Dünya Arap Baharı’nın Suriye’de yarattığı siyasal/toplumsal karmaşa ile İran’ın nükleer programı odaklı bölgesel tabanlı ve küresel salınımlı krize kilitlenmişken, Ortadoğu’nun şekillenmesi yönünde en etkin güçlerden biri olan ve ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli karakolu olarak görülen İsrail’de önemli bir siyasal değişim yaşandı. Benjamin Netanyahu’nun başbakanlık koltuğunda oturduğu İsrail, yaşadığı ekonomik ve siyasal meşruiyet krizinden kaynaklanan tıkanıklığı ülkenin siyasal geleceğine çok ciddi etkilerde bulunabilecek olumsuz bir gelişmeye neden olmadan, yine Netanyahu’nun ustaca bir manevrası ile aşmayı bilmiştir. Öyle ki, daha birkaç gün önce erken seçim tartışmalarının yaşandığı ülkede bugünlerde oldukça geniş katılımlı ve siyasal meşruiyete haiz bir ulusal birlik hükümeti kurulmuş durumdadır.
İsrail Hükümeti’nin Filistin Sorunu konusunda izlediği tek taraflı politikalar ile barışçı tavrı ile bilinen Mahmud Abbas Yönetimi’ni dahi bezdirmesi ve bu sorunun içinden çıkılmaz bir hal alması hem uluslararası çevrelerde hem de BM nezdinde bu ülkenin diplomatik görünümünü olumsuz yönde etkilemiştir. Bunun yanı sıra, özellikle İsrail Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan ultra-muhafazakâr ve ırkçı lider Avigdor Lieberman’ın gerek bu ülkenin Ortadoğu’daki en önemli müttefiki Türkiye’ye karşı takındığı tutum, gerekse de aynı ismin Mübarek sonrası Mısır’a karşı geliştirdiği saldırgan söylem Suriye’deki gelişmeler ve İran Krizi ile birlikte düşünüldüğünde İsrail için sorun yaratmaya başlamıştı. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, kendi dışişleri bakanı nedeniyle gerek BM, gerek Türkiye ve Mısır gibi müttefik ülkeler, gerekse de ABD Yönetimi’nden tepki alınca, dış politika gündeminin daha tedbirli ve istikrarlı bir görünüm kazanmasını istemiştir. Bunu yapabilmek için de, hükümetin meşruiyetini arttıracak ve başbakanlık koltuğunu koruyacak bir çözüm üzerinde düşünmüş ve Avigdor Lieberman ile partisi Yisrael Beitenu’ya olan siyasal bağımlılığını ortadan kaldırabilmek için Knesset (İsrail Parlamentosu)’te en fazla sayıda sandalyeye sahip olan anamuhalefet partisi Kadima’yı hükümete dâhil etmeyi en önemli çözüm yolu olarak görmüştür. Benjamin Netanyahu bunu yaparken, kamuoyu anketlerinde sürekli olarak artış gösteren popülaritesini de hesaba katmış ve böyle bir hamle yapmanın kendisinin ve hükümetinin meşruiyetini arttıracağını düşünmüştür. Böylece başbakan olarak atacağı adımlar için İsrail Parlamentosu’nun neredeyse %75’inin desteğini arkasına almıştır. Nitekim mevcut konjonktürde Benjamin Netanyahu’nun başında olduğu geniş çaplı koalisyon hükümeti (Likud, Kadima, Yisrael Beitenu, Şas, Tevrat Museviliği, Bağımsızlar ve Yahudi Evi’nden oluşmaktadır) Knesset’teki 120 sandalyenin 94’üne sahiptir. Hükümet dışında kalan en önemli siyasal aktör ise İsrail İşçi Partisi olmuştur.
Anamuhalefette yer alan ve İran doğumlu eski Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı Şaul Mofaz’ın liderliğini yürüttüğü Kadima ise, Knesset’te en fazla sandalyeye sahip olan parti konumunda olmasına ve temelde aynı tezleri benimsemiş olduğu Likud ile asla ortaklık kurmayacağını daha Mart ayında açıklamış olmasına karşın, son dönemde halk nezdinde yitirdiği destek ve Benjamin Netanyahu’nun artan popülaritesi karşısında erken seçimlere girmeyi uygun görmemiş ve ulusal birlik hükümeti içerisinde yer alarak hem toplumsal meşruiyetini arttırmayı hem Netanyahu’yu daha yakından izlemeyi ve denetlemeyi hem de kendi iç ve dış politika tezlerini hayata geçirebilmeyi denemeye karar vermiştir. Birbirlerini hiç sevmeyen ve etno-kültürel manada ayrı toplumsal kutuplardan gelen (Netanyahu Aşkenazi’dir, Şaul Mofaz ise Mizrahi) bu iki lider kendi siyasal geleceklerini sağlama alabilmek ve İsrail’in içerisinde bulunduğu zor duruma geniş kapsamlı bir siyasal meşruiyet temelinde bir çözüm bulabilmek için bir araya gelmeyi tercih etmişlerdir. Bu birliktelikten en kötü etkilenecek aktörler ise, hükümet içerisindeki ağırlığı ve önemi azalacak olan Avigdor Lieberman ile ulusal birlik hükümeti dışında kalan ve süreci şekillendirme noktasında hiçbir etkisi olamayacak konuma sürüklenen İsrail İşçi Partisi’dir.
İsrail’de gerçekleşen hükümet değişikliğinin en temel nedenlerinden birisi Ortadoğu’daki gelişmeler ile İsrail-Türkiye ve İsrail-Mısır İlişkileri’nin gerilmesi ve sağlam bir siyasal meşruiyete ve devlet adamı olgunluğuna sahip isimler tarafından düzeltilmeye ihtiyaç duyulması ise diğeri de İsrail toplumunda gün geçtikçe artan ekonomik tabanlı huzursuzluk ve sosyo-kültürel gerginliktir. İsrail’e göçün gün geçtikçe artıyor olmasına karşın ülkenin ekonomi ve sosyal entegrasyon politikalarının iflas etmesi ve özellikle İsrailli yerleşimcilerin Batı Şeria’da inşa ettikleri toplu konut projelerinin İsrail makamları tarafından hukuka aykırı olduğu ve ülkenin güvenliğini tehlikeye düşürdüğü gerekçesiyle iptal edilmesi de sosyal problemlerin ne denli ayyuka çıktığını kanıtlamaktadır. Ne var ki, kısa vadede yeni kurulmuş olan ulusal birlik hükümetinin de ekonomik ve yerleşim tabanlı problemlere çözüm bulması beklenmemelidir.
Benjamin Netanyahu, Avigdor Lieberman’ın aşırılıkçı ve mantık çerçevesinde ele alınamayacak dış politika manevralarından kurtulmak, Obama Yönetimi’nin kendi üzerinde uyguladığı dış politika odaklı baskıdan biraz olsun sıyrılmak ve İran Krizi’nde izlenecek politika konusunda en geniş mutabakatı sağlayabilmek hedefini oluşturulan yeni hükümet sayesinde tutturabileceğini düşünmektedir. Halkın kendisine olan desteğini bu yönde bir destek noktası olarak kullanabilmek ve siyasal sorumluluğu en yakın rakibi olarak gördüğü Kadima ile paylaşarak üzerindeki yükü hafifletebilmek de Netanyahu’nun hedefleri arasındadır. İsrail’in Türkiye’ye yönelik politikasının kısa vadede değişmesi beklenmemelidir. Nitekim ne Netanyahu ne de Kadima lideri Mofaz, Mavi Marmara Baskını’nı tüm sonuçlarıyla ve Türkiye’nin ortaya koyduğu tezler çerçevesinde değerlendirmeye yatkın isimler değildir. Hükümet değişikliğiyle iki ülke ilişkilerinde kısa vadede değişmesi beklenebilecek en önemli husus, Avigdor Lieberman’ın biraz daha geri planda kalmasının sağlanması ve onun her biri birbirinden saçma ve tehdit kokan mesajlarının tonunun düşürülmesi olacaktır. Zira hem Netanyahu hem de Mofaz, Türkiye’nin asla kaybedilmemesi gereken bir aktör olduğunu çok iyi bilecek kadar deneyimli ve İsrail’in güvenlik odaklı devlet geleneğini içselleştirmiş isimlerdir.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi