluslararası konjonktürün yeni şekillenmesinin KKTC’nin tanınmasını kolaylaştıran pek çok faktörü içerdiğinin de unutulmaması gerektiğini vurgulamak isterim. Her türlü seçenek için ise esas olan iradedir. Bu irade de kuşkusuz Kıbrıslı Türklerin iradesi olacaktır. Ancak açıklamayı bütünlüklü değerlendirmek gerekirse Türkiye’nin şu anda ilhak seçeneği gibi bir alternatif üzerinde çalışmadığı kanısındayım. Ankara’nın B Planı’nı devreye soktuğunu söylemek için de henüz erken ancak kesin olan birleşmenin gerçekleşmediği noktada Türkiye’nin “devlet politikası” olarak tercih edeceği yön, KKTC’nin varlığını -belki Kuzey Kıbrıs gibi yeni bir isimle- pekiştirmek olacaktır.

AFASAM: Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde Kıbrıs çok önemli bir konumda yer almıştır. Size göre son dönem Türk Dış Politikasını göz önüne alarak değerlendirdiğimizde bundan sonraki süreçte dış politikada Kıbrısın yeri nasıl bir konumda olacaktır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Türkiye’nin AB üyelik sürecinde Kıbrıs’ın önemli bir yeri olduğu bir aldatmacaydı. Bugün zaten anlaşılıyor ki Türkiye’nin AB politikası da aslında üye yapılmayacağının bilinciyle Batı’dan kopmadan ve Gümrük Birliği Anlaşması’ndan doğan ancak alınamayan hakları mümkün mertebe işler kılmak noktasındadır. Kıbrıs’In bu konuda bir bahane olduğu o dönemde de çok yazılıp-çizilmişti ve ben Kıbrıs meselesinin AB’nin istekleri doğrultusunda çözüldüğünde Türkiye’nin AB üyelik sürecinin kolaylaşacağına inandığını söyleyenlerin o dönemde de bunun hiç de böyle olmadığını bildiğini düşünüyorum. Hani gerçekten buna inanıyorlardıysa da şimdi Almanya ve Fransa’nın tavrı başta olmak üzere işin hiç de öyle olmadığını ispatlayan pek çok delille artık “bahane” sözcüğünün anlamını öğrendikleri kesin.

AB ile ilişkiler zaten uzun süre önce dondu ve canlandırmak da faydasız gibi görünüyor. Kesin olan Kıbrıs’ın gerçek bir engel olmadığı. Türk Dış Politikası’nın ise Orta Doğu’ya ve özel olarak Suriye’ye odaklandığını gözlemlemek mümkün. Ancak Kıbrıs’ın yeni dönemde önemsizleştiğini söylemek imkansız. Aksine Kıbrıs bu politikaların ağırlık noktasıdır. Çünkü Suriye meselesi de dahil olmak üzere Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Doğu Akdeniz egemenlik paylaşımı savaşının payı reddedilemez. Kıbrıs devreden çıkması ise Türkiye’nin Doğu Akdeniz egemenlik mücadelesinde önemli bir dayanağının ayağının altından çekilmesi demektir. Daha açık bir ifadeyle Doğu Akdeniz’de istikrarı hedefliyorsak ve özellikle deniz egemenlik haklarımızı heba etmek istemiyorsak Birleşik Kıbrıs için müzakereleri zorlamanın bir mantığı bulunmuyor. Özellikle 2003’de tırmandırılan ve destekleyenlerce de eleştirenlerce de zaman zaman “ver-kurtul” ibaresiyle özetlenen Kıbrıs/KKTC yaklaşımı bugünün koşullarına son derece uyumsuz görünüyor. Aynı şekilde, aynı dönemde Mehmet Ali Talat’ın dillendirdiği “Kıbrıs’ın hiçbir stratejik önemi yok” ifadesinin yanlışlığı da anlamamakta en çok direnenlerce de artık net şekilde görülüyor.

Vurgulamak isterim ki Kıbrıs, çevresinde petrol ve doğalgaz yatakları bulunmasaydı da Türkiye için önemlidir. Ancak bugün sadece enerji kaynakları bakımından değil Orta Doğu’nun yeniden şekillendirilmesi ve Doğu Akdeniz paylaşımı savaşında “en uzun sahildar devlet olan Türkiye’nin” denize çıkışının baki kalması bakımından da Kıbrıs’taki Türk varlığının önemi açıktır. Türkiye gibi “bölgesel güç” olduğundan bahsedilen bir devletin öncelikle deniz egemenlik sahalarındaki haklarını koruyabilmesi beklenir ve bu da KKTC’nin kaderi ile son derece ilişkilidir. Ankara’nın da bunun bilincinde olduğu kesin. Gerek petrol dolum tesisleri inşası gerek açılan iki adet petrol kuyusu gerek Kıbrıs-Türkiye arasındaki sahada yapılan sismik çalışmalar gerekse de Başbakan Erdoğan’ın 2011’deki Mutlu Barış Harekatı kutlamaları için yaptığı KKTC ziyaretinde ifade ettiği “Bundan sonra Karpaz, Güzelyurt ve Maraş”ın verilmesi söz konusu değildir, o Annan Planı’nda kaldı” açıklaması ve bu açıklamanın gerçek ve samimi bir ifade olduğunu ispatlarcasına Güzelyurt ve Karpaz’da yapılan yatırımlar ve Maraş’taki Türk Vakıf mallarına ilişkin arka plan çalışmaları bu bilincin tezahürüdür. Dolayısıyla yeni kargaşa döneminde Türk Dış Politikası’nda Kıbrıs’ın önemi düne göre daha da artmıştır. Şahsi kanaatim –belki de iyimser bir beklentidir- Kıbrıs’ın yüzeyde müzakere söylemi olsa da derinde müzakere harici konularla ele alınacağı ancak bunların yüksek sesle ifade edilmeyeceği ve bundan sonra zamanın Kıbrıs Türkü lehine de işleyeceği yönündedir. Burada ayrıntılarından bahsetmenin uygun olmayacağını düşündüğüm bazı gelişmelerin de kanaatimi desteklediğini söylemekle yetinmek isterim.

Gözde KILIÇ YAŞIN

21.YY Türkiye Enstitüsü

Balkanlar ve Kıbrıs Uzmanı

 

Kaynak: 21. Yüzyıl Enstitüsü

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...