Bu çalışmada, 16 Kasım 2020 tarihinde BBC News Haber Ajansı’nın Youtube kanalında yayınlanmış olan “Kanal İstanbul’un Montrö ve Boğaz Güvenliğine Etkisi Ne Olacak?” başlıklı belgeselin incelemesi yapılmıştır. Belgesel, Kanal İstanbul Projesini konu alan üç bölümlük serinin 3. Bölümü olarak yayınlanmıştır. “Kanal İstanbul Nedir?” adlı ilk bölüm, projenin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “çılgın proje” olarak açıklanması ile başlamaktadır ve yakın tarihteki izlerini araştırmaktadır. İkinci bölüm olan “Kanal İstanbul ve Çevre”, projenin doğal yaşama olacak etkileri üzerindeki yorumlara yoğunluk vermiş olup İstanbul içindeki akarsu ve barajların olumsuz etkilenip etkilenmeyeceğini tartışmıştır. Türkiye’nin gazetecilik ve basın karnesi düşünüldüğünde, Birand Belgesellerini anımsatan belgesel-haber serisi Mahmut Hamsici ve Ege Tatlıcı (Video Journalist) koordinatörlüğünde yayınlanmıştır. 2012 yılında BBC News Türkçe haber kanalında muhabir olarak görev alan Mahmut Hamsici’nin “Reyhanlı” ve “Zekeriya Öz” gibi ses getirmiş röportajları göz önüne alındığında bu başarı bir tesadüf sayılmayacaktır.
Günümüzde mevcut siyasal idarelerin, uluslararası haber ajanslarına karşı argümanlarında popülist söylemlere başvurmasının bir sonucu olarak BBC, DW, Sputnik gibi haber kanallarının Türkiye masaları, medya sektöründe etkili hale gelmiştir. Hal böyle iken, günümüzün teknolojik imkânları sayesinde pek çok konu dış basını ilgilendirse de 70’li ve 80’li yıllarda yabancı bir basın kuruluşunun Türkiye ile ilgili yayınlayacağı belgeselin önemli bir gündem mevcudiyeti üzerine inşa edilip edilmediği noktaları önem taşımaktaydı. BBC yapımı belgesel, İngiliz gazeteci-raportör David Lomax’ın 1981 ve 1994 yıllarında yapmış olduğu İstanbul belgesellerinden alıntılarla başlar. Lomax’ın İstanbul bağlamlı belgesel ve röportajları aynı zamanda, uluslararası hukuk açısından önemli sayılan iki tarihte kayda alınmıştır. Bunlardan ilki deniz hukuku açısından imzalanmış en kapsamlı metin olarak kabul edilen ve literatürde daha çok Denizler Anayasası olarak geçen 10 Aralık 1981 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’dir. İkinci tarih olan 1994 ise 1981 sözleşmesine ek tüzüğün hazırlandığı senedir.
Boğazlar meselesini ele alan hemen hemen her konu, beraberinde Lozan Antlaşması’nı ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni akıllara getirmektedir. Lozan Antlaşması, 1. Dünya Savaşı mağlubu Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti’ne imzalatılan Versailles, Neuilly, Trianon, Saint Germain ve Sevres Antlaşmalarından farklı olarak ikinci bir mücadele sonucunda, hemen hemen eşit şartlarda imzaladığımız bir antlaşmadır. Fakat bugün hala Lozan Antlaşması, toplumun bir kesiminin zihninde kurucu unsur ve devrimleriyle bütünleştiği için kayıtsız şartsız karşı çıkılması mantığı, bu bütünleşmenin bir gereği olarak görülmektedir. Öyle ki Lozan’ın günümüz koşullarıyla değerlendirilmesi sonucunda Montrö Boğazlar Sözleşmesi de aynı bütünün bir parçası olarak kabul edilip atlatılması gereken bir Versay psikolojisi oluşturulmaktadır. Jean Paul Sartre’ın kuramına bağlı olarak kişinin tek bir arzusunu içselleştirmesi sonrası geriye kalan bütün her şeyi o arzuyu açıklamada ya da ona hizmet etmede kullanması, yani aslında bilerek ya da bilmeyerek bir “ben projesi” yaratmasıdır. Sartre’ın sistematize ettiği kadar büyük bir filozofi içermese bile toplumumuz da büyük-mega projelere şahit olmaktadır.
Kanal İstanbul Projesi tartışmalarının, çoğunlukla uluslararası hukukun aygıtları ile dirsek teması halinde olması ve tarihten beslenen bir bakış açısıyla incelemesi önemlidir. Projenin tartışılma üslubu, maalesef siyaset aygıtının elinde ideolojilerle değerlendirilen ve sonuçta desteklenmesi ya da karşı çıkılması, mevcut siyasi kamplardan birine ait olma durumu getiren bir hale evrilmektedir. Nitekim belgeselde, Lomax’ın İstanbul Boğazı’nı eski Sovyet ülkelerinin ve dolayısıyla Rusya’nın dış dünyaya açılması için tek yol olarak gösteren konuşmasının yer alması, kadim “Sovyet Tehlikesi” imajına hala başvurulduğunu göstermektedir.
Hemen hemen yüz yıldır uluslararası hukuk çerçevesinde atılmış pek çok adımın temel düsturu, milletlerarası kararlar alma konusunda eski tip ideolojik refleksleri en aza indirgeme amaçlıdır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Lenin ve Wilson’ın sunduğu prensiplerden, 1920-1930 arasındaki Milletler Cemiyeti’nin kurulması çabalarına kadar geçen sürede pek çok kez “beynelmilel” kongre ve konferanslarda bütün dünya ülkeleri yerini almıştır. Bu çabalar çoğunlukla Sovyet Sosyalizmi ve Amerikan Kapitalizminin mücadele alanı olarak görülse de yeni düzen, ülkeleri konuşmaktansa dünyayı ilgilendiren konuları tartışmayı salık veriyordu. Bu sebeple yaşanmış iki büyük dünya savaşının yıkıcı etkileri göz ardı edilemeyecek kadar büyük olsa da devletler arası krizlerde, silahlanmanın ve savaş seçeneğinin, hatta diplomasinin dahi yetersiz kaldığı anlaşılmıştır.
Kanal İstanbul Projesi’nin Karadeniz’de aşırı silahlanmaya sebep olacağı düşüncesinin aslında konuyu bağlamından kopardığını söylemek mümkündür. Silahlanmayı sınırlandıracak olan formül herhangi bir projenin uluslararası arenada yaratacağı yankı değil, imzalanmış mevcut sözleşmelerin gerek duyulduğunda yeniden ele alınması olmalıdır. Ayrıca geçmiş uluslararası sözleşmelerin imzalanış süreçleri incelendiğinde, sözleşmelerin gündeme gelişinin silahlanma yarışının bir sonucu olduğu görülmektedir. Bu nedenle belgeselin belli bölümlerinde dile getirildiği gibi, Kanal İstanbul’un yapılması sebebiyle Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ya da boğazları ilgilendiren diğer sözleşmelerin yeniden gündeme gelmesinden çekinilmesi ya uluslararası hukuk normlarına ya da hukuki yeterliliğimize güvenilmediğini ortaya çıkarmaktadır. Unutulmamalıdır ki Lozan Konferansı’nın özellikle boğazlar oturumunda, Türkiye ve Sovyet Rusya’ya karşı mağrur ve ceberut bir tavır sergileyen Britanya Hükümeti, 1936 konjonktüründe Türkiye’nin diplomatik azmine karşı çaresiz kalmıştır. Bunda elbette Sovyet talepleri de etkili olmuştur. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi iç kararlarına “büyük devletler” kaygısıyla şerh koymak, aslında yaşanacak doğal tehlikeyi azımsamayı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık dış politika tecrübesine güvenmemeyi ifade etmektedir.
Belgeselde sıkça vurgusu yapılan diğer bir unsur boğazlarda yaşanan gemi kazalarıdır. Genişliği her anlamda daha büyük olan İstanbul Boğazı’nda yaşanmış gemi kazalarının dar bir kanal ile çözülebileceği düşüncesi, Deniz Harp Okulu Eski Komutanı Türker Ertürk tarafından belirtildiği gibi, mantık dışı görünmektedir. Dünya üzerinde yaşanmış deniz kazalarının genel sebepleri ile ilgili bir istatistiğe baktığımızda en önemli sorunları; %20 hava muhalefeti ve %20 ile teknik arızalar oluşturmaktadır. Bu araştırmada akıntıların oluşturduğu kaza sebebi ise %0 olarak görülmektedir (Gökçek, s. 3). Boğaziçi’nde güçlü akıntıların varlığı bilinen bir gerçek olsa bile bütün bu doğal etkenler, doğanın değiştirilmesiyle değil, geçiş güvenliğinin sağlanması ve öncü tedbirlere başvurularak çözülebilecek konulardır.
Sonuç olarak Kanal İstanbul Projesi’nin uluslararası hukuk çerçevesinde değerlendiren belgeselde, “Hangi uluslararası hukuk?” sorusu önem kazanmaktadır. Projenin, İstanbul’daki su kaynaklarına, toprak yapısına, tarımsal kapasitesine ve daha da önemlisi deniz yaşamı ve popülasyonuna yapacağı tahribatı gözler önüne sermek ya da yeniden düşünmek somut ve yerinde bir karar olacaktır. Kanal, Arnavutköy, Esenyurt ve Başakşehir gibi semtleri ortadan keserek Kuzey Marmara’daki Durusu, Karaburun, Terkos, Baklalı gibi mahalle ve kasabalardan geçecektir. Hâlihazırda yapılmış 3. Havalimanı ile hayvancılıkta büyük zararlar görmüş olan köyleri yeni zorluklar beklemektedir. Bu nedenle Uluslararası Çevre Hukuku’nun, İnsan Çevresi Bildirisi (1972) gibi sözleşmelerin önemini ortaya koymak ve mevcut ihtiyaçlarını tartışmak elzemdir.
BERKAY KOÇAK
Uluslararası Hukuk Staj Programı
Referanslar
[1] GÖKÇEK, Elif, Dünya’da Bilinen Deniz Kazalarına Genel Bakış ve Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına Ait Kıyı Tesislerine İlişkin Acil Müdahale Planı ve Risk Değerlendirmesi Çalışmaları, s.3