Sorunlar yumağı olarak görülen Ortadoğu’nun en önemli kriz üretim merkezi olan İsrail, son dönemde izlediği çatışmacı dış politikayla bölgede daha da yalnızlaşmaktadır. Aşırı milliyetçi ve radikal dinci temellere sahip olan mevcut İsrail Hükümeti’nin, askeri gücüne ve ABD nezdinde sahip olduğu nüfuzuna da güvenerek dengeleri gözetmeden hareket etmeye başlamıştır. Bu durum, hem İsrail toplumunun büyük bir çoğunluğundan hem de uluslararası aktörlerden tepki topluyor olsa da, Arap Baharı özelinde Ortadoğu’da ortaya çıkan geniş çaplı değişim dalgası dikkatlerin Libya ve Suriye gibi ülkelere çevrilmesine neden olduğu için İsrail’in izlediği çatışmacı dış politika stratejisi fazla ön planda tutulmamaktadır. Benjamin Netanyahu liderliğindeki İsrail Hükümeti’nin tarihsel müttefiki Türkiye ile ilişkileri düzeltmektense daha da gerginleştirmeye ve tamamen koparmaya dönük dış politika stratejisi, başta ABD olmak üzere birçok ülkeden ve uluslararası aktörden tepki toplasa da, İsrail Hükümeti’nde büyük çaplı bir değişim yaşanmadığı müddetçe bu ülke ile Türkiye’nin ilişkilerinin düzelmesi de beklenmemelidir.
İsrail Hükümeti’nin son dönemde dış politika anlamında katıksız realist argümanlara sarılmasında ve bu bağlamda Türkiye ile ilişkileri dahi gözden çıkarmasında etkili olan iki önemli faktör bulunmaktadır. Bunlardan birisi iç, diğeri de dış politikaya ilişkin olarak değerlendirilebilir. Değişik ülkelerden ve değişik kültür odaklarından gelen insanların göç ederek kurduğu İsrail Devleti, son dönemde ciddi bir ekonomik kriz içerisine girmiştir ve halkın önemli bir bölümü hükümetin izlediği ekonomi politikalarına karşı geniş çaplı protesto gösterileri düzenlemeye başlamıştır. Bu durum kurulduğu günden bu yana toplumsal bütünlük sağlayamayan ve çok parçalı bir sosyo-kültürel yapı arz eden İsrail’de, iç politikanın ekonomi, sosyal refah ve eşitlik gibi kavramlar etrafında şekillendirilmesi istemini körüklemiştir. Hâlbuki İsrail hükümetlerinin temel kanısı, heterojen bir görünüm arz eden ve her an sosyo-kültürel ve ekonomik temelli bir bunalımın yaşanmasına neden olabilecek bu toplumsal yapıyı İsrail’in varlığını tehdit eden düşmanlara karşı birlikte mücadele mottosuna sarılarak ve dinsel-milliyetçi tezlere dayalı bir dış politika üreterek bir arada tutabilmekti. Bugüne kadar oldukça başarılı bir şekilde işletilmiş olan bu dış politika stratejisi, son dönemde ekonomik krizin sosyo-ekonomik ayrımları derinleştirmesi, toplumsal eşitsizliğin ayyuka çıkması ve İsrail’in izlediği çatışmacı dış politikanın İsraillileri daha da yalnızlaştırması gibi sebepler doğrultusunda artık işlerliğini kaybetmeye başlamıştır. Özellikle Türkiye ile ilişkilerin kopma noktasına gelmiş olması, İsrail halkının büyük çoğunluğunun yanı sıra tedbirli ve makul devlet adamlarının da hükümetin politikalarına olan tepkisini arttırmıştır.
İsrail’in son dönemde izlediği dış politikaya göz gezdirdiğimizde, bu politikanın çatışmacı temellere oturtulduğu daha iyi anlaşılacaktır. İsrail’in en önemli çekincelerinden biri, kendisinden bağımsız bir şekilde bağımsız Filistin Devleti’nin kurulması ve bu devletin BM nezdinde de tanınma olanağına kavuşmasıdır. Son dönemde Hamas ve El Fetih’in, bağımsız Filistin Devleti’nin kurulabilmesi ve teritoryal-toplumsal bölünmelerin aşılabilmesi noktasında işbirliğine gideceklerini açıklamaları, Filistin’deki siyasal-toplumsal bölünmüşlüğü etkin bir şekilde kullanan İsrail’in dış politika stratejisine ciddi bir darbe vurmuştur. Bu nedenle İsrail, Filistin’deki siyasal grupların arasını açmaya ve onları yeniden birbirlerinden uzaklaşmaya zorlamak istemektedir. Geçtiğimiz günlerde, İsrail’in Kızıldeniz kıyısındaki Eilat Şehri yakınlarında düzenlenen saldırılar sonucu İsrail vatandaşlarının ölmesi sonrası, İsrail’in Hamas’ı suçlaması ve Gazze’ye hava operasyonu düzenlemesi bu durumun bir kanıtıdır. İsrail, bu operasyon ile özellikle El Fetih’e ve onun lideri Mahmud Abbas’a Hamas ile işbirliğinin bir fayda sağlamayacağını ve Hamas’ın düzenleyeceği eylemler ile kurulacak bağımsız bir Filistin Devleti’nin temellerini sarsacağını kanıtlamak istemiştir. Ne var ki, İsrail’in bu stratejisi pek bir işe yaramamış gibi görünmektedir. Zira El Fetih-Hamas işbirliği sürmekte ve Eylül 2011 sonrasında bağımsız Filistin Devleti’nin tanınması için BM nezdinde başvuru yapılacağı belirtilmektedir. İsrail’in Gazze Saldırısı, İsrail içerisindeki gösterilerin son bulmasını sağlamadığı gibi, son dönemde İsrail vatandaşı Araplar ile İsrailliler arasındaki toplumsal kaynaşmanın da artmaya başladığına tanıklık ediyoruz. Bu gelişme dramatik bir dönüm noktası olabilir.
İsrail’in izlediği çatışmacı dış politika pratiğinin bir diğer göstergesi de Mısır ile yaşanmaya başlanan sorunlardır. Bilindiği gibi Mısır halkı, Arap Baharı kapsamında ABD ve İsrail yanlısı Hüsnü Mübarek’i devirmişti ve ülke Mübarek sonrası bir geçiş dönemi içerisindedir. Mübarek sonrası iç siyasette etkin olması beklenen birçok siyasal hareket ise Mısır’ın İsrail ile olan ilişkilerinin yeniden ele alınmasından yanadır. Bu durum İsrail’i telaşlandırmıştır ve İsrail Hükümeti, Mısır’a mesaj verme kaygısı içerisine sürüklenmiştir. Nitekim İsrail güvenlik güçlerinin Filistinli militanları kovalamak için Sina Yarımadası’nda Mısır topraklarına girmeleri ve bu esnada 5 Mısır askerini de öldürmeleri iki ülke ilişkilerinin daha da gerginleşmesine neden olmuştur. İsrail, sınır ihlali ve ölümler nedeniyle üzgün olduğunu kaydetse de, Mısır’ın Sina Yarımadası’nda güvenliği sağlayamadığını da belirterek bu ülkeye bir mesaj vermiş ve gerekirse bu bölgede güvenliği kendisinin sağlayacağını göstererek Mısır Yönetimi’ni de uyarmıştır. Fakat İsrail’in bu tutumunun Mısır nezdinde ters teptiğini görebiliyoruz. Nitekim bu saldırı sonrası Mısır, İsrail büyükelçisini geri çekmiş, sorumluların cezalandırılmasını istemiş ve İsrail’den resmi özür beklediğini açıklamıştır. Yani Mısır, iki ülke ilişkilerinin Hüsnü Mübarek dönemindeki görüntüsünden uzak olacağını İsrail’e kanıtlamıştır. Bu olay, İsrail’in artık güneyinden de tehdit algılar hale geldiğini göstermektedir.
İsrail’in izlediği çatışmacı dış politikanın en önemli unsurunu ise Türkiye ile ilişkiler oluşturmaktadır. İsrail’in Gazze Ablukası’nın kaldırılmasını amaçlayan ve uluslararası bir inisiyatif olarak görülebilecek yardım konvoyuna uluslararası sularda saldırması ve Mavi Marmara adlı Türk gemisi içerisinde 9 Türk vatandaşını katletmesi ile sonuçlanan olay sonrasında en alt düzeye indirilen ikili ilişkiler, İsrail tarafının adım atmaması nedeniyle tam anlamıyla kopma noktasına gelmiştir. Türkiye, bu olay sonrasında İsrail’in resmi olarak özür dilemesini, öldürülen Türk vatandaşlarının ailelerine tazminat ödemesini ve Gazze Ablukası’nın kaldırılmasını ya da hafifletilmesini talep etmişti. Ne var ki, İsrail Hükümeti’nin üzerine kurgulandığı aşırı milliyetçi ve tavizsiz tutum, Türkiye’nin haklı taleplerinin karşılanması hususunda herhangi bir gelişmenin kaydedilememesine neden olmuştur. Türkiye’nin talebiyle BM nezdinde kurulan Mavi Marmara tahkikat komisyonunun hazırladığı raporun açıklanması ise sürekli olarak ertelenmekte ve bu durum da gerginliğin artmasına neden olmaktadır. Aslında bu raporun açıklanmasının sürekli olarak ertelenmesinin nedeni, raporun açıklanması ile iki ülke arasındaki gerginliğin daha da artmasından endişelenilmesidir. Palmer Raporu adını alan bu raporun açıklanmasının ertelenmesini isteyen taraf ise İsrail’dir. İsrail, raporun açıklanması ile kendisi üzerinde oluşacak siyasal baskıyı kırabilmek için zaman kazanmaya çalışmakta ve bu arada Türkiye’yi ikna ederek kendisine fazla yük oluşturmayacak bir çözümün bulunabilmesini arzulamaktadır. Ne var ki, iki ülke dışişleri yetkililerinin yaptıkları görüşmelerden hiçbir sonuç çıkmamaktadır. Zira İsrail tarafı, Türkiye’nin özür talebini yerine getirmemekte diretmektedir. Hâlbuki Türkiye’nin en önemli isteği de, İsrail’in resmen özür dilemesidir. İsrail tarafı, birkaç kez özür dilemenin eşiğine kadar gelmiş olmasına karşın, hem İsrail hükümetini oluşturan koalisyon içerisindeki parçalı yapı, hem de İsrail hükümetinin en önemli destekçisi komundaki aşırı milliyetçi kesimlerin kaybedilebileceği düşüncesi, Türkiye’nin özür isteğinin yerine getirilmesini engellemiştir. İsrail, Türkiye ile ilişkilerinin kopma noktasına gelmesinin ardından Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile siyasal ilişkilerini ilerleterek ve özellikle Doğu Akdeniz’de bulunan enerji kaynaklarının çıkarılması ve işletilmesi konusunda Rum yönetiminin tezlerine destek verdiğini açıklayarak Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istemektedir. Fakat bu dış politika manevralarının Türkiye’yi taleplerinden vazgeçirmeye yetmeyeceğini İsrailli yetkililer de çok iyi bilmektedir. Bu durumu, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un açıklamalarından rahatlıkla anlayabiliyoruz.
İsrail’in mevcut dış politika stratejisi, halk nezdinde meşruiyetini yitirmiş bir hükümetin milliyetçi tezlere yaslanarak iktidarını koruyabilme çırpınışları olarak görülebilir. Ancak ABD Yönetimi nezdinde dahi tepkiyle karşılanan bu hükümetin çok fazla yaşama şansı olmadığı da ortadadır. Önümüzdeki dönemde İsrail siyasetinde sağduyunun galip gelmesi ve bu ülkenin Arap Baharı’nın şekillendireceği yeni Ortadoğu denkleminde barışçıl amaçlarla yer alması, Türkiye’nin ve tüm uluslararası aktörlerin en önemli dileğidir.
Göktürk Tüysüzoğlu
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi