Rumlar kabul etse de etmese de artık bir insanlık suçu olarak tanımlanan Kıbrıslı Türklere dünyadan soyutlama kararının yani izolasyonların kaldırılması gerekliliği BM’de ve AB’de tartışılmaya başlandı.
Rumlara sorulduğunda Kıbrıslı Türklere uygulanan herhangi bir izolasyon veya dünyadan soyutlama yok, biz böyle bir şey yapmadık diyerek soru soran kişinin gözünüzün içine baka baka yalan söylemekteler.
Ebedi alışkanlıkları. Yapacak bir şey yok.
Füle’nin Ankara ziyareti, Davutoğlu’nun Lefkoşa ziyareti ve Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun Brüksel ziyareti içinde konuşulan ve konuşulacak konulardan bir tanesi de bu izolasyonların kaldırılması.
Asıl resim gerçekte çok daha farklı boyutlarda. İzolasyonların kaldırılması bu resmin içinde küçük bir aracı rolden öteye değil.
Resmin önemli kısmı Türkiye’nin 21. Yüzyılın bu ilk on yılı içindeki ekonomik ve politik konumu ile bölgesel güç haline gelmiş olması.
Türkiye’ye yıllardır biçilen figüranlık rolünün artık bittiği, dünyanın ekonomik ve politik gücünü yıllardır ellerinde tutanlar tarafından bile dile getirilmekte.
Türkiye’nin, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye yaptığı üyelik başvurusu kendisine biçilen bu rol ve dini farklılığı nedeni ile yıllarca kasten sürüncemede bırakılmıştı.
Günümüzde bu roller değişti artık. Yılların figüranları senarist, senaristler de aktör ve figüran oldular.
Özellikle Avrupa Birliği, ekonomik ve siyasi birlikten öteye sadece bir Hristiyan Kulübü olduğunu ispatlarcasına son genişleme sürecinde Bulgaristan ve Romanya’yı içine alması ve onları geçen yıllar içinde bir türlü AB’ye adapte edememesi yaptıkları hatayı anlamalarına yetti, arttı bile.
AB’deki bir çok ülkenin, Rum tarafı dahil olmak üzere doğurganlık oranlarının ikinin altında olması, ekonominin iyi gitmemesi ve Yunanistan’ın başını çektiği beş ülkenin hızla batışa doğru gitmesi Brüksel’in gözünü açmasına neden oldu.
AB’nin başkenti artık kalbi ile değil beyni ile düşünmeye başladı ve Türkiye’siz hiçbir yere gidemeyeceğinin farkına vardı.
Şimdi artık Türkiye’yi nasıl dışlarızı değil, nasıl içimize alırızı düşünmeye ve konuşmaya başladılar.
Gelinen son nokta Brüksel’in Türkiye’nin AB’ye katılımını olmazsa olmaz olarak görmesi ve bu katılımın önündeki engelleri kaldırmak girişimleri.
Füle’nin Ankara ziyareti boşuna değil.
Ana tema engelleri nasıl kaldırabilir, katılımı nasıl hızlandırır ve başlıkları da nasıl açarızdı.
Brüksel’deki diplomat ve AB merkezinde görevli arkadaşlardan gelen bilgiler, önce Brüksel’in bu düşünceyi Ankara’ya işittirme olarak ilettiği, Ankara’dan da sıcak bir yaklaşım görünce, bunu fiiliyata dönüştürmek için karşılıklı olarak girişimleri başlattıkları şeklinde.
Şimdilik her şey yolunda gidiyormuş.
Türkiye, bu sefer 17 Aralık 2004’de yapılan AB Devlet Başkanları Konseyinde AB tarafından kendisine sözlü olarak verilen ve sonradan da tutulmayan vaatleri unutmamış ki, bu sefer her tür vaadi ve sözü, yazılı olarak taahhüt şeklinde, eski tabirle “Pullu ve Mühürlü” olarak istiyor.
Şimdi masada AB’nin, 2006’nın Aralık ayında, “Ankara Protokolü” olarak adlandırılan ve Kıbrıs Rum Kesimi dahil tüm AB ülkelerine limanların açılımını öngören anlaşmanın Türkiye tarafından yerine getirilmediği gerekçesiyle askıya aldığı 8 başlığın nasıl açılabileceği konusu var.
Türkiye gerçekte, AB’nin 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan Annan Planı Referandumundan hemen sonra Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonların kaldırılması amacı ile kabul ettiği Yeşil Hat Tüzüğü, Doğrudan Ticaret Tüzüğü, ve Mali Yardım Tüzüğü’nü söz verildiği üzere uygulamaya koymadığı ve benimki söz, seninki imzalı taahhüt dediği için söz konusu Protokole işlerlik kazandırmamıştı.
Türkiye ve AB şimdi katılım sürecinin tıkanma aşamasına geldiği bu dönemde, ikinci kez “liman açılımı” ile Kıbrıs düğümünü çözmeye ve başlıkların tümünü açabilmenin çalışmasını başlattı.
Liderlerin Ekim ayında yapacakları 4. Müzakere bu nedenle çok önemli. AB’nin gelecekteki ekonomik yapısı ve dünya siyaseti, bir ucundan bu müzakerenin sonucuna da endirekt olsa da bağlı artık.
Prof.Dr.Ata Atun