Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs’ta gerçek bir dönüm noktası olan 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı’nın 37. yıldönümünü kutluyor. Bir gece öncesinden Yavuz Çıkarma Plajı’nda toplanan kalabalık, 37 yıl önce adaya barış ve Kıbrıs Türküne özgürlük getiren anı, “Şafak Nöbeti” ile bekledi. Geçen yıl da şafak sökene dek Yavuz Çıkarma Plajı’nda bekleyen Kıbrıslı Türkler, bu eylemi gelenek halina getiriyorlar. 20 Temmuz 1974’ü izleyen süreç için zaman zaman farklı görüşler ortaya atılsa da, tüm Kıbrıslı Türkler 20 Temmuz1974’ün katliamları durduran bir müdahale olduğu konusunda hemfikir. Harekat düzenlenmemiş ve Yunan Darbesi başarı ile sonuçlanmış olsaydı Muratağa, Sandallar, Atlılar, Taşkent gibi köylerde yapılan toplu katliâmların kısa bir süre içinde adanın tamamında gerçekleştirileceğine hiçbir kesimin şüphesi bulunmuyor. Hatta Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi de 20 Temmuz 1974’ün bir gün öncesini artık daha açık konuşabiliyor.
Yunan Ta Nea gazetesinin “Kıbrıs sorunu daha önce başladı.” açıklaması ve 20 Temmuz 1974 öncesini tahlil ederek Yunanistan’ın 1950’lerin başlarında Kıbrıs’ın kendisine bağlanması için Ada’da kurduğu EOKA örgütünün polis karakollarına, kamu sektörüne ve Ada’daki Türk köylerine düzenlediği baskınlarla terör estirdiğini ve amacın Kıbrıs’ta bir iç savaş çıkararak, Atina’nın müdahalesine zemin hazırlamak olduğunu ortaya koymasının “yıllar sonra gelen itiraf” olarak değerlendirilmesi haksız değil. Dünyayı Rum tezlerine inandırabilmek için önce kendi halkını inandırması gerektiğine inanan Rum Yönetimi, hala daha 1974 öncesi döneme ait olayları basın önünde konuşma konusunda sansür uyguluyor. Rum Yönetimi’nin AB üyesi olmasının baskıları azaltması ile 1963-1974 dönemine yönelik itiraflar da artmaya başladı. Eski EOKA B mensubu Andreas Dimitriu, Alithia gazetesinde 22 Kasım 2004’te yayımlanan açıklamasında Kıbrıs Türklerine 30 yıl önce uygulanan Taşkent (Dohni) katliamını Hirokitia köyünden giden Rum askerlerin yaptığını, kadınlara da tecavüz ettiklerini itiraf etmişti. Dimitriu, “Biz ne yaptıysak, devletin yasal güçleriyle birlikte yaptık” ifadesini de kullanmıştı. 1974’de Rumların 3 Türk köyünde (Muratağa, Sandallar, Atlılar) yaptığı katliamı “Kıbrıslı Türklere Barbarlıklar ve Madalyonun Öteki Yüzü” adlı bir belgeselde anlatan Kıbrıslı Rum yazar Antonis Angastiniyotis ise kendi ülkesinde dışlanmıştı. Kadın-çocuk ayrımı yapılmaksızın 126 Türkün kurşuna dizilerek toplu mezara gömüldüğünün anlatıldığı belgesel Rum tarafında yayınlanamamıştı.
Tüm bu itiraflardan çok daha önemlisi ise Atina Temyiz Mahkemesi’nin 21 Mart 1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararıdır. 22 Temmuz 1974’de Lefkoşa üzerinde uçarken, Kıbrıslı Rumların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanan Yunan Delta nakliye uçağının içinde ölen oğlu için tazminat talebinde bulunan bir Yunan’ın davayı temyiz mahkemesine taşıması, Yunanistan yüksek mahkemesinin tarihi bir kararı ile sonuçlanmıştı. Karara göre “Türkiye’nin Zürih ve Londra Antlaşmaları çerçevesinde garantör devlet olarak Kıbrıs’a müdahaleleri yasaldır. Asıl sorumlu, haklarında dava açılan Yunanlı Subaylardır.”[1] Atina Temyiz Mahkemesi her ne kadar 20 Temmuz 1974 öncesi yaşanan katliamlara girmiyorsa da gelişmelerin kronolojisinde tarihi gerçekleri ortaya koyuyor. Ama Ada’da yaşananlar bundan çok daha fazlasıydı.
Kıbrıs’tan Bosna’ya Aynı Zulüm
Aralık 1963’te Kanlı Noel’le başlayan ve 1974’e dek süren, 500 Türk kurşuna dizilmesine, yüzlercesinin canlı canlı gömülmesine, yakılmasına ya da kuyulara atılmasına, 30 bin insanın evlerini terk etmesine ve 103 Türk köyünün tamamen yok edilmesine sebep olan ağır katliam Kıbrıs’ta yaşanmıştı. Rum hükümetinin aldığı bir kararla Türkler, Ada’nın yüzde 3’lük kısmında yaşamaya mahkûm edilmiş, temel yiyecek ve ilaç temininden dahi yoksun bırakan ağır bir ambargoya tabi tutulmuşlardı. Bu döneme ilişkin BM Güvenlik Gücü’nün yaptıkları ve yapmadıkları da aslında sürecin gidişatını belirleyen temel faktörlerdendi. 17 Mart 1964’te BM Barış Gücü askerleri Ada’ya çıkmış, ilk iş olarak da silahsızlandırmaya girişmişti. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı George W. Ball, döneme ilişkin raporunda,[2] 1964’de BM Güvenlik Konseyi’nden acilen Barış Gücü isteyen Makarios’un amacının Türkiye’nin müdahalesini engellemek ve “Rumların Türk kıyımına rahatça devam etmesini sağlamak” olduğunu açıkça dile getiriyor. Nitekim BM Barış Gücü, 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta Türklere Rumlar tarafından uygulanan insanlık dışı katliamların, evlerin ve köylerin zorla boşaltılmasının, izolasyonların, dolaşım özgürlüğü kısıtlamasının önüne geçememişti. Dahası Türklerin ellerinden kendilerini savunabilecekleri silahlarını toplamakla da yeni katliamların önünü açmıştı.
Muratağa- Sandallar- Atlılar, Alâminyo, Taşkent, Ayvasıl’da yaşananlar; Rumların bir “iç savaş” görünümüyle tüm Türkleri Ada’dan temizleme niyetleri; BM Güvenlik Güçleri’nin yaşananlardaki sorumluluğu ve özellikle de bir söyleşideki aklımdan çıkmayan sözler, Kıbrıs’ta 74 öncesinde yaşananların Bosna-Hersek’teki ağır bilançolu soykırıma ramak kala durdurulabildiği gerçeğini düşündürüyor. Saraybosna’da 11 Temmuz 2010’da Srebrenica Soykırımı’nı anma törenleri esnasında gerçekleştirdiğimiz bir mülakatta, bir Boşnak yetkili, Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ilan etmesinden kısa süre önce Boşnak milli hareketi çerçevesinde toplanan Boşnakların da kimliklerini belirleme konusunu görüştüklerini aktarmıştı. Buna göre daha önce Bosna-Hersek Katolikleri ve Ortodoksları olan insanlar Hırvat ve Sırp kimliklerini benimsedikleri için Bosna Hersek Müslümanları da kendilerini yeniden tanımlama ihtiyacı duymuştu. Görüşmeyi gerçekleştirdiğimiz kişi kendisinin ve bazı diğer Boşnakların kimliklere “Türk” olarak yazılmasını teklif ettiğini ancak görüşlerinin çoğunluğun desteğini sağlayamadığını aktararak “Eğer o zaman bizim teklifimiz kabul edilmiş olsaydı bir anavatanımız olacaktı; savaşa Türkiye müdahale etmek zorunda kalacaktı ve soykırımın bu boyuta ulaşmasını engelleyecekti.” diyordu. Kuşkusuz ki bu açıklama 15 yıldır hala aranan savaş suçlusu Sırp ordu komutanı Radko Mladiç’in Srebrenica’ya girerken kameralara söylediği “Bu kenti Sırp milletine armağan ediyoruz. Osmanlı’ya karşı gerçekleştirdiğimiz ayaklanmanın anısına, Türklerden öç alma vakti gelmiştir” sözleri tamamlıyor. Çünkü Boşnaklar, Müslüman kimliklerinden dolayı ancak Türk diye isimlendirilerek savaş boyunca tecavüze uğramış, Sırplarca geliştirilen 80 yeni işkence yöntemine tabi tutulmuş ve akıl almaz yöntemlerle öldürülmüştü. 1992-1995 yılları arasındaki savaşta 200 bin Boşnak öldürüldü; bugün mezar yeri belirlenmiş binlerce Boşnak’ın yanı sıra toplu mezarlardan çıkarılmış kimlikleri tespit edilmeye çalışılan 2 bin Boşnak var.
Kıbrıs ve Bosna Hersek’in ortak tarihi dönüm noktalarından birisi de aynı gün, aynı tarihte yani 4 Haziran 1878’de Osmanlı’dan koparılmasıydı. Modern çağda da topraklarından sürülmek ve yok edilmek üzere benzer vahşi soykırım yöntemlerine tabi tutuldular. Sırplar, Sırbistan’ı genişletmek ve Drina Nehri’ni sınır olmaktan çıkarıp Sırbistan’ın içinden akan bir nehir haline getirmek istiyordu. Rumlar ise Kıbrıs’ın tamamını Yunanistan’a bağlamak istedi. Sırplar amaçlarına ulaştı. En geniş çaplı soykırım suçunun işlendiği tüm kentler Boşnaklardan temizlendi ve Sırp yönetimine geçti. Rumların planları ise 14 Temmuz 1974’de durduruldu. 14 Ağustos 1974’de harekâtın ikinci adımıyla da barış ortamı perçinlendi. KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun kutlama mesajında ifade ettiği “Kıbrıs’ta 20 Temmuz 1974 sonrasında oluşan yeni bir coğrafya bunun üzerinde oluşan iki ayrı devlet, iki halk, iki ayrı demokrasi ve iki kesim vardır.” sözleri Ada’nın bugünkü gerçeğinin ifadesidir.
Kıbrıs’ta da, Bosna-Hersek’te de belirsizlik ve “sınır sorunu” sürüyor. Türkiye, iki bölgedeki çözümde de etkisi olan ve gerek Bosna’da gerekse KKTC’de güven duyulan tek ülke. Bir tarafta Türkiye’nin “anavatanları” olmuş olmasını dileyen Boşnaklar diğer tarafta “Şafak Nöbetine” katılarak 36 yıl önceki duygularını “Artık gün bizimdi ve “Anavatan” gelmişti.” sözleriyle aktaran Kıbrıs Türkleri. Eğer Türkiye dünya konjonktüründeki etkisini ve gücünü son dönemde gerçekten arttırmışsa her iki ülkede de soykırım mağduru olan Boşnaklar ve Türkler kendi topraklarındaki egemenliklerini kabul ettirebilmek konusunda avantajlı konuma geçmişler demektir. Boşnaklar açısından soykırımla kaybettikleri topraklara geri dönüşlerinin hızlandırılması ve şimdi Sırp yönetiminde olan bölgelerde eski nüfus ağırlıklarını oluşturabilmeleri; Kıbrıslı Türkler açısından ise KKTC’nin tanıtılması yönündeki çalışmaların başlatılması atılması gereken en önemli adımlardır. Kıbrıslı Türkler açısından Türkiye’deki yetkilerin “Kuzey Kıbrıs” ifadesi yerine yeniden “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” ifadesinin kullanması da açıkçası önemli bir mesajdır.
Gözde KILIÇ YAŞIN
21.YY Türkiye Enstitüsü
Kıbrıs ve Balkan Uzmanı
Kaynak: 21.YY Türkiye Enstitüsü
[1] Söz konusu kararı, basına ilk kez taşıyan Prof. Dr. Ata Atun’un çevirisi ile kararın devamında şu ifadeler yer alır: “Zürih Antlaşmasını imzalayan devletler, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, garantör devletler olarak Kıbrıs’ın herhangi bir devletle birleşmesini, bölünmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin güvenliğini garanti altına alıp, koruyacaklarına dair taahhütlerde bulunmuşlardır. 15 Temmuz 1974’te General Yuannidis, Ada’daki Yunan Birliği Komutanı General Yorgacis ve 102 Yunanlı subayın yer aldığı darbeyi yapmıştır. Kıbrıs Anayasası ayaklar altına alındıktan sonra, adamları Nicos Sampson başa getirilmiştir. Türkiye 20 Temmuz 1974’te ancak yaratılan bu durumdan sonra Adaya müdahalede bulunmuştur.”
[2] George W. Ball, The Past Has Another Pattern, Memoirs, Norton & Co, New York 1982