Hangisi daha gerçekçidir? ABD tarafından İran’a yönelik bir saldırı düzenleneceği iddiası mı, yoksa ABD ve İran’ın karşılıklı anlaşmasına dayanan düello görünümlü siyasi salvoların birer blöften ibaret oldukları mı? Bu soru üzerine tabii ki saatlerce tartışılabilir. Pekâlâ, çeşitli senaryolar da rahatlıkla üretilebilir. Hatta asıl gerçek olduğu ileri sürülen her bir iddianın aslında bir hakikat olmadığı da açıklanabilir. Fakat bazı gerçekler vardır ki hiç kimse tarafından birer hakikat olmadıkları ileri sürülemez. Örneğin, geçmişi oldukça geride de olsa İran ile ABD arasındaki yakın dönem gerilimin ilk açığa çıktığı olay Katar tarafından ortaya çıkarılan, Suudi Arabistan büyükelçisine İran’ın suikast yapmaya hazırlandığı iddiasıdır. Tam da ortalığı allak bullak eden bu iddianın üzerine yer kürenin Avrupa ayağından bir inisiyatif geldi ve İran üzerine bazı müeyyidelerin uygulanması, mevcut müeyyidelerinse ağırlaştırılması kararı alındı. Bunu, İranlı nükleer fizikçilerin belirsiz bir şekilde öldürülmesi izledi[1]. Son olarak da meselenin Doğu ayağını oluşturan İran, karşıtlarına, Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidini savurdu. Tabii ki de ABD bunu gördü ve bu olası eylemi her ne olursa olsun durduracağını açıkladı. Artık sorun zirvede, kriz kapıdaydı. Çözümün nerede olduğuna dair ise eskiden pek farklı bir fikir yoktu. Bu nedenle sıcak savaş belki başlamamıştı ama “sinir savaşı” çoktan yol almıştı.
Bilindiği gibi yakın dönemin en sarsıcı dokümanlarını Wikileaks belgeleri oluşturuyordu. Wikileaks belgelerinden sonra ortalıkta en fazla dolaşan belgeler manzumesi ise İran’ın nükleer silah yapım aşaması, zamanı ve barındırdığı tehlikeler üzerine olan raporlar dizisidir. Öyle ki bu raporlarda bazen İran’ın nükleer silah yapımına artık çok yaklaştığı bildirilmekte, hatta çok yakında olan kesin bir tarih verilmekte; bazense çıkarılan başka raporlar vasıtasıyla bu tarih hep ötelenmektedir. Garip olansa raporların neredeyse tamamının kendilerini uluslararası toplumun temsilcileri olarak ifade eden Batılı devlet temsilcilerinin vermiş olduğu mesajların oluşturduğu gündeme uygun olmasıdır. Diğer bir tabirle, taraflar arasında diplomasinin yürütüldüğü dönemlerde diyalog temelli raporlar servis edilirken; müdahale söylemlerinin ağırlık kazandığı bir dönemde gündeme gelen raporlar İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerine ve “nükleer silah yapımı” ifadesine odaklanmakta, tabiri caizse İran’ı sanık sandalyesine oturtmaktadır. Bu ise doğal olarak Birleşmiş Milletler’in uzmanlık kuruluşları ile kime hizmet ettiğini her defasında gündeme taşımaktadır.
Buna karşın, içinde bulunduğumuz devir birçok açıdan bir önceki devir gibi değildir. Taraflar arasındaki her çatışma ve zıtlaşmada her ne kadar medyada savaş baltaları dolaşsa da, geçmişten önemli dersler çıkarılmasının da verdiği ağırbaşlılık neticesinde artık pek de kolay savaş çıkmamaktadır. Lakin olay stratejik açıdan önemli ve küresel petrol piyasaları açısından işlek olan bir mekânda vuku bulduğundan dolayı olan her daim petrol ithal eden ülkelere olmaktadır. Petrol lobilerinin de işbirliği neticesinde pek kırılgan olan piyasalar iyi habere verdikleri fiyatlandırmanın çok daha fazlasını kötü habere vermekte, bu neticeyle petrol fiyatları alıp başını gitmektedir. Kaldı ki, son dönemde olup bitenler de bundan pek farklı değildir. Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasına yönelik medyaya sızan her bir haber, son yaşanan krizle birlikte kırılganlığı gittikçe artan petrol piyasalarında her defasında siyasi depreme sebep olmuş, bundan ise en fazla petrole bağımlı olan gelişmekte olan ülkeler etkilenmiştir.
Fakat bu petrol mevzu saklı kalmak üzere sorulması gereken asıl soruya odaklanılmalıdır: Bölge ve bölgede bulunan petrol bu kadar stratejik ise neden ABD ve ABD’nin Batılı koalisyon ortakları İran’a saldırma konusunda bu kadar çelişkili bir tavır sergilemektedirler? Asıl soru ise: Uzun vadede bu müdahale mümkün müdür? Dünyanın kısa bir süre içerisinde ne kadar çok değiştiği düşünüldüğünde, uzun vadede bu olasılık göz ardı edilmemelidir. Bunun somut bir ölçümünü yapabilmek için 11 Eylül olayları[2] öncesi ve sonrası dünya siyasetindeki olağanüstü değişimi düşünmek yeterli olacaktır. Lakin son tahlilde, bölgenin bu müthiş stratejik önemine rağmen müdahaleye yönelik çelişkili açıklamaların ana sebebini büyük güçlerin Ortadoğu bölgesine yönelik taşıdıkları bölgesel vizyonlarındaki farklılığın oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır[3].
Her şeyden önce yumuşak gücü bir kenara koyarak akıllı güce (smart power) geçtiğini ilan eden küresel siyaset baronlarının en büyüğü Amerika, hiçbir surette silahlanmadan vazgeçemeyeceğini açık bir şekilde göstermiştir. Öyle ki, kriz bile bu düşüncesinin değişmesini sağlayamamış, yeni açıkladığı stratejik vizyon çerçevesinde etkin güç kullanımına yönelik yeni üslerin yapımına hız vermiştir. Lakin öncekinden farklı olarak tek taraflı politikalarını çok taraflı politikalarıyla ikame etmesinin temel sebebi, Afganistan ve Irak işgalleri sonrasında beklediğini bulamayan ABD’nin omuzlarındaki yükün ağırlığını biraz olsun hafifletmek isteğidir. Bu açıdan imparatorluk stratejisinin birtakım taktiksel değişikliklere uğradığını söylemek mümkündür. Bazıları ise bunu ülkenin iç dinamiklerine bağlamaktadır. Buna göre bazen ortak duruşlar sergilense de, Cumhuriyetçilerin Ortadoğu tahayyülleri[4] ile Demokratların Ortadoğu tahayyülleri farklıdır ve iktidara geçenin bu düşüncesi doğrudan dış politikaya yansımaktadır.
Lakin diğer yandan, her ne kadar Irak işgali ile asıl darbe George W. Bush döneminde indirilse de, artçı şoklar özellikle Bill Clinton döneminde uygulanan yaptırımlar sonucunda verilmiştir. Aslında Amerikan hükümetindeki müdahale yanlısı çevrelerin bir diğer temel argümanı da budur: Şimdi alınacak ortak yaptırım önlemleri ile tıpkı Bill Clinton döneminde olduğu gibi, bir sonraki Amerikan yönetimine İran’a müdahalenin temellerini hazırlamak. Bu açıdan İran’a derhal müdahale edilmese de, İran derhal yorgun ve bitkin bırakılmalıdır. Bu sebeple, müdahale derhal olmasa bile ilerleyen dönemdeki olası bir müdahalenin temelleri şimdiden hazırlanmalıdır. Tuttuğu taraf ne olursa olsun Amerikan devletini yöneten devlet adamlarının Ortadoğu vizyonundaki ortak paydaları budur. Aksi takdirde kayıp bir on yıl kendiliğinden yaratılacaktır.
ABD’nin açıkladığı son stratejik vizyon beyannamesine göre ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine yöneleceğinin sinyallerini vermesi işini zorlaştıracağa benzemektedir. Lakin yaygın kanı, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine geçmek ve Çin başta olmak üzere diğer yükselen güçlerin dengelenmesi için uzun vadeli bir hâkimiyet bölgesine ihtiyaç duyduğu yönündedir. Tabii ki bu bölge, Doğu’ya uzanan elleri de içinde barındıran Ortadoğu’dan başka bir yer değildir[5]. Bundan dolayı bazı bilim insanlarına göre ABD, Avrupa kara deliğinden kurtulmak ve Çin’i dengelemek için bu zorluğu, hiçbir ahlaki ve insani kaygıyı barındırmayan ama aynı zamanda büyük bir zekâ ürünü olan örtülü operasyonlar yoluyla aşacaktır. Bu sayede İran’a yönelik olası bir operasyonun da kapısı daima “aralanmış” bırakılacaktır. Bunun önündeki tek engel ise şuan için Rusya ve Çin’dir.
Deniz Tören