Kıbrıs Sorunu’na çözüm bulunabilmesi noktasında son dönemde ivmelendirilmeye çalışılan müzakere süreci Rum tarafında yaşanan gelişmeler nedeniyle olumsuz etkilenmektedir. Kıbrıs Türk tarafı, Türkiye ile uyum içerisinde, soruna çözüm bulunabilmesi için samimi bir çaba gösterirken, gücü elinde tuttuğunu düşünen ve Kıbrıs Türk tarafının kendisine muhtaç olduğunu düşünen Kıbrıslı Rumlardan gelen tahrik dolu mesajlar ve uygulamalar süreci olumsuz bir boyuta taşımaktadır. BM gözetiminde sürdürülen ve 2011 yılı sonuna dek soruna çözüm bulunabilmesini hedefleyen görüşme maratonunun tam ortasında Güney Kıbrıs Yönetimi’nin milliyetçilik histerisine tutulması ve hükümetin istifa etmesi, Temmuz 2012’de AB dönem başkanı olacak olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin müzakere sürecini kendi dönem başkanlığına kadar erteleyerek Türkiye ve Kıbrıs Türkleri üzerinde baskı oluşturabilme planının bir parçası olarak da görülebilir.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde AKEL-DİKO ortaklığında ve Dimitris Hıristofyas’ın başkanlığında bir hükümet iktidarda bulunuyordu. Bu hükümet, Kıbrıs Sorunu’nun çözümü noktasında Annan Planı’na karşı bir tavır takınıyor ve sorunun çözümü noktasında güçlü bir merkezi yönetim etrafında teşkilatlanmış federal bir Kıbrıs isteğini ortaya koyuyordu. AKEL, komünist temeller üzerinde teşkilatlanmış bir parti olmasına karşın daha başlangıçtan itibaren Rum ulusal tezlerine yakın durmuş ve Kıbrıs Sorunu bağlamında Türkiye’nin sürece dâhil olmasını istememiştir. Rum Yönetimi lideri Dimitris Hıristofyas da bu partinin liderlerinden biridir. Koalisyonun küçük ortağı DİKO ise, 1976 yılında Spyros Kyprianou tarafından kurulmuş ve popülist sağ-milliyetçi tezler üzerinde hareket eden bir partidir. Kıbrıs Sorunu’nun çözümü noktasında güçlü bir merkezi yönetimin oluşturulmasını isteyen ve Rum milliyetçiliği ile sarsılmaz bağlara sahip olan DİKO’nun eski ve mevcut liderlerine de bakıldığında durum daha net anlaşılabilecektir. Zira Kyprianou’nun dışında, Annan Planı’nın reddinde önemli bir rol üstlenen eski Rum devlet başkanı ve Kıbrıslı Türklerin toplu halde imhasını öngören AKRITAS Planı’nın mimarlarından Tassos Papadopoulos ve Ermeni asıllı Marios Karoyan DİKO’ya liderlik yapmışlardır ve yapmaktadırlar. DİKO ile AKEL, farklı ideolojik çizgilerden geliyor olmalarına karşın, Kıbrıs Sorunu’na bulunacak çözüm noktasında milliyetçi ve uzlaşmaz tezler üzerinde birleşiyor olmaları nedeniyle 2008 yılından bu yana ittifak yapıyorlardı. Ne var ki, Temmuz 2011 başlarında gerçekleşen bir olay, bu ittifakın sonunu getirdi ve AKEL’in daha güçsüz ve uzlaşıdan uzak yeni bir hükümet kurmasına yol açtı. 11 Temmuz 2011’de Zigi’deki Rum Milli Muhafız Ordusu’nun Evangelos Florakis Deniz Üssü’nde meydana gelen bir patlama sonucunda üsse bitişik Vasiliko Elektrik Santrali’nin de devre dışı kalması sonrasında Rum Yönetimi’nin Türk tarafından elektrik satın almaya başlaması koalisyon ortaklarından DİKO’nun tepkisini çekti ve toplum nezdinde yaşanan geniş çaplı tartışmaların ardından Temmuz 2011 sonunda Dimitris Hıristofyas’ın da isteğiyle hükümet düşmüştür. Bu olayın ardından Hıristofyas ve DİKO lideri Karoyan yeniden bir görüşme yapmış olmalarına karşın anlaşamamışlar ve AKEL yeni bir hükümet kurmuştur. Görüldüğü üzere Güney Kıbrıs halkının önemli bir bölümü, değil çözüm, en küçük bir işbirliği girişimine dahi karşı çıkmaktadır. Rum milliyetçiliği o kadar güçlüdür ki, Türk tarafı ile ihtiyaçlar dâhilinde yapılabilecek bir antlaşmaya dahi şiddetle karşı çıkmakta ve ortamı gerginleştirmektedir. Şimdi bu olayın arkasından müzakere sürecinin olumlu bir şekilde devam ettirilmesini ve hem Rum hükümetinin hem de Türk tarafının hiçbir şey yaşanmamış gibi hareket etmelerini beklemek mümkün değildir. Zira Hıristofyas’ın netameli konuların görüşüldüğü müzakereler sırasında bu olayı aklından çıkarması ve mantıklı kararlar alması pek de olanaklı olmayacaktır. Aynı durum, Rum tarafında yaşanan bu gelişmeyi çok yakından izlemiş olan Derviş Eroğlu ve Kıbrıs Türk tarafı için de söz konusu olacaktır. Milliyetçilik öyle bir akımdır ki, bu akımı etkin bir şekilde kullanarak, çözüm iradesi gösteren tarafları hain olarak yaftalamayı mümkün kılmaktadır. Şimdi Hıristofyas ile Eroğlu, kahraman ya da hain olarak yaftalanma ikilemi içerisinde karar vermek mecburiyetindedirler.
Kıbrıs Rum Kesimi’nin müzakere sürecini erteleyerek çözümü AB dönem başkanlığını üstleneceği Temmuz 2012’ye erteleme çabaları ise, Güney Kıbrıs’ın sorunun çözümünü arzulamadığını ve 2011 sonuna kadar sürdürülecek müzakerelerden herhangi bir sonuç çıkmayacağını göstermektedir. Rumlar, kendilerinin AB dönem başkanlığını üstleneceği Temmuz 2012’den itibaren Türkiye’nin AB ile ilişkilerini donduracağını ve Kıbrıs Sorunu’na çözüm bulunabilmesi yönündeki müzakerelerin duracağını bildikleri için, bu döneme kadar bekleyerek Türkiye’yi ve Türk tarafını uzlaşmaz taraf olarak gösterme niyetindedirler. Ne var ki, Türkiye’nin hukuki manada tanımadığı bir ülkenin AB dönem başkanlığını kabul etmesi zaten beklenemezdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı ve Temmuz 2012’den itibaren Rum kesiminin dönem başkanlığı esnasında AB ile ilişkilerin dondurulacağını belirten açıklama, Rumların oyununu gözler önüne sermeyi hedefleyen bir açıklama niteliğini taşıyordu. Türkiye, sorunun çözümü noktasında Temmuz 2012’ye kadar inisiyatif alacağını belirterek Rumların oyununu bozmaya çalışmıştır. Bu açıklama, başta Almanya ve Fransa liderleri olmak üzere, AB tarafından yoğun eleştiri almış olsa da Türkiye’nin Kıbrıs Sorunu’na bakış açısı ele alındığında doğru bir uygulamaya işaret etmektedir. Zira Türkiye, Kıbrıs Sorunu’na BM nezdinde çözüm bulunmasını istemekte ve bu yönde elinden gelen desteği vermektedir. Annan Planı’na verilen destek ve bu planın referandum sürecinde %65’lik bir “evet” oyuyla karşılanması Türkiye’nin ve Türk tarafının çözüm iradesini göstermektedir. AB ise, Annan Planı’nı reddetmesine ve çözüm yönünde hiçbir irade göstermemesine karşın Güney Kıbrıs’ı AB üyesi yaparak sorunu üzerine almıştır ve şimdi Rumların AB gölgesinde oyunlar oynamasına da imkân tanımıştır. AB liderleri, yaptıkları hatanın sorumluluğunu Türkiye’nin üzerine yıkmak amacıyla bu tarz eleştirel açıklamalar yapmaktadırlar. Türkiye ise, Kıbrıs Sorunu’nun, üyesi olmadığı AB zemininde çözülmesine karşı çıkarak doğru yapmaktadır. Zira AB zemininde bulunacak bir çözüm, taraflar arasındaki eşitsizlik nedeniyle Rum isteklerine çok daha yakın olacaktır. AB’nin Kuzey Kıbrıs’a ilişkin ekonomik ve ticari derogasyonların kaldırılacağını belirtmesine karşın, bu yönde bir adım atmaması ve sorumluluk almaktan kaçınması, Rum tezlerinin AB nezdinde ne denli taraftar bulduğunu göstermek açısından önemli bir örnektir.
Rumların, gerginliği arttırmak ve Türk tarafını masadan kaldırabilmek amacıyla ortaya koydukları son tahrik unsuru ise adanın güneyindeki deniz alanında petrol ve doğalgaz sondajını Ekim 2011 başı itibarıyla başlatacağını açıklamasıdır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye tanımasa da, Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla adanın tamamını temsil ettiğini ve adanın tek meşru temsilcisi olduğunu belirttiği için adanın tamamına ilişkin bağlayıcı kararlar alabileceğini belirmektedir. Bu durum başta AB olmak üzere uluslararası aktörler tarafından da kabul edildiği için Rumlar herhangi bir sorun yaşamadan Mısır ve Lübnan ile Akdeniz’deki ekonomik yararlanma alanlarına ilişkin anlaşmalar yapabilmiş ve bir ABD şirketi ile de sondaja başlayabilme noktasında antlaşma imzalamıştır. Kıbrıs Rumları, bu arama ve sondaj hakkını verme yetkisine sahip olduklarını belirterek, adanın tamamına ait olan bir yetkiyi üstlenmektedirler. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Kıbrıslı Türkleri de temsil ettiklerini iddia ederek petrol ve doğalgaz antlaşmaları yapabileceklerini belirtmektedirler. Ancak bu durum Rum tarafında dahi tartışılmaktadır. Nitekim eski bakanlardan Nikos Rolandis, enerji yoluyla elde edilecek gelirlerde Kıbrıslı Türklerin de payı olduğunu belirterek, Kıbrıs Sorunu’na bir çözüm bulunmadan sondaj çalışmalarına başlanmaması gerektiğini belirtmektedir. Avrupa’nın 100 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak kadar petrol ve doğalgaza sahip olduğu belirtilen bölgedeki sondaj çalışmalarına başlanacak olması Türkiye’yi de harekete geçirmiştir. Türk Dışişleri, yaptığı açıklama ile sorunun çözümüne ciddi bir darbe vurma kapasitesine sahip bu girişimi hukuksuz ve olarak değerlendirmiş ve BM’yi göreve çağırmıştır.
Görüldüğü üzere Kıbrıslı Rumlar, çeşitli oldu-bittilere başvurarak, tahrik edici mesajlar vererek ve milliyetçi dürtülerin harekete geçtiğini gösteren eylemlerde bulunarak Türk tarafını masadan kaldırmayı ve Türkiye’yi çözümsüzlük yanlısı olarak göstermeyi hedeflemektedir. Hükümet krizi, Temmuz 2012’ye kadar sorunun çözümünü erteleme girişimleri ve sondaj krizi bu durumun önemli birer kanıtıdır. Bu kışkırtıcı eylemlere karşın, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler, müzakere masasından kalkan taraf olmamalı ve Ekim 2011 sonuna kadar haftada 2 gün olacağı söylenen doğrudan görüşmeler esnasında Kıbrıs Türkü’nün çıkarlarını savunmaya devam etmelidir.
Göktürk Tüysüzoğlu
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi