Bu yazıda Türk dış politikasının Ahmet Davutoğlu sonrası değişen eğilimleri ve uygulanan yeni politikaları ile bunların uygulanma tarzları konu edilmektedir. Yeni Türk dış politikası bağlamında ele alınan bu yazı, dış politikadaki yeni yönelimler ile ilintili olarak Orta Doğu ile sınırlı tutulmuş; Orta Doğu ile ilişkili olarak ise Türkiye-İran ilişkilerinin genişliği nedeni ile İran dâhil edilmemiş ve Takas Antlaşması dolayısıyla dolaylı olarak bahsedilmiştir. Ayrıca uygulamaya konulan yeni dış politikanın anlatılması esnasında konular ve olaylar üzerinden değil, farklı bir yol izlenerek Davutoğlu ve kurmayları tarafından sahaya sürülen mikro diplomasi, barış ve istikrar havzası, bölge bilinci, vizyoner diplomasi, düzen kurucu ve merkez ülke gibi kavramlar üzerinden anlatılma yolu seçilmiştir. Bu açıdan Türk dış politikasını iyi ya da kötü veya doğru ya da yanlış diye değerlendirmek yerine tarafsız bir şekilde sadece uygulanan politikalar analiz edilmiş, gerektiğinde ise uygulanan politikaların başarılı ya da başarısız olduğuna kısaca değinilmiştir. Bunun yanı sıra özellikle Orta Doğu’nun neden Türkiye için önemli olduğu ve yeni Türk dış politikasının neden Orta Doğu’ya yöneldiği farklı açılardan ele alınmıştır. Bu açıdan bu yazı “Nasıl bir politika izlenmelidir?” sorusundan çok “Nasıl bir politika izleniyor?” sorusuna kavramlar üzerinden cevap vermektedir.
Yeni Türk dış politikasında Orta Doğu politikası ve bu politikada İsrail önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü İsrail-Türkiye ilişkileri Davutoğlu’nun uygulamaya çalıştığı tüm politikaların belirleyicisi konumundadır. Orta Doğu ülkelerinin çekindiği iki ülkeden biri olan İsrail, diğeri İran, aynı zamanda Batı ile olan ilişkilerde de belirleyici konumdadır. İsrail gerektiğinde başka yollardan sağlanamayan yardımın elde edilmesinde de bir kaynak olması açısından ayrıca önemlidir[1].
Davutoğlu’nun dış politika yapımının başına geçmesinden sonra Türk dış politikasının yeniden yorumlandığını görmekteyiz. Bu yeni yorumlanan dış politika içerisinde ayrıca Orta Doğu’nun önemli bir yer tuttuğunu belirtmek gerekir. Bunun temelde iki nedeni öne çıkmaktadır. Bölge her şeyden önce, Türkiye’ye yönelen tehditlerin doğduğu yerdir. Bunun yanı sıra bölgenin, Türkiye’nin artan enerji ihtiyacının karşılanacağı önemli havzalardan biri olması, bölgeyi Türkiye için bir cazibe merkezi haline getirmektedir. Diğer nedenler bir kenara, sadece bu iki sebepten dolayı bile Orta Doğu’ya yönelik izlenen politikanın rasyonel olduğu ileri sürülebilir. Ortak kültür, din ve diğer değerler bir kenara; Türkiye’nin, Rusya’nın Bağımsız Devletler Topluluğu ya da İngiltere’nin Commonwealth’i gibi eski Osmanlı coğrafyasındaki devletlerle karşılıklılık prensibine dayanan, birbirine saygı duyan, uluslararası hukuka bağlı, temel hedefin ulusların refahının arttırılması olan ticari, askeri ve siyasi ilişkilerde bulunması doğal ve gereklidir.
Yukarıda sayılan iki sebep dışında Türk dış politikasının bu yönde mutasyona uğramasına neden olan olayları dört ana başlık altında toplamak mümkündür: İlki hiç şüphesiz Ahmet Davutoğlu’nun kendisidir. Çünkü ona göre Türk dış politikası ve kullanılan kavramlar yeniden yorumlanmalıdır. İkinci sebep, iktidardaki partinin temel karakteri olan ve diğer ülkelerle girişilen münasebetlerin de başlangıç noktasını oluşturan İslam dayanışmasıdır[2]. Üçüncü sebep ise Türkiye’nin iradesi dışında bölgede gerçekleşen Irak ve Afganistan’ın işgali, İran’ın nükleer konusundaki tutumu gibi olaylardır. Son olarak da Merkel ve Sarkozy gibi AB baş aktörlerinin adaylık ve müzakere sürecinde Türkiye’ye yönelik takındığı taraflı tutumları ve Kıbrıs konusundaki tavırlarıdır[3].
Bu yeni Orta Doğu politikasında Türkiye’nin, mesajlarında özellikle vurguladığı konular; arabuluculuk, kolaylaştırıcılık, demokratikleşme, normalleşme ve bölgeselleşmedir. Bu alt başlıklar çerçevesinde uygulanmaya çalışılan dış politikada Türkiye’nin mikro diplomasi[4] olarak literatüre geçen bir yol izlediğine tanık olmaktayız. Ayrıca, Orta Doğu bölgesinde bölge bilinci ve barış ve istikrar havzası oluşturmaya (vizelerin kaldırılması) çalıştığını görmekteyiz. Bu sebepledir ki Türkiye, kuşatılmışlık psikolojisi ve güvensizlik sendromu içerisindeki İsrail ile dış politikada çatışma içerisindedir[5]. Fakat Türkiye-İsrail ilişkileri için bu çok sıradan bir durumdu. Çünkü İsrail’in kuruluşundan beri ancak 10 yıl kadar İsrail-Türkiye ilişkileri büyükelçiler düzeyinde yürütülebilmiştir[6].
Geliştirilen yeni dış politikada Türkiye’nin tehdit algılamaları temelden değiştirilmiş, daha önce “yabancılaştırma” olarak ifade edilen yöntem terkedilmiştir. Bu sayede gerek Suriye gerekse Kuzey Irak ile olan ilişkiler normalleşmeye başlamıştır. Hatta serbest ticaret antlaşmaları ile ilişkiler oldukça ilerlemiş, normalleşmenin de ötesine geçmiştir. Bu, Türkiye’nin Davutoğlu ile şekillenen yeni dış politikasının sonucunda elde edilen yeni bir kazanımıdır. Davutoğlu’nun yeni esnek dış politikası basittir: Diplomasi onur için değil; döviz getirmek için yapılmalıdır[7]. Yeni dönemde komşu ülkelerle artan yüksek ticaret hacmi bunun en büyük kanıtıdır.
Tüm bu olumlu adımlara rağmen gerginleşen Türkiye-İsrail ilişkileri nedeniyle, Türkiye’nin “komşularla sıfır problem” olarak duyurduğu söyleminin iflas ettiği söylenilebilir[8]. “Yavru Vatan” olarak anılan stratejik üs de, tüm ortak değerler bir kenara atılıp, mali bir yük olarak görülmüş, mevcut hükümet politikaları sonucunda bu ülke ile de Türkiye’nin arası bozulmuştur. Ermenistan ile olan ilişkilerin kopukluğu ise ayrıca ortadadır[9]. Yukarıda kısaca bahsedilen nedenlerden dolayı, Davutoğlu ve kurmaylarının Türk dış politikasının temel sütunlarından birisi olan komşularla sıfır problem sütununu en kısa zamanda gözden geçirmesi zaruridir. Çünkü bu aynı zamanda Türkiye’nin üstlenmek istediği diğer rollerinde önünde bir engel teşkil etmektedir. Suriye-İsrail, İsrail-Arap ülkeleri, hatta Hamas-Abbas arasındaki arabuluculuk rolünde bile İsrail-Türkiye ilişkileri anahtar rol oynamaktadır. Bu sebepledir ki; düzen kurucu olmak isteyen Türkiye, İsrail ile olan ilişkilerini normalleştirmelidir[10]. Çünkü son yaşanan olaylar Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki “laik olmayan” Müslüman oluşumları kuvvetlendirmiştir[11]. Ayrıca, son yaşanan olaylar sonucunda daha da yalnızlaşan İsrail’i yalnızlıktan kurtaracak tek ülke, kendisi gibi laik ve demokratik olan Türkiye’dir.
Türk dış politikasındaki yeni eğilimlerden biri de Hamas ile ABD, AB ve Orta Doğu ülkelerinin arasınının yapılma faaliyetidir. Son seçimlerden meşru bir aktör olarak çıkan Hamas ile diyalog yollarının açık tutulması için uğraşan Türkiye’nin yaptığı tek ama büyük yanlış, Hamas’ın savunuculuğunu yapıyormuşçasına açıklamalarda bulunması ve bunu yaparken de din temelli söylemler geliştirmesidir. Yoksa Hamas ile diyalog yollarının açık tutulması ya da meşru bir aktör olarak tanınmasına yönelik Avrupa basını ve siyasileri arasında tartışmaların başlaması Türk dış politikasının kolaylaştırıcı rolünü göstermesi açısından önemlidir.
Yeni Türk dış politikasının diğer bir eğilimi de Türkiye’nin uluslararası örgütlerde temsilciliğini yaptığı kişilerin bu örgütlerdeki statülerinin arttırılmasıdır. Perde arkasında yatan dürtüler ise Türkiye’yi düzen kurucu ülkelerin arasına yerleştirmek, merkez ülke konumuna oturtmaktır. Bunun altında ise eski İstanbul’u yeni Cenevre’ye dönüştürüp uluslararası konferansların yapıldığı bir üs haline getirmek yatmaktadır. Ayrıca Türkiye, Takas Antlaşması ile başladığı bu serüvene 2011 yılının mayıs ayında BM çatısı altında yapılması düşünülen Kuzey-Güney Diyalogu’na ev sahipliği yaparak büyük bir yol kat etmek istiyor. Hatta bu Diyalog’da Güney’in sözcülüğünü yapmak da hedefleri arasındadır. Bu yüzden denilebilir ki; Türkiye’nin dış politikasındaki eğilim ve yönelimlerin daha iyi anlaşılabilmesi için 2001 Mayıs’ını beklemek gerekir.
Kısacası, Türkiye’nin Davutoğlu ile şekillenen yeni dış politikasının ana iskeletinde, farklı ülkeler arasında devam eden kronik çatışmaların ortadan kaldırılması ve bu süreç içerisinde gerekirse sorunların çözümünde arabulucu ya da kolaylaştırıcı rolünün oynanması yatmaktadır. Çünkü Davutoğlu’na göre, tüm mesele çatışma yerine sadece barış düşünen zihinler yaratmaktır. Ocak ayında Büyükelçiler Konferansı’nda Davutoğlu’nun açıkladığı vizyoner diplomasi de bunu gerektirmektedir. Türkiye hem Batı medeniyetinin dinamik ve mücadeleci ruhu ile bezenmeli hem de İslam medeniyetinin insani ve sosyal değerleri ile donanmalıdır.
Deniz Tören
Hacettepe Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler 4. Sınıf
[1] İsrail, Kıbrıs çıkarması sırasında gerekli olan silahların temin edildiği ülke olmasının yanı sıra, gerektiğinde Ermeni ve Rum lobilerine karşı bir kalkan görevi görmesi açısından da Türkiye için önemlidir.
[2] İslam dayanışması, ayrıca, İsrail ile olan çatışmaların bir diğer sebebidir.
[3] Bunun en somut örneği Kıbrıslı Rumların Avrupa Birliği’ne alınmasına karşın Kıbrıs Türklerinin yalnızlık uçurumuna itilmiş olmasıdır.
[4] Sadece hükümetler arası temaslar ile yetinilmeyip diğer hükümeti oluşturan farklı kesimlerle ayrı ayrı temaslarda bulunmak olarak ifade edilen diplomasi türüdür. Yeni Irak Hükümeti’nin oluşturulması esnasında Türk diplomatların Sünni ve Şii gruplarla ayrı ayrı yürüttükleri görüşmeler bu diplomasi türüne somut bir örnek olarak verilebilir.
[5] Mavi Marmara gemisine düzenlenen saldırıyı bu açıdan okumak gerekir. İsrail, güvenmediği taraflarca maruz kalacağı kuşatmayı yok etmek için harekete geçmiştir [Ön alıcı (pre-emptive) savaş taktiğini uygulamıştır). Bu açıdan sergilediği davranış meşru ve uluslar arası hukuka uygundur.
[6] Türkiye-İsrail ilişkileri, İsrail’in kurulmasından itibaren hep gerilimli olmuştur. 1950’li yıllarda önce Bağdat Paktı’nın kurulması ve Süveyş Bunalımı ile gerilen ilişkiler, 1980’li yılarda ise İsrail’in Birleşik Kudüs’ü ebedi başkent ilan etmesi, 2000’lerin başında Ariel Şaron’un Kudüs’teki kutsal yerleri ziyareti, Erdoğan’ın Davos çıkışı ve Mavi Marmara olayı ile anlaşılacağı üzere hep inişli çıkışlı olmuştur.
[7] Bu yeni gelişen eğilimin temel sebebi, yeni dış politikanın gücünü de aldığı büyüyen ekonominin artan enerji ihtiyacı sonrası ortaya çıkan cari açığı giderme dürtüsüdür.
[8] Türkiye’nin bu politika sonucu elde ettiği tek fayda sorunların çözümünün “tek taraflı olmadığını” anlamış olmasıdır. Davutoğlu’na göre ise bu büyük bir kazançtır.
[9] Bunun farkında olan Türk Dış Politikası yapıcıları Ermenistan ile husumetini sona erdirmek amacıyla yeni adımlar atarak Ermeni asıllı bir vatandaşı Türkiye’nin Paris büyükelçisi olarak atamaya karar vermiştir.
[10] ABD’nin Türkiye-İsrail ilişkilerindeki etkisinin azalması ve İsrail’deki hükümet yapısının bölünmüşlüğü ilişkilerin normalleşmesini güçleştirmektedir.
[11] Lübnan Enahda Partisi ve Mısır’daki Müslüman Kardeşler buna örnektir.