Kıbrıs, Orta Doğu’daki dalgalanmalardan hızla etkilenen bir siyasi coğrafyaya sahip bir toprak parçası… Buna bağlı olarak Kıbrıs’ın kaderiyle Mısır’ın kaderi nerdeyse benzer etkenler tarafından şekillendirilmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşının ardından başlayan de-kolonizasyon sürecinde Mısır hem Asya-Afrika’da hem de Orta Doğu’da özel bir rol oynamış bir ülkedir…
Özellikle 23 Haziran 1952’deki “Hür Subaylar İhtilali” Orgeneral Muhammed Necip başkanlığında İngiliz uzantısı Kral Faruk rejimini alaşağı etmişti… Bu sıralarda adından çokça söz ettirecek olan ve zaten çok kısa süre içerisinde Başbakan olan Cemal Abdülnasır Mısır rejiminin paradigması açısından anahtar söylemlere sahipti. Önce Haziran 1953’de Mısır’da Cumhuriyet ilan edildi. Ardından Abdülnasır 1954’de başbakan oldu. Suveyş Kriziyle birlikte İngiltere-Fransa-İsrail Nasır’ın Mısır’ıyla savaştı. Bu savaşın aslında gerisinde ABD-SSCB bloklaşmasının bir tür “sınırlı kamp” savaşı olarak nitelenebilir. Savaş bir şekilde ABD’nin araya girmesiyle Suveyş’ten geri çekilmesi istenen İngiltere-Fransa-İsrail ile birlikte sona erdi. Bu savaşın aslında galibi yoktu…
O günkü şartlarda Nasır’ın Asuvan Barajının yapımında desteği ABD yerine SSCB’den yana kullanmasıyla birlikte düşünüldüğünde Abdülnasır hiç de yabana atılmayacak bir bölgesel oyun kurucu olduğu iddia edilebilir..Bir anda Abdülnasır Arap dünyasına kurtarıcı, milliyetçi-sosyalizmin kurucusu olarak ortaya çıkmıştı. Zaten 1956’daki seçimde Abdülnasır oyların %99.95’ini alarak cumhurbaşkanı seçilmişti. Bu sonuç bile liderin gelecekteki totaliter yanını okumak açısından öğreticiydi..O günlerdeki Abdülnasır’ı anlamak ve Arap dünyasındaki yerini kestirebilmek için 1956’da yazdığı Felsefetü’s-Savra (Devrimin Felsefesi) adlı kitabına bakmak gerekir. Öyle ki Abdülnasır’ın Mısırında Mısır Sosyalizmi adıyla Türkiye’deki Yön Dergisi çevresinin yakından takip ettiği bir figür haline gelmişti. Bunu ilk izleyen 1958’de Irak’taki Baas hareketinin iktidara taşıyacak Arap milliyetçiliğinin Suriye’ye sirayet edişini de unutmamak gerekir.
Abdülnasır’ın Arap Dünyasındaki prestiji ve etkisini sonradan Saddam almaya çalışmış ama bir türlü başaramamıştı. Kaldı ki Nasır sadece Arap dünyasıyla sınırlı bir etkiyi değil çok daha global dayanışmaya girebilecek bir ufkun da takipçisiydi. Endonezya’nın Bandung kentinde 1955’deki Asya-Afrika Konferansında Hindistan’dan Nehru Çin’den Çu An lay gibi iki dev ülkenin liderleriyle birlikte önemli bir role sahipti. Çin ve Hindistan gibi iki büyük dev ülkenin yanında Abdülnasır’ın Mısır’ı da yerini almıştı. Mısır Abdülnasır ile birlikte önce Mısırlık, Araplık, Afrikalılık, Müslümanlık ve nihayetinde Üçüncü Dünyacılık gibi sarmal halkalarla kendisini ifade eden bir perspektifle hareket etmekteydi. Kısacası Mısır’ın Kıbrıs ile alakasına biraz daha yakından bakalım… O günlerdeki Mısır ulusalcılığı İngiltere’nin Kahire’deki Orta Doğu Kumandanlığının yani askeri gücünün bu gelişmelerle birlikte oralarda idamesinin mümkün olmadığı anlaşılmıştır. İşte tam bu noktada Kıbrıs artık sağlam bir zeminde İngiltere’nin üslerine kol-kanat gerecek bir statüye yanıt vermeliydi. Lakin içerde de Rumlar Enosis istiyorlardı. Hatta bu emelleri için 1 Nisan 1955’de silahlı mücadeleye başlamışlardı. Öyle ki milli mücadeleye başlayan Rumlar’ın dini lideri Başpiskopos Makarios 1955 Bandung Zirvesinde Mısır lideri Abdülnasır ile ilk kez karşılaşmış ve sonradan iki lider dostluklarını silah alışverişi yapacak kadar derinleştirmişlerdi. Dahası Bandung konferansına Kıbrıslı Ortodoks Hıristiyanları temsil etmek üzere oralara koşan Papazın muadili bir müftüyü bile oralara gönderememiştik.
O günlerde Müslüman Kıbrıslı Türklerin dini temsilcisi Müftü Dana Efendi de bu derinliğe sahip bir din adamıydı. Lakin o günlerde Türkiye’deki DP hükümetinin henüz dışişleri bakanlığına vekâlet eden diplomat kökenli Fatin Rüştü Zorlu bile bunu öngörecek bir manevrayı yapamamıştı.
Düşündüğümüzde Bandung Konferansından çok değil 3 yıl, Suveyş Krizinden 2 yıl sonra Kıbrıs’ın “bağımsızlığı” NATO’nun içerisinde formüle edilmeye başlanmıştı bile… Zorlu’nun bu öngörüsündeki zaafiyetine rağmen Kıbrıs’ı kuran Londra ve Zürih Antlaşmalarında başarılı bir diplomasi yürüttüğünü inkâr etmek mümkün değildir. Dahası Kıbrıs Cumhuriyetini kuran antlaşmalar çerçevesinde Türkiye’ye garantör statüsünü kazandırmış olduğu gibi aynı zamanda 82 yıl önce terk edilen Adaya 650 Mehmetçikle 16 Ağustos 1960’ta ayak basmasını sağlamıştı. O günün öğle saatlerinde Mağusa limanından binlerce çoşkulu Kıbrıslı Türk tarafından Mehmetçikler çiçeklerle karşılanmıştı. Zorlu sadece Türkiye’yi o günlerde Kıbrıs’ta önemli bir aktör yapmamıştı aynı zamanda Kıbrıslı Türklerini de kurulan Cumhuriyet’e kurucu eşit ortak ve veto sahibi bir halk yapmıştı. Dahası % 18’lik nüfusuyla Kıbrıslı Türklerin % 30 etki kurma şansını o günlerde anayasal çerçevede elde etmişlerdi. Elbette sonradan 27 Mayıs müdahalesinin önde gelenlerinin, Kıbrıs Cumhuriyetinin mimarları olan Menderes’i ve Zorlu’yu idam edebilecek kadar gözlerini kararmıştı. İşte bugünlerde sanki 1955 sonrasındaki gelişmeleri tekrar yaşıyoruz gibi bir hisse kapıldım. Nedenini anladığımı açıklamakta zorlanıyorum… Öyle ki bazı olgular bazı zamanlarda eş zamanlılık açısından birbirine bağlı gelişmelere yol açabilir… Bandung konferansında Asya-Afrika halkları karşısında ne Türkiye ne de Kıbrıslı Türkler iyi bir sınav verememişti. Elbette aynı yıl yapılan Londra Konferansında Türkiye adaya ilk kez yeniden müdahil olmuştu.
Şimdilerde ise Ankara-Lefkoşa arasında başgösteren bu tartışmalar hele Mısır gibi “askeri vesayet” altındaki bir ülkede henüz tamamlanmamış halk dalgalanmasının Kıbrıs’a da mutlaka dış kaynaklı ciddi yansımaları olabilir. Bunun Kahire meydanlarına toplanan Mısırlıların Nasır’dan Enver Sedat’a ondan da Mübarek’e devreden modelin yerine halkçı bir rejim kurulmaya yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek…
Bugünlerde Güney Kıbrıs ile İsrail’in imzaladığı enerji merkezli antlaşmalar üzerinde düşünmeye değer yanlar taşımaktadır. Doğu Akdeniz’de sular ısınabilir..AB’nin ise Kıbrıs’la ilgili kararları ve çifte standart uygulamaları adeta gözümüzün içine baka baka devam ettirildiği günlerde sorunu biraz daha itidalle ele almak gerekmez mi?Hele müzakerelerdeki kritik aşamayı da hesaba kattığımızda kırılganlık çok daha önemli olmuyor mu? Şimdilerde Kıbrıs Türkleri ve Türkiye AB’nin özellikle ambargoları ve izolasyonları 2004’ten beri tartışıyor. Peki, Türkiye’deki Gümrük Birliği antlaşmasından dolayı Kıbrıslı Türklere Mersin Limanını bile açamadıktan sonra bütün bu söylemlere kim inanır? AB’nin izolasyonlarına karşı Mersin Limanı uygun mahreçler bulunarak KKTC’nin iş adamlarına açılması gerekmez mi?
Doç.Dr.Mehmet Hasgüler
USAK 3. Dünya ve Kıbrıs Uzmanı