Hangi coğrafyaya ait olursanız olun, hayatı hangi referanslarla yaşarsanız yaşayın, bir kimlik çekmecenizin bulunması kaçınılmazdır. İçerisinde doğuştan taşıdığınız etnik ve dinsel aidiyetlerin, memleket bağlarının, aileden gelen ve gündelik hayata yansıtılmasa dahi varlığından haberdar olunan kültürel formların bulunduğu bir kimlikler bakiyesi olarak somutlaştırabileceğimiz kimlik çekmecesi, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan hiç kimsenin hiçbir zaman kapağını kapayamadığı, olsa olsa kapadığını sandığı ve bireysel, kolektif, ekonomik ve kültürel ilişkilerde geride bırakılabilse de, politik söylemde ve pratikte ülkenin şartlarından ötürü bir türlü kapanamayan bir zorunluluk çekmecesidir.
Her bireyin, doğuştan sahip olduğu nevi şahsına münhasır bir kimlik çekmecesi bulunur. Alevilik, Sünnilik, Türklük, Kürtlük, Ermenilik…bunların hepsi ve daha fazlası, bireyin kimlik çekmesinde bir ömür kalır. Dinsel olarak deist olabilirsiniz, fakat Sünni – Müslüman bir aileden geldiğiniz için siyasal analizde Sünni – Müslüman kategorisinde bir değerlendirmeye uğrarsınız; yahut, agnostiksinizdir, fakat Alevi bir aileden geldiğiniz için yine analizde, Alevi olarak değerlendirilirsiniz. Yani daha açık bir ifadeyle, kimlik çekmecenizdeki parçalar, sizin gündelik hayatınızdaki eğilimlerinizden, tercihlerinizden bağımsız olarak doğuştan elde edilmiş olma özellikleri nedeniyle makro – politik değerlendirmelerde bir aidiyet bağı olarak karşınıza çıkar; fakat en azından bu durum, birey üzerinde bir baskı yaratmaması nedeniyle sorun teşkil etmez.
Demokrasinin kurumsallaştığı, özgürlüklerin siyasal kültürün belirleyici bir parçası haline geldiği ve demokratik normların salt devlet – birey ilişkisinde değil, bireyler arası ilişkilerde de geçerli bir norm haline geldiği toplumlarda, kimlik çekmecenizde yer alan kimlikleri oradan çıkartmak için bir mecburiyetiniz bulunmaz ve aksine, içkin olduğunuz tercihlerinizle ve eğilimlerinizle kendini gerçekleştirdiğiniz için doğuştan taşıdığınız kimlikleri referans alma zorunluluğunuz ortadan kalkar. Somutlaştıracak olursak, böylesi bir toplumda, sözgelimi Alevi bir aileden gelen ateist bir bireyin, Alevilik üzerinden bir şeyler üretmesine ve politik pozisyon almasına gerek yoktur, nitekim demokrasinin kurumsallaştığı ve özgürlükler alanının geniş olarak kullanılabildiği bir yapıda bir inanç üzerinde baskı olmayacağı için Alevilikle ilgili pozisyon almayı gerektirecek bir zorunluluk da bulunmaktadır. Bu durum, diğer kimlik öğelerinde de bir farklılık göstermemektedir.
Fakat demokrasinin kurumsal ve kültürel geleneğinin kırılgan olduğu toplumlarda, kimliklere/eğilimlere/tercihlere dönük baskılar ve yönlendirme çabaları o kadar yoğundur ki , ister istemez kimlik çekmesindeki aidiyetlerden hangisi üzerinde baskı oluşuyorsa, onun üzerinden bir direniş noktası kurulur. Sözgelimi politik olarak muhafazakâr bir birey, başörtüsü yasağı nedeniyle “başörtüsüne özgürlük” söylemi üzerinden ve baskının öznesi olan “başörtüsü” nesnesini merkez edinerek özgürlükçü bir söylem geliştirmek zorunda kalır. Bu birey, gündelik hayatında muhafazakârlığını evrensel değerler üzerinde ve bireysel kimlik çekmecesindekilerin ötesinde kurgulamış olabilir, fakat ülkenin şartları nedeniyle, başörtüsü nesnesi üzerinden bir söylem geliştirmek zorunda kalmaktadır. Demokrasinin hakkıyla işlediği “olağan” bir sistemde başörtüsü üzerinden bir söylem geliştirmeyecek olan bu birey, baskının geldiği yeri karşılayabilmek adına, baskılanan yerden direnişini kurmak zorunda kalmaktadır.
Türkiye’de, toplumun kâhir ekseriyeti, ülkede içkin olan demokrasi açığından göreli olarak bağımsızca, hayatı kimlik çekmecesindeki aidiyetleri üzerinden yaşamayı yeğliyor. Birbirine benzeyen, benzer aidiyetleri taşıyan insanlar evleniyor, komşu oluyor, iş kuruyor, arkadaş oluyor ve böylelikle kimlik odaklı yaklaşıma paralel olacak şekilde, kendine güvenli bir yaşam alanı sağlıyor; öteki addettiği ile arasında güvenli bir mesafe bırakmış oluyor. Hayatı kimlik odaklı akıl yürütme ve tercihler üzerinden okumayı reddeden, evrensel insani değerler/bireysel ilgi alanları/hayatı kavrayış şekli…gibi faktörler üzerinden ilişki kuran, evlenen, komşu olan, iş kuran, arkadaş edinen ve bu topraklarda sayıca epey azınlıkta olan insanlar da, maalesef kimlik çekmecesini kapatamıyor; nitekim ülkemizde demokrasiye ve bireysel – kolektif özgürlüklere yeterince alan tanımayan siyasal kültür, böylesi bir “kavrayış”a imkân tanıyacak düzeyde bulunmuyor.
“Normal şartlarda” bahsini bile etmeyeceğiniz yahut ancak arkadaş sohbetlerinde geçmişten yahut aileden taşınan birer zenginlik olarak bahsedeceğiniz, gündelik hayatınızda da belirleyiciliği olmayan kimlik öğeleri, bir anda politik söyleminizde birer özne olarak yer almak zorunda kalıyor. Hele ki Türkiye gibi demokrasi açığının derin olduğu bir ülkede yaşıyorsanız ve ideolojik pozisyonunuzun zemini “mağduriyetleri sahiplenmek” üzerine kuruluysa, kimlik çekmecesi farklı nedenlerle de olsa sıkça açılıyor.
Hayatı kimlikler/aidiyetler ötesinden kavrayan bireyler, hayata ve topluma dair kaygılar taşıdıkları ölçüde, maruz kalınan baskıyı karşılaşamak adına kimlik çekmecesini sıkça açıp kapamak zorunda. Çünkü tarihsel ve ailevi aidiyetlerimiz ne olursa olsun, mutlaka, “en az” bir yerden baskıya uğruyoruz ve baskıya uğradığımız yerden de mücadeleyi kurmak zorunda kalıyoruz. Mevcut statükoda ortaya konulacak en makul tavır, kimlik çekmecesini açma ediminin politik zorunluluklardan kaynaklandığının ve demokrasi kültürünün yerleşik olamamasından kaynaklandığının ayırdında olmaktan geçiyor. Gündelik ilişkileri kimlikler-aidiyetler ötesindeki referanslarla kurarken, sıkça kimlik çekmecesini açmak zorunda kalmak, daha uzun yıllar, demokrasi açığının alamet-i farikası olacak.
Emrah Aslan
Hamburg Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans