Avrupa’nın ve dünyanın en zengin ve müreffeh bölgelerinden biri olarak gösterilen ve çok kültürlü yaşamın en iyi uygulandığı coğrafya olarak tanımlanan İskandinavya Yarımadası, geçtiğimiz günlerde Norveç’te yaşanan dramatik terör olayıyla sarsıldı. Avrupa’nın en zengin ülkelerinden biri olan ve AB üyeliğini iki kez reddedebilmiş bir devlet olmakla ne kadar müreffeh bir sosyo-kültürel yapıya sahip olduğunu kanıtlayan Norveç, uzun bir süredir sosyalist hükümetler tarafından yönetilmekteydi. Ne var ki, Avrupa’da yükselişe geçen aşırı sağcı söylemler ve eylemler bu ülkede de kendisini kanıtlama amacındadır. Sahip olduğu demokratik yönetim anlayışı ve göçmen kabulüne açık siyasal ve toplumsal yapısıyla her zaman saygın bir ülke olarak addedilen Norveç, 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizden ciddi bir şekilde etkilenmiştir. Ekonomik kriz, tüm Avrupa’da olduğu gibi Norveç’te de işsizlik ve vergi artışları gibi hoşnutsuzluk verici uygulamaları beraberinde getirmiş ve halkın huzursuzluğunun artmasına yol açmıştır. İşte, Anders Behring Breivik adlı 32 yaşındaki Norveçli de bu sosyo-ekonomik krizden kötü etkilenen insanlardan biridir. Ne var ki, bu isim aynı zamanda çok kültürlü yaşama karşı, içe kapanık ve köktendinci Hıristiyan dürtülere de sahip sorunlu bir kişilik olunca 92 kişinin ölümüne yol açan terör saldırısının yaşanması pek de sürpriz bir gelişme olarak görülmemiştir.
Ölen kişilerin sayısı bir istisna olarak algılanabilecekse de Avrupa’nın genelinde ve İskandinavya’da son dönemde yükselişe geçen aşırı sağcı hareketler ve bireysel gösteriler, göçmen karşıtlığı ve özellikle Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki gerginliği arttıran karikatür krizi gibi olaylarla da birleştirildiğinde, El Kaide vb. terör örgütlerinin tehditleri de bir gösterge olarak alındığı zaman, böyle bir olayın uzun bir süredir beklendiği ortadadır. Norveç’teki terör saldırısı, aşırı sağcı görüşleri ile tanınan ve sosyalist hükümetin uyguladığı ekonomi politikaları ve çok kültürlü yaşamı özendirerek göçmenleri topluma entegre etmeye çalışan uygulamalara karşı çıkan köktendinci bir etnik İskandinav’ın çılgınlığa varan isyanı olarak algılanabilir. Dikkat edilirse saldırıda hedef seçilen mekanlar tepkinin odak noktasını oluşturan Oslo’daki hükümet binaları ile iktidarda bulunan Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin gençlik kampının yer aldığı Utoya Adası olmuştur. Saldırı kapsamında göçmenler hedef alınmamış olmasına karşın, bu saldırı hükümete verilmiş bir mesaj olarak algılanabilecektir. Nitekim önümüzdeki dönemde yabancıları ve 11 Eylül Saldırıları’nın ardından günah keçisi haline getirilmiş olan Müslümanları hedef alan daha kapsamlı saldırılar yaşanabilecektir.
Norveç’teki çılgın saldırı, son dönemde Avrupa’da yükselişe geçen aşırı sağın mahiyetine ilişkin bir sorgulama yapmayı gerekli kılmıştır. Avrupa’nın geneli 2000 sonrası dönemde konjonktürel olarak aşırı sağın yükselişine tanıklık etmiştir. Bunun ilk örneği, 2001 yılında Avusturya’da görülmüş, aşırı sağcı Jörg Haider’in koalisyon ortağı olması ihtimali ortaya çıkınca, AB’nin Avrupa’nın demokratik değerlerine olan vurgusu ve baskısı neticesinde Haider’in iktidar umutları ortadan kalkmıştır. Ne var ki, bu ilk örnek sonrası Avrupa’da sağın yükselişi ve gitgide ketumlaşması süreci de devam edegelmiştir. Üstelik bu hareketin kaynağını aldığı temel nirengi noktası da AB’nin dönüşüm sürecinin beraberinde getirdiği işsizlik, enflasyon ve vergi artışları gibi yapısal ekonomik sorunlar ile AB’nin genişleme sürecinin tetiklediği sosyo-kültürel çatışmalar olmuştur. Bugün AB içerisinde dahi, 2004 öncesinin üye ülkeleri ile 2004 yılı ve sonrasında üye olan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında bir sosyal ve siyasal çatışma yaşanmaktadır. Bu çatışmanın yanı sıra, özellikle Ortadoğu ve Afrika’dan Avrupa’ya göç eden insanlar ile yerli Avrupalılar arasında baş gösteren ve din, dil, gelenek ve görenekler üzerinden şekillenen sosyo-kültürel ayrım çizgisi, küresel ekonomik krizin ekonomideki durgunluğu arttırması ile birlikte tam anlamıyla ayyuka çıkmıştır. Bugün Avrupa’da çok kültürlülük, demkratik olgunluk, insan hakları ve moral değerleri vurgulayan partiler değil; göçmen, Müslüman, AB karşıtı ve ayrılıkçı tezleri savunan siyasal hareketler prim yapmaktadır. Hollanda’da aşırı sağcı siyasetçi Geert Wilders’in Özgürlük Partisi, Belçika’da Flaman ayrılıkçılığını savunan ve buna uygun olarak Valon karşıtı bir çizgide buluşmuş olan partiler, İtalya’da koalisyon ortağı olmayı başarmış ve Kuzey İtalya’nın İtalya’dan ayrılması gerektiğini savunan Kuzey Birliği ve bunların yanı sıra Avusturya, Danimarka, Bulgaristan, Macaristan ve Fransa gibi ülkelerde aktif bir rol oynamaya başlayan birçok siyasal hareket, Avrupa’nın popülist, göçmen karşıtı ve türdeş milliyetçi partilerini nitelemektedir. Tüm bu partiler ve siyasal hareketler, AB’nin üzerine inşa edildiği “çeşitlilik içerisinde birlik” mottosuna aykırı bir duruş sergilemekte ve türdeş milliyetçiliği ve ulusal özlemleri yansıtmaktadır. Bu partilerin varlığı, Avrupa halklarının ve başta Müslümanlar olmak üzere göçmenlerin bir arada yaşayabilme olanağını ortadan kaldırmaktadır.
Avrupa’da ortaya çıkan bu olumsuz manzaranın en önemli sebeplerinden biri de, özellikle son dönemde iktidara gelen hükümetlerin küresel ekonomik kriz karşısında çözüm önerileri üretmektense popülist söylemleri kullanmayı tercih etmesi ve krizlerin nedeni olarak ülkeye yerleşen göçmenleri (yabancıları) göstererek onları günah keçisi haline sokmasıdır. Bu durum aşırı sağın üzerinde yükseleceği toplumsal zemini yaratmakta ve milliyetçilik ya da ekonomik korumacılık gibi ayrımcı ideolojileri ve uygulamaları mümkün kılmaktadır. Bu gerçekliğin söylem bazında dahi ortaya konması, Avrupa halklarını aşırı sağa ve dışlayıcı tedbirler almaya itmektedir. Fransa ve Almanya’da göçmenlerin yaşadığı gettoların giderek büyümesi ve çevrelenmeye başlaması, bu ülkelerin vatandaşlarının savunma yönlü ve dışlayıcı bir çizgiye tutunduğunu bizlere kanıtlamaktadır.
Avrupa’da aşırı sağa duyulan yakınlık, bu kesimi temsil eden partilerin aldığı oy oranlarından çok daha yüksektir. Sağ söylem, kendisini merkezde gören partilerin dahi programlarına yansımaktadır. Merkez partilerinin yaptığı en önemli hata, popülist ve milliyetçi bir dil kullanmak olmaktadır. Zira bu söylem, seçimlerde kendilerine değil marjinal partiler olarak bilinen aşırı sağcı partilerin işine yaramaktadır. Üstelik aşırı sağcı partiler, toplum nazarında itibar görmeye başladıktan sonra programlarını söylem bazından çıkararak, daha ılımlı ve bilimsel görünen ancak temelde ayrımcılığı gözeten ciddi projeler geliştirmeye başlamaktadırlar. Yani bu partiler artık söylem bazından eylem aşamasına geçmek üzeredirler. Bu durum oy potansiyelini de arttıran tehlikeli bir gidiş olarak görülmelidir. Fransa’da 10 yıl öncesine kadar aşırı sağcı marjinal bir parti olarak görülen Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’in, 2012 Cumhurbaşkanlığı Seçimi anketlerinde Nicolas Sarkozy ve Sosyalistlerin adayının önünde yer alması, Avrupa’nın çeşitlilik ve demokrasi üzerine kurgulanan siyasal görünümünü tehdit eden önemli bir tehlikeyi yansıtmaktadır.
Avrupa, milliyetçilik ve korumacılık üzerinden şekillenen ve ekonomik gidişatın yönlendirdiği çıkmaz bir sokağa girmiş durumdadır. Bu durum demokrasinin beşiği haline gelmiş, çok kültürlü yaşamın ve sosyal refah programlarının günlük hayatın bir parçası olarak algılandığı İskandinavya’nın siyasal iklimini de etkilemektedir. Norveç’te yaşanan trajik olay, İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt’in de belirttiği gibi Avrupa’nın ve İskandinavya’nın demokratik kültürüne yönelmiş bir saldırıdır. Ne var ki, giderek kötüleşen güncel ekonomik veriler ve toplumsal histeri krizine tutulmuş olan Avrupa toplumu, Avrupa’nın ve bir medeniyet projesi olan AB’nin geleceği ile ilgili pek de olumlu sinyaller vermemektedir.
Göktürk Tüysüzoğlu
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi