2004 yılında Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi tarafından “Tevhid ve Cihad” adıyla kurulan ve daha sonra de El Kaide şemsiyesi altına girdiğini açıklayarak adını Mezopotamya El Kaide’si olarak farklılaştıran Selefi bir örgütlenme, 2006 yılının sonlarına doğru Ebu Ömer El Bağdadi liderliğinde farklı bir ismi benimsedi.
Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak adlandırılan bu örgüt, Selefilik anlayışına bağlı ve cihadı temel felsefe olarak gören bir aktör olarak Irak ve Suriye topraklarının özellikle kuzey kesiminde Sünni Araplar, Türkmenler ile Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları topraklarda Selefi İslam yorumuna dayalı bir devlet kurmayı amaçlamaktadır. ABD ordusunun, 2010 yılında, Ebu Ömer El Bağdadi ile yardımcısı Ebu Hamza El Muhacir’i düzenlediği bir operasyonla öldürmesinin ardından, IŞİD’in liderliğini Ebu Bekir El Bağdadi üstlenmiştir. Bu örgüt, Suriye’de iç savaş başlayana dek yalnızca Irak topraklarında, özellikle de Anbar Eyaleti’nde yer alan Felluce ve Ramadi gibi Sünni Arap ağırlıklı şehirlerde etkinlik göstermiş, Suriye’de iç savaşın başlamasının ardından ise Suriye’nin kuzey kesiminde Türkiye ve Irak sınırına paralel topraklarda varlığını ispatlamıştır. IŞİD, Suriye Kürtlerinin siyasal temsilcisi PYD (YPG) ve Özgür Suriye Ordusu ile yaptığı askeri mücadele ile adını duyurmuş ve PYD karşısında yeterince başarılı olamamış olmasına karşın, içerisinde laik, liberal ve milliyetçi fraksiyonlardan temsilcilerin de bulunduğu Suriye muhalefetinin meşru askeri temsilcisi Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’na karşı ciddi bir başarı kazanmıştır. Özgür Suriye Ordusu’na karşı savaştığı için Esad taraftarı olarak görülen, Suriye Kürtleri ile mücadelesinden ötürü de Kürtler tarafından “düşman” olarak benimsenen IŞİD, 2013 yılı içerisinde El Kaide tarafından da dışlanmıştır. Öyle ki, örgüt kendisini El Kaide şemsiyesi içerisinde gördüğünü açıklamasına ve tıpkı El Kaide gibi Selefilik ekseninde hareket etmesine karşın, El Kaide lideri Eymen El Zevahiri, örgütün Suriye’deki temsilcisinin El Nusra olduğunu açıklamıştır. Hatta bu açıklamanın ardından IŞİD ile El Nusra arasında silahlı çatışmalar da yaşanmış ve IŞİD, Mumbuc ve petrol rezervleri ile bilinen Rakka’nın ardından, El Nusra’nın elindeki Deyr-Ez Zor’u da ele geçirerek Irak sınırını kontrolüne almıştır.
IŞİD, dünyanın dört bir yanından gelmiş (Çeçenistan, Afrika, Pakistan, Afganistan, Libya, vb.) ve Selefi İslam’a dayalı bir şeriat devleti kurmayı ortak hedef olarak gören militanlardan oluşmaktadır. Suriye’deki silahlı savaşçılarının sayısının 5-6 bin, Irak’taki savaşçılarının sayısının ise 10 binin üzerinde olduğuna dair analizler yapılmaktadır. IŞİD’in silah ihtiyacını nasıl karşıladığına dair yapılan analizlerde, ABD Ordusu’nun Irak’taki depolarından çalınan silahlar ile aralarında Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve hatta ABD’nin de bulunduğu ülkelerce Suriye muhalefetine gönderilen silahların önemli birer unsur olduğu değerlendirilmektedir.
ABD işgali sonrası Irak’ın etnik/dinsel/mezhepsel temelde parçalara bölündüğünü ve zaten hiçbir zaman toplumsal bir dayanak noktası olamayan Iraklılık kimliğinin, bir “üst kimlik” olarak hiçbir değerinin ve bağlayıcılığının kalmadığını belirtmek gerekir. Kuşkusuz bu durum, devlet kurumlarını ve tabii ki orduyu da oldukça olumsuz bir yönde etkilemektedir. Federal temelde işletilmeye çalışılan sistem, Kürtlerin “de facto” bağımsız tutumları ile çoğunluğu oluşturan ve Maliki liderliğinde merkezi hükümeti elde tutan Şiiler ve nüfusun yaklaşık %20’sini oluşturan Sünniler arasında anlaşmazlıklara sahne olmaktadır. Bu anlaşmazlık en çok IŞİD’in işine yaramıştır. Zira Irak’ın batısında Anbar Eyaleti (Felluce, Ramadi) ile Musul’da çoğunluğu oluşturan Sünniler, merkezi hükümete olan tepkilerini IŞİD’e destek verme yönünde göstermiş ve IŞİD Sünni aşiretlerin de desteğini alarak ciddi bir toplumsal/siyasal desteğe yaslanmaya başlamıştır. Yani Irak’taki toplumsal ayrım çizgilerinden beslenen siyasal anlaşmazlık, IŞİD’in, başta Musul, Tuzhurmatu ve Tikrit olmak üzere, Irak’ın batısındaki işgal hareketini kolaylaştırmıştır. IŞİD’in bu bölgeye gerçekleştirdiği işgal esnasında, Irak Ordusu’nun etkisiz kalması ve dağılmasının en önemli nedeni ise, çoğunluğu Şiilerden oluşan ordunun Sünnileri korumaktan kaçınması ve bölgedeki Sünni aşiretlerin IŞİD savaşçılarına destek vermesidir. IŞİD, Irak ve Suriye topraklarında bir devlet kurmayı amaçlıyor olsa da, El Kaide tarafından reddedildikten sonra bölgesel gelişmeler/stratejiler çerçevesinde kullanılabilecek bir taşeron örgüt olarak da addedilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda, IŞİD’in Irak işgalini ve Türkiye’nin Musul Konsolosluğu’na yönelik eylemini de örgütün bu karakteri çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bu işgal ve saldırı ile kim neyi hedeflemiş olabilir?
Her şeyden önce Türkiye ile Irak Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki enerji sevkiyatına dair anlaşmanın Irak Hükümeti ve ABD’de rahatsızlık yarattığını söylemek gerekir. Bu rahatsızlık, Kuzey Irak’tan Türkiye’ye gaz akışının Mayıs sonu itibarıyla başlamasının ardından daha da artmıştır. IŞİD’in Irak’taki ileri harekâtı ise gaz akışının başlamasının hemen ardından gerçekleşmiştir. Harekât kapsamında Türkiye’nin Musul Konsolosluğu işgal edilmiş ve Kürt Bölgesi’ne yönelik ciddi bir tehdit ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede ele aldığımızda, IŞİD’in bu operasyonunun Türkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi’nin enerji temelli yakınlaşmasından rahatsız olan ABD ve Maliki Irak’ının işine gelmektedir. Irak Ordusu’nun hiç savaşmadan geri çekilmesi ve ABD’nin gösterdiği tepkinin nispeten “düşük düzeyli” olması bu noktada değerlendirilmesi gereken ilginç gelişmelerdir.
IŞİD’in işgal operasyonu kapsamında ele alınması gereken bir diğer husus ise Sünniler ile Şiiler arasındaki mezhep tabanlı siyasal anlaşmazlıktır. Bilindiği üzere, Sünniler, Nuri El Maliki hükümetini kabul etmek istememektedir ve son dönemde Anbar Eyaleti ile Musul’da hükümet karşıtı gösteriler/saldırılar artmaktadır. Bu durumdan rahatsız olan Maliki, bölgeye müdahalede bulunabilmek ve otoritesini bölgede teşkilatlandırabilmek için, Sünni Arapların, IŞİD ile birlikte hareket ettiğine dair bir imaj yaratmak ve yaratılan bu imaj üzerinden Sünni göstericilere karşı, çoğunluğu Şiilerden oluşan Irak Ordusu eliyle şiddet kullanmayı meşrulaştıracak bir görünüm yaratmak istemiş olabilir. Havadan bombardıman ise şiddet kullanımının en net göstergesi olacaktır. IŞİD’in bütün dünyaca bilinen kötü şöhreti, Maliki’ye, Sünnilere karşı kullanabileceği bir alan açmaktadır. IŞİD’in Türkiye’nin Musul Konsolosluğu’nu işgal etmesi de Maliki’nin Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir meşruiyet unsuru olmaktadır.
IŞİD’in Bölgesel Kürt Yönetimi topraklarına saldırmaması, Musul ve çevresinden kaçan Arap ve Türkmenlerin Kürt Yönetimi’ne sığınması ve Irak Ordusu’nun bölgeyi boşaltmasının ardından Kerkük’ün de tamamıyla Peşmerge güçlerinin eline geçmiş olması, Bölgesel Kürt Yönetimi ile IŞİD arasında bir anlaşmanın olduğuna dair şüphe doğurmasına karşın, IŞİD’in, Suriye’de PYD ile yaptığı kanlı mücadele, bu ihtimali zayıflatmaktadır.
IŞİD’in, Musul Konsolosluğu’na yapılan saldırı sonrası eline geçirdiği 49 rehineyi geri vermek için Türkiye’de tutuklu bulunan IŞİD militanlarının serbest bırakılmasını istediği yönünde haberler gelmektedir. Ne var ki, IŞİD’in bu denli büyük ve ses getirici bir eylemi yalnızca birkaç militan için yaptığı hususu oldukça şüphelidir. Yukarıdaki faktörler/senaryolar bağlamında sürecin kademe kademe değerlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin, IŞİD ve El Nusra gibi örgütlere karşı duruşunun, ABD’nin yoğun baskısı neticesinde değişmesi ve Aralık 2013’ten bu yana, Selefi örgütlerin Türkiye sınırını çok etkin bir şekilde kullanamaz hale gelmesi, IŞİD’in, Musul Konsolosluğu’na düzenlediği işgal ve rehine eyleminin gerisindeki en önemli hususlardan biri olarak görülmelidir.
Ortadoğu dünyanın belki de en zor bulmacasıdır. Bu coğrafyada bölgesel bir dengeleyici/lider olabilme hedefi ile ortaya çıkmak, etnik/dinsel/mezhepsel fark gözetmeksizin her aktör ile temasa geçebilmek ve asgari müştereklerde buluşabilmeyi gerektirir. Türkiye, bu gerçeklikten Arap Baharı ile birlikte uzaklaştığı için, IŞİD gibi örgütlerin hedefi olabilmekte ve bölgenin yakın bir zamanda çözülmesi beklenmeyen sorunlarından doğrudan etkilenen bir aktör haline gelmektedir. IŞİD, muhtemelen uzun bir süre yaşayamayacak bir El Kaide türevidir. Ancak bu Selefilik anlayışının ortadan kalkacağı anlamına gelmemektedir. Hatta Selefilik sürekli olarak konsolide olmaktadır. Bu durumun yol açacağı en önemli tehlike ise geniş çaplı ve oldukça kanlı bir Sünni-Şii mezhep savaşı olacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü