İran Nükleer Programının Körfez Ülkelerine Etkisi

Soğuk Savaş döneminden bu yana muhtemel bir savaş sebebine dönüşmeye başlayan nükleer güç, günümüze kadar herhangi bir savaşa neden olmasa da, bir çatışma tehdidi olarak ön plana çıkmaktadır. Soğuk Savaş zamanındaki Sovyet tehdidinin yerini bugün halkını baskı altında tutan liderlerin, terörün ve nükleer faaliyetlerin aldığı gözlemlenmektedir.

ABD, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra “terörle mücadele” bağlamında uluslararası kamuoyuna, El-Kaide gibi örgütlerin başta Ortadoğu olmak üzere, tüm dünya için bir tehdit kaynağı olduğunu empoze etmiştir. İlk önce Afganistan’ı ve ardından da Irak’ın işgalini gerçekleştirmiştir. İran’ın nükleer programı, ABD tarafından Bölge ve Körfez ülkelerine (Suudi Arabistan, Bileşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Bahreyn) bir tehdit olarak gösterilmektedir.

Körfez Ülkelerinin Genel Olarak İran Algısı

1979 yılında patlak veren İran Devrimi ile beraber Şah rejimi devrilmiş ve Tahran yönetiminde Humeyni liderliğinde yeni bir düzen kurulmuştu. İran’ın yeni rejimi Körfez ülkelerindeki liderler tarafından büyük bir endişeyle karşılanmıştı. Bunun iki önemli nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, yeni kurulan İran rejiminin kendi ülkelerine de sıçraması korkusudur. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi kraliyetle yönetilen Körfez ülkelerinin İran’ın rejim ihracı konusunda çekinceleri bulunmaktadır. Ayrıca söz konusu ülkelerde Şii nüfusunun bulunması da önemli bir etkendir. İkincisi ise, İran’ın stratejik konumu gereği Basra Körfez’indeki petrol akışını kontrol edebilmesidir.

Bu çerçevede değerlendirdiğimizde “İran tehdidi”nin, Körfez ülkeleriyle başta ABD olmak üzere Batılı ülkeleri iyi ilişkiler kurmaya sevk ettiğini söyleyebiliriz. Bugün devletlerin ulusal çıkarlarına baktığımızda, iki temel kavramın öne çıktığını görüyoruz: bunlar güvenlik ve kalkınma kavramlarıdır. Güvenlik açısından bakıldığında, Tahran yönetimi nükleer güce sahip olarak hem algıladığı tehdide cevap vermekte, hem de uluslararası arenada söz sahibi bir ülke statüsüne yükselmeyi hedeflemektedir. İran; kuzeyinden Rusya, doğusundan Pakistan ve Hindistan,  batısından İsrail gibi nükleer güçlerle çevrilidir. Üstelik Basra Körfezi’nde bulunan ABD askeri güç ve donanmalarıyla kendisini güneyden de çevrelenmiş hissetmektedir. 11 Eylül olayından sonra ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ile İran’ın, bölgesindeki ABD tehdidine paralel olarak nükleer programını hızlandırdığı gözlenmektedir. Bu nedenle Tahran’ın, son dönemlerde nükleer programını uzun süreli stratejisi haline getirerek “güvenlik” konusunu bir ihtiyaç olarak gördüğü değerlendirilebilir. Artık İran kamuoyunda nükleer program meselesi “Şii Milliyetçiliği” altında bir milli şuur davasına dönüşmüş durumdadır.

Körfez Ülkelerinin İran Nükleer Programı Konusundaki Tutumu

Tahran yönetimi nükleer çalışmasını barışçıl amaçlarla geliştirdiğini iddia etse de, İran nükleer programının bölge ülkeleri tarafından bir tehdit unsuru olarak değerlendirildiği söylenebilir. Körfez ülkeleri, İran’ın nükleer enerji teknolojisi kapsamındaki faaliyetleri ile bölgede bulunan Şii nüfusa yönelik bir “yayılmacılık politikası” güttüğünü düşünmektedir. Bölgede bulunan “Şii Jeopolitiği” realitesi, Tahran yönetiminin yayılmacılık konusunda elini güçlendirebilir. Bu bağlamda Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi Sünni Arap devletleri bölgede bir “Şii Hilali”nin oluşmasından endişelenmektedir. Nitekim İran’ın, Şii jeopolitiği üzerinden bölgesel bir lider olma potansiyeli bulunmaktadır. Körfez ülkelerindeki İran’a karşı kemikleşen bu “güvensizlik” olgusunun tamamen silinmesi için İran’ın daha inandırıcı girişimlerde bulunması gerekmektedir. Örneğin Arap Dünyası ile stratejik işbirliği gibi birçok alanda (siyasi, ekonomik ve sosyal alanlar gibi) beraber hareket etmeyi sağlayabilir. Bu durumda İran, daha şeffaf ve etkin şekilde bölgedeki ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtabilir.

Öte yandan Tahran yönetiminin, uzun bir süredir Hizbullah ve Hamas gibi örgütlere destek vermesi, özellikle Lübnan, Filistin Sorunu ve Irak’ta sergilediği yaklaşım sonucunda Suudi Arabistan başta olmak üzere, diğer Arap ülkelerini de rahatsız etmektedir.  Arap Dünyasının omurgası haline gelen Mısır’ın, gerek Ortadoğu ülkeleri ile ilgili izlediği politikalar, gerekse de Filistin-İsrail sorunu konusunda El Fetih çizgisinde bir uzlaşmadan yana tavır alması, Tahran tarafından Filistinlilere ihanet olarak nitelendirilmiştir.

Körfez İşbirliği Konseyi’nin Kuruluş Amacı ve Nedeni

1979 İran Devrimi’nin ardından Şii nüfusunun olduğu bölgelerde Tahran’ın, bilerek izlediği politikaların sonucunda, Ortadoğu bölgesinde önemli bir Şii uyanışı veya direnişi ile karşı karşıyayız. Şii olgusu ciddi bir siyasi faktör olarak İran’dan başlayarak önce Lübnan’da kendisini göstermiş ve sonrasında da Şiilerin Irak işgali ile başlayan süreçte gerçek anlamda bölgesel bir faktör olarak devreye girebilmeleriyle su yüzüne çıkmıştı. Saddam Hüseyin rejiminin varlığı hem Irak’ta, hem de bölge ülkelerindeki Şii potansiyelinin önünde önemli bir engeldi. İran’ın körfezdeki nüfuz ve etkinlik çabalarının önüne geçmek amacıyla, 1981′de Körfezi İşbirliği Konseyi (KİK) kuruldu. KİK; Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn ve Umman’dan oluşmaktadır (1).

İran ve Körfez ülkelerinin ilişkilerini incelediğimizde, Tahran yönetimi ile yaşanan ilişkilerin inişli-çıkışlı bir istikamette seyrettiğini görebiliriz. Körfez ülkelerindeki temel korku İran devriminin ideolojik anlamda Şii nüfusu bulunan ülkelere sıçramasıdır. Söz konusu ülkeler İran’daki ideolojiyi en az nükleer program kadar tehdit olarak algılamaktadır. Nitekim 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak savaşında, Körfez İşbirliği Konseyi İran’ın, bölgedeki yayılmasını engellemek için Saddam yönetimine, maddi ve manevi yardımda bulunmuştu. Aslında İran-Irak savaşında en kazançlı çıkan ülkeler, Körfez ülkeleri olmuştur.

Bu çerçevede İran, Körfez ülkeleri tarafından bir tehdit olarak algılansa da, İran ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler Rafsancani ve Muhammed Hatemi döneminde dengeli bir şekilde gelişmiştir. 2001 yılında İran ve Körfez ülkeleri arasında bir “Güvenlik Anlaşması” imzalanması ilişkilerde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Ancak bu anlaşma 12 Haziran 2005 tarihinde yapılan başkanlık seçimini Ahmedinejat’ın kazanmasıyla İran’ın bölgede hız kazanan nüfuz oluşturma politikası söz konusu anlaşmayı olumsuz yönde etkilemiştir. Tahran yönetiminin, son dönemlerde bölge ülkelerinde bulunan Şii nüfusu üzerindeki etkisini artırması ve nüfuz alanını geliştirme çabası “iyi komşuluk” siyaseti anlayışıyla ters düşmektedir.

Bu sebeple İran İslam Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi, İran-Körfez ülkeleri ilişkilerinde önemli rol oynamıştır. Körfez ülkeleri İran’ın nükleer programını ulusal ve özellikle de petrol güvenliği açısından doğrudan bir tehdit olduğu kanısındır. Körfez ülkeleri İran’ın nükleer programından neden bu denli korkuyor? Bu sorunun cevabını şu şekilde sıralayabiliriz:

1. İran’daki Şii faktörünün, Körfez ülkelerindeki Şii azınlıklar (Suudi Arabistan’dan Kuveyt ve Bahreyn’e kadar uzanan coğrafya) üzerinde nüfuz kurması. Bu azınlıklar, ülkelerindeki yönetimlerle siyasi ve kültürel hakları konusunda önemli sorunlar yaşamaktadır. Körfez ülkelerindeki Şii nüfusun azınlık olmasına rağmen yönetime başkaldırması bu ülkeleri kaosa ve istikrarsızlığa sürükleyebilir. Bunun son örneği Bahreyn’de yaşanan olayların, Suudi Arabistan’daki Şiileri de kışkırtmasıdır.

2. İran’ın bölge üzerinde hâkimiyet kurma çabası ve nükleer programı Tahran yönetiminin, bölgeye ilişkin etkin bir dış politika izlemesine neden olmaktadır. Özelikle Filistin’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı ve Irak’ta da yönetimdeki Şiileri desteklemesi, Ortadoğu siyasetinde kilit rol oynamak isteyen Suudi Arabistan’ın, bu hedefine ulaşmasını engellemektedir.

Saydığımız bu nedenler neticesinde, ABD ve Batılı ülkeler tarafından İran’a karşın, herhangi bir saldırı veya yaptırım uygulandığı takdirde Körfezde tehlikeli bir silah yarışının başlatacağı ifade edilebilir. 2009 yılında 38,1 milyar dolarlık silah ihraç eden ABD’nin en büyük müşterilerinden birisi de, Körfez ülkelerinden Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmuştur. BAE’nin 2009 yılında ABD’den yaklaşık 8 milyar dolarlık silah satın alması Körfez ülkelerinde silahlanma yarışının başladığını göstermektedir (2).

Ayrıca, Batılı ülkelerin İran’ın nükleer programı konusundaki çalışmalarını engelleyemediği sürece, bölge ülkeleri arasında silahlanma yarışının yanında nükleer güç yarışı da başlayabilir.   Söz konusu silahlanma yarışı kalkınmayı engelleyerek, nüfusunun büyük bir kısmı gençlerden oluşan Körfez ülkelerinde işsizliğe ve bölgede mezhepsel ayrışmaya/çatışmaya sebep olabilir.

Körfez Ülkelerinin İran’ın Bölgedeki “Gücünü” Önleme Planı

Son zamanlarda Arap Dünyasında yaşanan olaylar Körfezdeki ülke yönetimlerini de harekete geçirdi. Özellikle de, Şii ağırlıklı isyanların baş gösterdiği Yemen, Bahreyn ve Suudi Arabistan başta olmak üzere, Arap liderleri İran’ın nüfuz alanını genişletme politikasına şüpheyle bakmaktadır. Söz konusu ülkelerde herhangi bir değişikliğin meydana gelmesi Şii nüfus üzerinden Tahran yönetiminin bölgedeki etkisini artırabilir. Şii Hilali alanlarındaki isyancılara, bölgedeki devlet-dış aktörler (Hamas, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler) vasıtasıyla İran’ın silah yardımında bulunduğu Arap basınında kapsamlı olarak yer almaktadır. Bütün bu gelişmeler yaşanırken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden ikisinin (Çin ve Rusya) İran’ın nükleer programı konusunda farklı bir tutum benimsemesi Tahran için ABD’ye karşı bir başarıdır. İran ile birçok alanda ticari ilişkisi bulunan Çin, artan enerji ihtiyacını uzun zamandır İran petrollerinden gidermektedir.

Bu nedenle geçtiğimiz 24 Mart’ta Birleşik Arap Emirlikleri Stratejik ve Araştırmalar Merkezi tarafından düzenlenen ve üç gün süren “Körfez İşbirliği Konseyi’nin Geleceği” adlı konferansta İran’ın nükleer faaliyeti konusunda ilginç konulara ve önerilere vurgu yapıldı. Konferans genel olarak üç temel başlık altında toplayabiliriz: Bunlar;

Birincisi, bölgedeki konjonktürün “Körfez İşbirliği Konseyi”nin Avrupa Birliği gibi bir birliğe dönüşmesi gerektiğine dikkat çekmektedir.

İkincisi, İran’a yönelik uygulanan uluslararası baskıların başarısız olması durumunda, Tahran’dan gelebilecek tehditlerin önüne geçilmesi için Körfez ülkelerinin nükleer gücünün olması gerekmektedir.

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi ise, biran önce “Birleşik Körfez Ordusu” kurulmasıdır. Söz konusu konferansın adeta ana maddesi gibidir (3).

Bütün bu noktaları değerlendirdiğimizde, Körfez ülkelerinin algıladığı iç ve dış tehdidi tespit edip kendilerini savunmalarının artık bir gereksinim haline geldiğini söyleyebiliriz. Şiilerin yaşadığı stratejik ve jeopolitik konuma baktığımızda, şu noktaya vurgu yapılmasında fayda vardır; Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt ve Irak’ta yaşayan Şiilerin sınırsal yakınlığı ve stratejik olarak petrol çıkan bölgelerde olması Sünni Arapları korkutmaktadır. İran’ın, Mart 2007 yılında Doha’daki KİK zirvesinde Körfez ülkelerinin ortak bir güvenlik örgütü kurması gerektiği konusundaki önerisi, Sünni Arapların kendisine karşı kutuplaşmasının ciddiyetini anladığını göstermektedir (4).

Sonuç

İran’ın, nükleer faaliyetlerinin Körfez ülkeleri açısından bölgesel temel bir sorun olduğu söylenebilir. Tahran yönetiminin, bölgeye yönelik izlediği dış politikasının yanı sıra “nükleer faaliyeti” görünürde ABD’yi ve Batı’yı rahatsız ettiği izlenimini verse de, Körfez ülkelerinde üs kurma ve silah satma gibi girişimleri, hem ekonomi, hem askeri hem de stratejik bağlamda ABD’nin çıkarına hizmet etmektedir.

2011 yılının başlarından beri Ortadoğu ülkelerinde meydana gelen protesto ve isyan eylemlerinin deyim yerindeyse “Arap tsunamisi” olarak adlandırılabilir. İran, isyan çıkan ülkelerdeki olayları sessizce destekliyor gibi görünmektedir. Başka bir ifadeyle Tahran, bölgeye yönelik “bekle-gör” politikası yerine tabiri caizse, “karda yürü izini belli etme” gibi bir tutum sergilemektedir. Bu nedenle Körfez ülkelerinin önümüzdeki günlerde nasıl bir değişimle karşı karşıya kalacağı merak konusudur. Ancak şunu da ifade etmek gerekir, Ortadoğu ülkeleri birçok değişimle baş başa kalacaktır. Şayet yakın gelecekte İran, Şii nüfusu üzerindeki yayılma politikasında herhangi bir değişiklik yapmazsa ya da bu politikasını bölge yararına kullanmazsa, Körfez ülkelerindeki iç sorunların mezhepsel çatışmaya dönüşmesi beklenebilir.

Türkiye açısından bakıldığında, İran’ın nükleer programı bu aşamada Ankara-Tahran arasında ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Nitekim Türkiye sadece İran’ın nükleer programını hedef alan yaklaşımdan farklı olarak bölge genelinde bir nükleer silahsızlanma politikası benimsemektedir. 2006 yılında PKK terör örgütüne karşı imzalanan güvenlik anlaşması sonrasında ortaya konulan uzlaşma ve işbirliği sürecinden de anlaşılacağı üzere Türkiye ile İran arasında kısa ve orta vadede bir sorun yaşanmayacağı söylenebilir. Ancak uzun vadede Tahran’ın Şii gruplar üzerinde yoğunlaşan bölgesel politikası, Ankara’nın Arap Dünyasında Şii-Sünni ayrımı gözetmeksizin izlediği politikalar ile uyuşmayabilir. Bu nedenle İran, günümüz Ortadoğu’sunda Türkiye ile hem iyi bir dost, hem de güçlü bir rakip olarak düşünülebilir.

Ali SEMİN

BİLGESAM Ortadoğu Uzmanı

Kaynakça

(1) http://www.aljazeera.net/News/archive/archive?ArchiveId=1076950

(2) http://www.annabaa.org/nbanews/69/017.htm

(3) http://www.elaph.com/Web/news/2011/3/641204.html

(4) http://www.qataru.com/vb/showthread.php?t=68642

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...