İdeolojinin Dönüşümü: Marx, Engels, Lukács

Özet

Hegel’ci Marksizme göre şeyler, şeyleşmelerini aşarak yani özneleşerek tarih yaparlar. Bu durumda süreç ve süreci kapsayanların bütünlüğü önemsenir. Bu anlayışta hem Hegel hem Marx etkisi görülür. Bu süreçte değişimi sağlayan değişken, ideolojidir. İdeolojinin gerekliliğini bu yönde ele alan György Lukács, süreci şeyleşme-özneleşme teorisi üzerinden inceler. Şeyleşme, Marx’ın meta fetişizminden hareketle geliştirilen bir teoridir. Tıpkı metanın insan emeğine yabancılaşması gibi şeyleşme süreci de aslında inşa edilmiştir, fakat zamanla “hayalet nesnellik” kazandığından inşa süreci fark edilmez. Lukács’ta bunun aşılmasında bir dönüşüm zorunlu kılınmış ve dönüşüme öncülük eden sınıfın, şeyleşmeye neden olan kapitalist sınıfın değil, işçi sınıfının olması gerektiği savunulmuştur. Bu durum işçi sınıfının emeğinden kaynaklıdır. İşçi sınıfında bilincin varlığı kabul edilmiş ve örgütlenmesi beklenmiştir. Fakat bu örgütlenme yalnız bırakılmamış ve parti hareketiyle ortaklık öngörülmüştür. Bu çalışmada amaç Lukács’ın bu yönlerini ideoloji bağlamında, Marx ile kontrast halinde ele almaktır. 

Anahtar Kelimeler: İdeoloji, Hegelci Marksizm, György Lukács, Şeyleşme-Özneleşme.

Abstract

According to Hegelian Marxism, things make history by transcending their reification, that is, by becoming subject. In this case, the process and the integrity of those covering the process are considered important. In this understanding, both Hegel and Marx’s influences are seen. In this process, the variable that enables change in his ideology. György Lukács who takes the necessity of ideology in this way examines the process through the theory of reification-subjectivation. Reification is a theory that is developed by Marx’s commodity fetishism. Just as the alienation of the commodity to human labor, the process of reification is actually constructed, but in the process of construction is not noticed since it gradually acquires “phantom objectivity”. According to Lukács’ understanding, a transformation was required in order to overcome reification and he argues that the leading class of this transformation should not be the capitalist class which causes reification but instead should be the proletarians. This situation is caused by the labor of the working class. It was supposed that there existed a consciousness in the working class and they were expected to be organized. However, this organization was not left alone and a partnership with the party movement was also foreseen. The aim of this study is to discuss these reflections of Lukács on ideology and build a contrast with Marx’s thoughts within the relevant framework. 

Keywords: Ideology, Hegelian Marxism, György Lukács, Reification-Subjectivation.

Giriş

Kavram olarak ideolojinin tanımını yapmak ve temelde bunu tek bir anlama indirgemek çok zordur; dahası tek bir anlama indirgeme işlemi ideolojinin kendisine de zarar verebilir. Çünkü tek anlam indirgemeleri, diğer indirgemeleri dışlama anlamına gelir, bu da yanlış analize sebep olabilir. İdeolojiler kimileri için bir yanılsamalar grubu, kimileri için ise olumlu anlamda devrimci “praksis”e götüren araç olabilir. Marksizm’deki ideoloji kavramı da diğer siyasal teorilerdeki gibi durağan bir anlama sahip değildir. Düşünürler arasında görüş farklılıkları olabildiği gibi aynı düşünürün farklı dönemlerinde bile farklı yönelimlerine rastlanabilir. İlk bölümde bu süreç Lukács ve Marx üzerinden karşılaştırmalı olarak irdelenecektir. İdeolojideki bu çeşitli yönelimleri Marksizm perspektifinden ele alacağımız bu çalışmada önce Alman İdeolojisi’ndeki dönüşümü yaşamadan önceki Marx’a ve bu dönüşümden sonra nötr anlamdaki ideoloji çıkarmasını ele alacağız. Bunun yanında önemli bir diğer düşünür olan Engels’in ideolojiye yüklediği anlamı da ele alacağız. Gittikçe olumsuzdan olumluya evirilen bir anlamlaştırma çabasında olumlu anlamda son durağımız György Lukács olacaktır. Burada “yabancılaşma” teorisiyle birlikte Marx’ın da yolunu yaptığı “şeyleşme” teorisi ele alınacak ve Lukács’ın “özneleşme” sürecine giden yolda ideolojiye atfettiği önem gün yüzüne çıkarılmaya çalışılacaktır. Bu yönüyle Lukács’ın düşüncesi, Hegelci Marksist bir damardan kaynaklanmaktadır.

Lukács’ın hayatı ideolojik devinimler, direnişler ve savaşımlar içinde geçmiştir. Her ne kadar yaşlılığı ile farklı olsa da gençliğinden yaşlılığına hatta ölümüne kadar bir şeyleri irdeleyen Lukács; burjuva ideolojisinin hep karşısında durmuştur. Gençliğinde Simmel ve Nietzsche etkisinde sonraları ise Marksist çizgide mücadelesini sürdürmüştür. Dönemin Marksistleri tarafından eleştirilere maruz kalsa da Hegelci Marksizm altında kendi özgünlüğünü koruyabilmiştir. Lukács’ı kendi ideolojisi üzerinden ele almak, bizlere ideolojinin gerekliliği hakkında bir düşünme alanı sağlayacaktır. Klasik Marksist teorinin revize edilmiş hali olarak göreceğimiz Lukács’ın düşünce sürecini ele almamızdaki amaç, ideoloji kavramı üzerine katı tek bir anlama bağlılığın olmadığını göstermektir. Özellikle Lukács’ın ele alınma gereksinimi ise ideolojiye yüklediği olumlu anlamdan doğmaktadır. Ayrıca, genel olarak ideolojiyi Marksizm üzerinden ele almak; bize, bazen rastlanılan Marx’ın, Engels’in bir idealist olduğu Lukács’ın da bu geleneğin devamcısı olduğu iddiasını yanlışlamaya olanak sağlayacaktır. İdeolojiyi ele alış süreçlerinde her ne kadar Hegel etkisi görsek de onları idealist olarak nitelemek mümkün değildir.

Lukács, önceki dönem Marksistleri gibi idealizm eleştirisi yapar. Özne-nesne kavramları üzerinden toplumu inceleyen Lukács’ın bu düşüncesi, aslında temelde mekanik materyalizme ve ekonomik determinizme de karşıdır, buradan hareketle Marksist bir Hegelci olarak tavır sergiler yani burada şunu da görmek gerekir ki eleştiri sadece idealizme değildir. Bu yolda Marx’ın yabancılaşma ve şeyleşme teorilerini, öznel ve nesnel olarak kategorilendirerek geliştiren Lukács, bu kavramlar arasındaki bağı da güçlendirmiştir. Lukács’ın ideoloji kavramı için, nasıl bir toplum tahayyül ettiği, bu toplumu algılamak için hangi yolları seçtiği ve hangi “yaratımlarda” bulunduğu pek tabii çok önemlidir. İdeoloji anlayışları geliştiren, özellikle Lukács gibi toplumu irdelemiş ve fark etmiş düşünürler bakımından bu durum, aslında ideolojiyi hangi konumda gördüklerini saptamak için çok önemlidir çünkü ideolojinin uygulanacağı ve üstünde durduğu temel yine siyaset, sosyoloji, iktisat gibi beşeri alanlardır.

Çalışmanın birinci bölümünde Lukács’ın olumlu ideoloji algısına giden süreç, Marx ve Engels üzerinden anlatılacaktır. Üstü üste gelen eleştirilerin ideolojiyi evirdiği şekil, son olarak olumlu bir anlama dayanacaktır. İkinci bölümde ise, Lukács’ın şeyleşme-özneleşme teorileri ayrıntısıyla ele alınacak ve ideolojiye atfettiği anlamın zeminini dolduracak anlayış pekiştirilmeye çalışılacaktır. Son olarak, Lukács’ın toplumu algılayışı, düşünceleri ve özellikle toplumsal varlığa atfettiği anlam irdelenecektir.

1. İdeolojinin Marksizm’deki Yerinin Lukács’taki Haliyle Karşılaştırılması 

İdeolojinin sistemli olarak Marksizm’e geçişiyle yani tutarlı olarak Marksist bir terminolojiyle ele alınmasıyla ideolojinin önceki döneme ait, ampirik ve bilimsel bakış açısına dayanan meşrulaştırma yönteminde bir farklılık ortaya çıkmıştır. Metafizik bilginin karşısında sadece ampirizme dayanan bilginin ideoloji olduğunu savunan Antoine Destutt de Tracy gibi Fransız ideologlar karşısında ideolojinin bu keskinliğe, deneye ve duyuya bağlı olmasını reddeden Marx; gerçekliğin aslında düşünceyle bir diyalektik bağ içerisinde olduğunu savunarak keskinlikten sıyrılır (Subaşı, 2018). Bu sıyrılmayı Feuerbach’ın insan merkezci anlayışının etkisiyle yaşadığı söylenebilir. Feuerbach, insanın kendi değerlerini Tanrı’ya atfetmesiyle değerlerin kendisinden kopuşuna ve dolayısıyla insanın kendine “yabancılaşması”na neden olduğunu savunur (Akdemir, 2003). Marx, dinin sebep olduğu bu yabancılaşma savını doğrudan kabullenmez. Çünkü Marx’a göre Feuerbach, insanı özsel ve soyut bir varlık olarak ele alıp insanın toplumsal ilişkisini göz ardı eder. İnsani özün tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama olmadığını savunan Marx; bu özün gerçekliğinin toplumsal ilişkilerin bütünü olduğunu kabul eder (Marx, 2013). Buradan hareketle tarihselliğin önemini de gün yüzüne çıkarır. Gerçekliği ön planda tutarak geliştirdiği bu bütüncül anlayışta Hegel etkisi de görünür fakat bu Marx’ı bir idealist yapmaz çünkü Marx özü sürekli olarak pratiğe dayandırmıştır. Feuerbach Üzerine Tezler’de de üzerinde durduğu gibi toplumsal ilişkilerin gerçekliği; öze atfedilen önemden uzak ve gayet pratik bir düzlemdedir (Marx, 2013).

“İdeoloji”nin varlığının farkına varışı bu şekilde gerçekleşen Marx’ın ideolojiyi anlamlandırması ise olumlu yönde değildir. Onun ideoloji anlamlandırmasını Alman İdeolojisi eserinden sonra yaşadığı dönüşümle iki döneme ayırabiliriz. İdeolojiye atfettiği anlamı “yabancılaşma” ve “nesneleşme” teorileriyle ele alabiliriz. Marx’ın ideolojiye karşı en olumsuz tavrını, Alman İdeolojisi’nden önceki eseri olan 1844 Elyazmaları’nda Hegel’i eleştirdiği kısımlarda görebiliriz. Marx bu eserinde Hegel’i çok fazla kurguya indirgenmiş bir yöntem benimsemesinden ve gittikçe Saltık Bilgi sonucuna ulaşmasından dolayı eleştirir. Marx burada hem özsel tabanla hem de “kendini soyut bir şekilde kavrayan dünyanın yabancılaşmış zihni”ne ulaşma sonucuyla gerçeklikten kopuk bir anlamlandırma olduğunu düşünür (Marx, 2018). Bunu ideoloji düzlemine taşıdığımızda buradaki gerçeklikten kopuk anlamlandırmanın Marx’ta ideoloji tanımına denk düştüğünü fark ederiz.

Başta işçi kendi emeğine, daha sonra insanlar arası ilişkilerde yabancılaşır. Burada yabancılaşılan, özel mülkiyet sahibi olan egemen sınıf yani burjuva sınıfıdır (Olgun, 2009). Egemen ideoloji buradan alınmış bir yanılsamadır. Marx daha sonraları Alman İdeolojisi eserinde daha şekillenmiş olarak gördüğümüz ideolojinin asıl belirleyicisinin bilinç değil, toplumsal ilişkilerin gerçekliği olduğunu savunur (Marx, 2013). Marx, bu metinde söz konusu yansımanın varlığını bir camera obscura benzetmesiyle anlatır. Bu benzetmede, olayların fiziksel boyutunu vurgular ve ters görüntü oluşumunun yani ideolojinin oluşumunun varlığını da toplumsal gerçeklere dayandırarak açıklar (Marx, 2013). İnsanlar ideolojilere tarih biçerler ve içine doğdukları ve sürdürdükleri toplumsal yaşam ile bunun inşasına devam ederler.

Marx, ilerideki eserlerinde ideolojiyi artık olumsuz bir anlamda değil, olan gerçeğin bir dışavurumu veya sonucu olarak nötr bir şekilde ele alır. Bu durum hakkında Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünden çıkarım yapabiliriz. Marx, burada toplumsal ilişkilerin gerçekliğinden oluşan yansımaların her ne kadar ideolojik olsa da belli bir süre sonra bir devrim çağı yaşayacağından, iktisadi yapının üzerine oluşturulan hukuki ve siyasal üst yapının gittikçe alt üst olacağından bahseder (Marx, 1979). Dolayısıyla ideoloji, yani toplumsal gerçekliğin yansıması, gayet somut zemindeki üretici ilişkileri ile üretici güçlerin arasındaki çatışma sonucu bir gerçekliğe ulaşabilir. Kapital’de ise, ideolojiyi “şeyleşme”ye neden olan bir alternatif meta fetişizmi olarak görür. Buradaki anlamlandırma daha sonraki dönem Marksistlerinden biri olan Lukács üzerinde önemli bir etki bırakır. Marx, yine aynı eserinde, emek üretim sürecinin metaya ve paraya indirgendikçe metalaştığını ve dolaylı olarak toplumsal ilişkilerin de metalaştığını belirtir (Marx & Engels, 2018). Bu süreci din evrenindeki haliyle de örneklendirerek, “insan eliyle ve beyniyle yaratılmış tüm ürünlerin şeyleştiğini” savunur (Marx & Engels, 2018). Sonuç olarak, şeyleşmenin oluşturduğu fetişizmi de bir tür yabancılaşma olarak meta fetişizmiyle birlikte görür.

Dönemdaşı ve arkadaşı olan Engels de Marx’tan çok farklı bir konumda değildir. Tek farkı, onun ideolojinin olumsuz anlamına dair ısrarcı tavrında görebiliriz. Onun ideoloji tanımlaması, “yanlış bilinç” şeklindedir. Engels, Franz Mehring’e yazdığı 14 Temmuz 1893 tarihli mektubunda, düşünen bireyin, “bilinçli bir şekilde olsa da ‘yanlış’ bilinç ile oluşturduğu” ideolojinin, yanıltıcılığa mahkûm olduğunu belirtir (Marx & Engels, 2018). Birey, bilincini etkileyenin yanlışlığının farkına varamaz, eğer varabilseydi bunun sonucunda bir ideolojinin ortaya çıkamayacağını savunur Engels (Marx & Engels, 2018). Dolayısıyla, Engels; olumsuz anlamı ideolojiye değil, ideolojiyi olumsuz anlama hapseder. Olumlu ideoloji olarak düşünebileceklerimiz onun için zaten ideoloji değildir.

Bu anlayışların bir nesil sonraki dünyasına doğan György Lukács ise, ideoloji kavramını gerekli bir pozisyona taşımıştır. Ayrıntılarına ilerleyen bölümlerde değineceğimiz Lukács’ın topluma bakışı ve şeyleşmeyi alt edecek özneleşme ihtimali; Lukács’ın Marksizm’in Hegelci Marksizm kanadındaki görüşlerini oluşturur. Lukács, şeyleşmeyi aşmanın bir politik dönüşüm ve genel anlamda bir kültürel dönüşüm gerektirdiğinden bahsetmiştir (Bekmen, 2018). Dolayısıyla ideoloji burada bir araçtır. Hegel ve Marx’ın yoğun etkisiyle Lukács, süreç ve bütünlük kavramlarını öne çıkararak, idealizm ve mekanik materyalizm arasındaki üçüncü bir yol anlayışı ihtimalinden bahsetmiştir (Uslu, 2018, s.13). Bu düşüncelerine önce Tarih ve Sınıf Bilinci eserinde sonra daha da geliştirilmiş şekilde Toplumsal Varlığın Ontolojisi eserinde yer vermiştir.

2. Lukács’ın Şeyleşme, Özne-Nesne Sorunu

Lukács, “ideoloji” kavramına olumlu bir anlam atfeder.

“Marx’ta ideoloji ‘doğru duruma ilişkin yanlış düşünce’ olarak tanımlarken Lukács, ideolojiyi ‘yanlış duruma ilişkin doğru düşünce’ olarak tanımlar(Karala, 2020).

Lukács’ın bu tanımı, Ortodoks Marksizm’ini reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi durgunluğu getirmesinden dolayıdır. Lukács’ın amacı, doğru ve özgün bir sınıf bilincine sahip proletarya ile ampirist kamuoyu arasındaki sınırları belirgin bir şekilde çizmek ve pratik bir nesnellik kazandırmaktır. Fakat sınıf bilincini formülize etmekten öteye gidememiştir. Marx’tan yola çıkan Lukács, ‘Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, kapitalist üretimin ürünle üretim etkinliğinin organik birliğini parçaladığını ve insanı kendi doğal etkinliğinin bir nesnesi konumuna indirgediğini belirtti(Çolak, 2011).

İnsanın dünyadaki ve dünya karşısındaki yerinin temel sorunu olan yabancılaşma sorunu ilk kez Hegel’de ortaya çıkmaktadır (Lukács, 1998). Yabancılaşma nesneleşmeyi de içerdiği için yabancılaşma ve nesneleşme özdeş sayılabilir (Lukács, 1998). Lukács yabancılaşma ile nesneleşmeyi özdeş olarak tanımlarken toplumsal kategoriyi kastetmiştir (Lukács, 1998). Lukács, nesneyi insan yaşamından kopartılamayacak bir fenomen olarak görür. Yabancılaşma, nesnelleşme ile özdeş kabul edilir (Lukács, 1998). İnsanın kendisine yabancılaşması, insanın bir nesne olarak kabul edilerek bu nesneyle özdeşliği olarak da belirtilebilir. Yabancılaşma ve nesneleşme özdeş kabul edildiğinden, nesnesiyle özdeş olan öznenin yabancılaşmayı aştığında nesneleşmeyi de aşması gerekmektedir.

“Toplumdaki nesneleşmiş biçimler, insanın doğasının kendi varlık olgusuyla uyuşmayan durumda işlevleri edindiklerinde, insanın doğasını, toplumun varlığını araç olarak kullanarak egemenliği altına aldıktan sonra, yabancılaşmanın nesnel toplumsal bir hale geldiğinden söz edilebilir” (Lukács, 1998).

Lukács’a göre Hegel, özne ile nesne arasındaki birlik ve ilişkiyi kuran, bunu tarihsel bir bütünlük içinde yorumlayan ilk kişi olmuştur (Lukács, 1998). Fakat Lukács’a göre Hegel, kavramı geliştirirken baştan bir yanlışlık yapmıştır; tarihi yapanı maddi güçler olarak değil ‘tin’ olarak ele almıştır (Lukács, 1998). Tarihi, ‘tin’in kendini oluşturma alanı olarak nitelendirmiştir. Lukács, Marksist kuramın Hegel’in yaptığı bu başlıca yanlışlığı giderebileceğini ileri sürmüştür. Marx’ın tarihsel materyalist felsefesi ile Hegel’in yorumunu kıyasladı ve ardından Hegel’in ‘baş aşağı dönmüş’ yaklaşımlarının aşılması gerektiğini belirtti. Lukács’a göre, Marx’ın incelediği kapitalist toplum ve bu toplum içinde bulunan işçi sınıfının konumu Hegel’in yaklaşımını gerçek değerine kavuşmasına imkan verecektir (Lukács, 1998). Ona göre, işçi sınıfının burjuva toplumu içindeki nesnel konumu Hegel’in vurguladığı ‘tarihsel özne’ konumunun pratiğe de aktarılmasına sebep olmuştur. Çünkü, işçi sınıfı, nesneleşmenin dolaysız etkisi altında bulunmaktadır (Lukács, 1998).

“Lukács’a göre işçinin durumunun gücü, kesinlikle yabancılaşmasında yatmaktadır: onun ilk hareketi çalışmanın bilgisine doğru değil, bir nesne olarak kendisinin bilgisine, öz bilince doğrudur. Fakat bu öz bilinç, aslında bir nesnenin kendinin, bir meta olarak kendi emeğinin, satmak zorunda olduğu yaşam gücünün bilgisi olduğundan dış dünyanın meta niteliği hakkında orta sınıf nesnelliğine bağışlanmış olandan daha gerçek bilgi edinmesine izin verir. Burjuva için bir meta nispeten önemsiz bir katı maddedir ve onun meta ile ilişkisi bir tüketim ilişkisidir, işçi ise yapılmış ürünü üretim sürecindeki bir andan biraz daha fazla bir şey olarak tanır, çünkü çevresindeki nesneleri orta sınıf evreninin sonsuz doğal şimdisinden çok değişme halinde görecektir. Ayrıca aletlerin ve donanımın birbiriyle ilişkisini bildiği için dış dünyayı birbiriyle ilişkisiz şeylerin toplamı olarak değil, her şeyin başka şeye bağımlı olduğu bütünsellik olarak görür hale gelecektir. Böylece gerçekliği süreç olarak kavrayacak ve şeyleşmeyi çözecektir” (Jameson, 2006, akt. Akkuş, 2015).

Marx’ın Kapital’de işlediği meta fetişizmi kavramını, Lukács şeyleşme kavramı düzleminde ele alır ve geliştirir (Lukács, 1998). İnsanın yabancılaşması, insanın kendi emeğine yabancılaşması emeğin üreticiden tamamen bağımsızlaşması, nesnel bir karakter haline gelmesi ve insanlar arasındaki ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkilere dönüşümüyle açıklanır (Lukács, 1998). Bu ilişkilerin hayali bir nesnellik kazanımından sonra insan kendine yabancı, soyut bir parçaya dönüşmüştür (Lukács, 1998). Şeyleşme ile burada kastedilen; insanın kendi emeğine, emek gücünün ürününe, insanın kendisine nesnel, insandan bağımsız bir şey olarak gösterilmesidir.

“Proletarya, kültürüyle tamamıyla gelişip insanlığından soyutlanmayı tamamladığı zaman kendini kurtarabilir ve kurtarmak zorundadır. Çünkü insan, proleter sınıf içinde kalmakla kendini yitirmekte ve bu yıkımın teorik bilincine ulaşmakla kalmayıp bu insanlık dışı durumuna isyan etmeye itilmektedir. Proletarya kendi yaşam koşullarını, içinde bulunmuş olduğu insanlık dışı tüm yaşam koşullarını ortadan kaldırmadan kendini kurtaramaz” (Lukács, 2004).

Bu durum da bütünlüğün anlam kazanabilmesi için proletaryanın tarihin ve bilginin hem öznesi hem de nesnesi olabilmesi ihtimaliyle gerçekleşir. Proletarya kendi sınıfsal durumunun bilincine ancak toplumu bütünüyle özümsediğinde varabilir. Kendine yönelik bilgisi ile bütüne yönelik bilgisi çakıştığı için de proletarya kendi bilgisinin hem öznesi hem de nesnesi haline gelir. Lukács, proletaryanın bu aşamaya nasıl geleceği konusunda kesin bir yorum geliştirmemiş, ayrıca ekonomik sömürü, üretim ilişkileri, üretici güçler ve ekonominin belirleyiciliğine değinmemiştir. Burada işçi sınıfı bilincine, ideolojiyle olumlu bir yön verilerek tarihsel dönüştürücü görev yüklenmiştir. Böylece Engels’te “yanlış bilinç” olarak tanımlanan ideoloji kavramının farklı yönü açığa çıkmıştır (Lukács, 2004). Proletarya içinde bulunduğu bu olumsuz koşullar ve buna bağlı olarak bütünsel bir bakış açısına sahip olma imkânı elde eder. Aynı zamanda bu bütünselliğin kavranabilme imkanını getirir. İşçi, emek gücünü ve emek gücünün ürününü satma konumunda olduğundan dolayı, içinde bulunduğu yabancılaşmayı anlayabilecek ve kendi öznelliği ile nesnelliği arasındaki kopuşun bilincine ulaşabilecektir. Kapitalizm önüne çıkan her şeyi metalaştırma arzusuna sahip olması sonucunda insanın şey olması, şeyleşmesi gerçekleşir. İnsan yaptıklarını özümseyemiyor, anlamlandıramıyorsa ve kendini gerçekleştirememişse, şeyleşmiş bir şey olmuştur. Kişiye kişinin kendi faaliyetini insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösteren şeyleşme, işçi sınıfı için kişilik bölünmesine yol açar. İnsan üretim sürecinde sadece doğayı dönüştürmez, kendisini de dönüştürerek yeniden yaratır. Bu durumda insan öznedir, dönüştürendir. Aynı zamanda nesne konumunda yaparken değişen yeniden yaratılandır. Bu durumda insan hem nesnedir hem öznedir. İnsanın emeğinin üretime yabancılaşması, şeyleşmenin öznel boyutunu oluştururken insanın emeğinin pazara sunulması şeyleşmenin nesnel boyutu haline gelmişti (Güngen, 2011).

Lukács insanın kendi emeğine yabancılaşmasını ve etkileri şeyleşme kavramı çerçevesinde açıklanmıştır. Proletaryanın nesnel konumu, kendisinden dolayı özne-nesne özdeşliğine dayandırılarak topum bütünsellik düzleminde ortaya serilmiştir böylece ideoloji kavramının farklı yönü açığa çıkarılmıştır. Yabancılaşmanın nesnel toplumsal bir hale geldiği, şeyleşme ve Lukács’ın görüşleri Tarih ve Sınıf Bilinci isimli kitap ile ortaya konmuştur.

3. Lukács’ın Hegelci Marksizm’inde Toplum Algılayışı

Lukács, Hegelci Marksizm’in kurucusu olarak, aslında bir arayışın da öncüsüdür. Bu arayış açıkça, özellikle Toplumsal Varlığın Ontolojisine Doğru isimli eseriyle, Stalinist -mekanik- Materyalizmin reddi, ondan kaçış ve Marksizm’i (kendi yaşadığı dönemdeki mekanik materyalist Marksizm’i) geçmiş bağlarıyla harmanlayarak onu idealizmle, daha doğrusu Hegel’in tinsel diyalektiğiyle eleştirmek, geliştirmek ve dahası kapitalizme karşı bununla Marksist bir karşı çıkış getirme arayışıdır. Lukács’ın yolu açıkça toplumdaki bu çelişkiyi anlama ve değiştirmedir; bunun için yeni yollar geliştirmedir.

Lukács toplumdaki, söz konusu çelişkileri fark edenlerdendir ve bunun için hayatı boyunca mücadele etmiştir. Bu yolda pek çok düşünce üretmiş, pek çok arayış içerisinde olmuştur. Teori ile pratiğin birliğini de savunmuştur (Şentürk, 2016). Tarih ve Sınıf Bilinci isimli kitabında Marx’ı devrimsel süreci praksis’e indirgeme konusunda eleştirse de sonraları bu fikrini değiştirmiştir. Aslında Lukács’ın hedefi bir “praksis felsefesidir” (Bekmen, 2021). Bu yolda komünist partinin de kendinden hareketlerle birbirini tamamlamasını savunmuştur (Uslu, 2018). Çünkü sınıf bilinci dışarıdan verilemez ancak ve ancak sınıfların toplumsal konumlarından kaynaklanabilirdir (Bekmen, 2021).

Lukács için toplum, bir bütün olarak algılanmalıdır. Çünkü ancak o zaman toplumsal çelişkiler görülebilir, saptanabilir ve düzeltilebilirdir; burjuva bilim anlayışı ise bunun tersini yaptığı ölçüde, söz konusu çelişkileri de fark edemez (Uslu, 2018). Fakat Lukács bu birliği özne-nesne algısı bağlamında ele almıştır. Ona göre toplum bir madde halinde değil; özne-nesne ayrımı içerisindedir. Tam da bu noktada Hegel’e katılır. Çünkü Hegel bu ikiliğin üstesinden tarihle gelir (Şentürk, 2016). Bu ikiliğe tarihle gelen çözümün sebebi emek ile toplumlaştırma dahası beşerileştirme olabilir. Şöyle ki Hegel’in diyalektiği doğadan başlar fakat insan doğadan ayrılır çünkü şeyler ancak insanın emeğiyle edimselleşebilirdir (Lukács, 2018). Lukács merkeze koyduğu bu özne-nesne diyalektiğiyle yani toplumsal ontolojide hem özne hem de nesnenin bulunduğu ve toplumun da bunların ilişkileri üzerinden oluş sürecine girdiği, tarihsel olarak var olageldiği diyalektik bir süreçle varoluşçuluğun ve fenomenoloji düşüncesinin özne merkezli algısını da hedef almıştır (Uslu, 2018). Bu bağlamda Marx’ın sanatın kendi öznesini de yaratabileceği örneğini kullanır (Lukács, 2018). Aslında öznelerin tarihi yaptıkları fikri, Hegelci Marksizm’in temelidir; buradaki mesele Marx’ı, Hegel ile okumaktır (Bekmen, 2021). Bu yönüyle diyalektiği reddeden her düşünce dolayısıyla tarihi de reddedeceğinden gerçeklik konusunda bir yanılgı içerisinde olacaktır, fakat bunu dış dünyanın durağanını ele alan bir yaklaşımla değil, sürekli olarak gelişimin akılsal olarak algılanabilecek evrensel bir yasası olarak ele almak gerekir (Lukács, 2020).

Lukács, ontolojideki yorumuyla için insan hem biyolojik hem de toplumsal bir varlıktır; bu yönüyle toplum incelenimi ile doğa incelenimi arasında dışlama da bulunmaz fakat şuna kesinkes karşıdır; insan zihni bedene içseldir fakat tamamıyla onunla sınırlı değildir ve dolayısıyla sadece doğa yasalarıyla toplum anlaşılamaz haldedir (Uslu, 2018).

3.1. Hegel ve Diyalektik

Hegel, yaşadığı dönemde pek çok ilki ortaya koymuş bir düşünürdür. Aydınlanma ve Fransız İhtilali’nin gerçekleşmiş olduğu bir dünyada akıl çağını yaşadığını düşünenlerdendir ki zaten en çok eleştirildiği konulardan olan, kendisinin de içinde yaşadığı “şimdi” kavramı belki de onda bundan bu kadar görünür haldedir. Hegel’in yaşadığı süreçte toplumun önemi gözler önündeydi ve düşünürler de toplumu anlamaya çalışıyorlardı. Diyalektik ardışıklık ile tarihselliği harmanlayan (Lukács, 2018) Hegel tam da bu noktada ortaya koyduğu mantık temelli ontolojisiyle ve diyalektiğiyle tarihte kendisine sarsılmaz konum inşa etmiştir.

Hegel’in şimdi kavramı yalnızca akıl çağıyla ilgili değildir; Hegel, klasik İngiliz iktisadını, getirdiği sonuçları ve nesnellikleri kendi düşüncesine dahil etmiştir; dahası ve en önemlisi modern burjuva/sivil toplum kavramasını ve dinamiğini algılamıştır; “Hegel’in şimdi anlayışı, [bu nedenle] sivil toplumla devlet arasındaki çelişkiye ve bu çelişkinin aşılmasına dayanır” (Lukács, 2018). Fakat genç Marx’ın buraya getirdiği eleştiri açıktır Marx’a göre devleti oluşturan aile ve sivil toplumdur ancak Hegel’e baktığımızda bunlar idea’nın mamulleridir ve kendilerini kendi tinlerinden başka bir tine borçludurlar; buradan hareketle Marx, Hegel’i mantığın şeyiyle ilgilenmekle suçlar çünkü ona göre devlet mantığa bir kanıttır (Lukács, 2018).

3.2.Marx ve Diyalektiğin Materyalistleşmesi

Lukács için “(…) gerçek ancak somut bir gerçek olursa anlaşılabilir” (Lukács, 2020). Marksizm’le bağlantısı da böyle bir noktadadır. Lukács için toplumsal varlık organik ve inorganik doğanın varoluşunu ön-varsayacağından burjuva felsefesindeki “tinsellik” söylemi reddedilmelidir (Lukács, 2018). Marx’ın, Hegel’i ele alırken amacı somut ontoloji açısından bir araştırma dahası mantıksal şemalarla işleyen Hegel yönteminin reddidir. Bu yolda Marx, iktisadı, felsefe tarihinde ilk defa yaşamın üretim ve yeniden-üretim kategorileriyle ele alarak, toplumsal ontolojiyi materyalist bir temelde ele almıştır (Lukács, 2018). Lukács bu yönüyle de bir Marksist’tir. Aslında doğal varlıktan kaynaklanan toplumsal varlığın nesnel formları, giderek toplumsallaşırlar ve bu doğada olmayan emekteki teleolojik soyutlamanın sağladığı diyalektik bir süreç halindedir (Lukács, 2018). Burada şu açıktır ki insan doğadan gelir yani biyolojik bir varlıktır, ancak toplumsallığıyla biyolojik olandan farklı işleyen bir toplumsal diyalektik sürecin içine girer. Aslında Lukács için toplumu anlamak bu süreci doğru bir biçimde anlamak ve anlamlandırmaktan geçer. Bu yönüyle sezginin salt kendinde kesin doğruluğunu reddeder (Lukács, 2020).

Toplumsal olanın bu diyalektik ilerleyişi git gide doğadan “insanlaşarak” uzaklaşır. Toplumsallar artar ve artarak devam eder; bu ekonomik öncelikle incelenen bir doğa ontolojisine de zemin hazırlar bir haldedir çünkü doğa gittikçe çekilir. Bu durumda iktisat bir noktada sığınılan konumundadır çünkü getirilen eleştiride “apriori” inşayı reddederek bilime, dahası onun gerçek olgularına bir ulaşım vardır (Lukács, 2018). Bilimin bu yönle ele alınışı aslında Lukács için pek uygundur çünkü bilim; doğadan doğan, yaşama karışan somut gerçeklikler tespit eden bir şeydir. Lukács için toplumsal ontoloji, böyle bir noktada devam ettirilebilir görünmektedir. Fakat bu bilim kesinlikle felsefe karşıtı bir yerde durmaz; bilimsel ve felsefi doğrular eleştirel bir düzlemde bir arada durur. Yani tersine burada söz konusu olan felsefenin alanını genişletmektir (Lukács, 2018). Marx’ın ideolojiyi pejoratif gördüğü nokta tam da burada karşımıza çıkar; fenomenler kendilerini gizlediğinden, burjuva bilimi onları konjonktür dahilinde karartabilir ve saptırabilir (Lukács, 2018). Fakat daha önce de belirtildiği gibi Lukács’ta ideolojiye bu yaklaşım dönüştürülmüş vaziyettedir.

Sonuçta Lukács, Hegel ile Marx’ın düşüncelerini uzlaştırarak Marksizm’de kendine yeni bir perspektif yaratmıştır. Bu perspektif görüldüğü üzere idealizmin de mekanik materyalizmin de açıkça reddidir. Böylece kendi kurduğu -bu bölümde ele almaya çalıştığımız- toplumsal algıyla ve gördüğü toplumsal ontolojiyle; bu yazıdaki fikirlerini ortaya atmıştır. Lukács bu yönüyle ölene kadar kendini ve fikirlerini geliştirmiş ve zor dönemlerde bile ortaya kendinden bir şeyler koymayı başarabilmiş bir düşünürdür. Lukács’ın görüşlerinin zaman içerisinde değiştiği, bu bölümün de temel kaynağı olan ve yazmaya devam ederken hayatını kaybettiği Toplumsal Varlığın Ontolojisine Doğru isimli kitap ile ortaya konmuştur.

Sonuç

İdeoloji tanımlamasına bağlı olarak ideolojiye olumlu/olumsuz anlamlar yüklenmiş, farklı temellerde ele alındığında farklılıklar doğurmuştur. Lukács’ın düşüncesinde ideolojiyi olumlu bir pozisyona getirmesi de onun hem doğayı hem de toplumsal ilişkileri reddedemeyişi ve ideolojinin işleyiş sürecinin kavranması ile alakalıdır. Lukács aslında tarih boyunca süregelen bilgi birikiminin dönem koşullarında mantıklı bir yansımasını oluşturmuştur. Bunda içinde bulunduğu siyasi ve edebi ortamın etkisi büyüktür. İdeolojinin özneleşmeyi sağlayacak, şeyleşmeden kurtaracak bir araç olarak algılanması ve ideolojiyi üstlenebilecek sınıfın işçi sınıfı oluşu; Lukács’ın ideoloji anlamlandırmasında daralmaya gittiğini gösterebilir.

Bu temelde şunu da görmek gerekir ki Lukács bunları gerçekleştirirken ideolojinin gerekli olduğu toplumu ve onun varlığını, Hegel’den devraldığı mantık temelli tinsel, diyalektik toplumsal ontolojiyi; Marksist bir tavırla yoğurarak ele alır. Burada görülen şey aslında emeğin yarattığıdır. Emeğin yarattığı etkiyle insan doğadan farklılaşarak toplumsal yapıyı kurduğu ölçüde emek sahibinin de toplumsal anlamdaki itici gücü açıkça görülmektedir. Lukács ideolojisinde proletere verilen bu önemli konum tam da bu noktadan kaynaklanmaktadır.

Proleter, yarattığı emeğiyle toplumdaki değişimi gerçekleştiren olduğundan toplumun değişimine daha doğrusu toplumsallaşmasına katkı sağlar. Böylece toplumdaki köklü değişimlerin ortaya koyucusu olma özelliğini de kazanmış olur. Bundandır ki Lukács’ta örgütlenme ve kendinden hareket; proletere yöneliktir, proleterledir ve bu yöntemle vardır. Bu örgütlenme yöntemi dönemin konjonktürü ve özne-nesne algılamasıyla yakından bağlantılıdır.

Ortodoks Marksizm’inin Lukács’ın bu tanımını reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi durgunluğu getirmesinde etkili olduğundandır. Lukács, Marx’ın düşüncelerinden yola çıkarak insanı kendi doğal etkinliğinin bir nesnesi konumunda korumak istemektedir.

Lukács’a göre işçinin durumunun gücü, kesinlikle yabancılaşmasında yatmaktadır. Tanımlardan yola çıkarak proletarya toplumdan kendisini soyutlamayıp, kültürü ile kendini tamamlamak zorundadır. Bu durumda bütünlüğün anlamı için proletaryanın tarihin ve bilginin hem öznesi hem de nesnesi olabilmesi ihtimaliyle gerçekleşir. Kişinin faaliyetlerini insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösteren şeyleşme, işçi sınıfı için kişilik bölünmesine yol açmaktadır. İnsan üretim sürecinde sadece doğayı dönüştürmemektedir. Kendisini de dönüştürerek yeniden yaratmaktadır.

Rabia Yazar

Ayşegül Taner

Emir Sarı

Siyasi Düşünceler Tarihi Staj Programı

Kaynakça

Akdemir, F. (2003). Feuerbach’ın Antropolojik Ateizmi ve Teistik Açıdan Değerlendirilmesi. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 345.

Akkuş, U. (2015). Georg Lukács ve İnsanın Şeyleşmesi: “Tarih ve Sınıf Bilinci” Üzerine. Erişim adresi: https://www.cafrande.org/insanin-seylesmesi-bilinci/ (Erişim Tarihi: 17.09.2021).

Bekmen, A. (2021). Marksizm: “Praksis”in Teorisi. B. H. Örs içinde, 19. Yüzyıldan 20.Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Çolak, Metin, (2011). Georg Lukács’ı Yeniden Düşünmek, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), Güz, (12).

Güngen, Can, G.Lukács ve İnsanın “Şey”leşmesi, 19 Mayıs 2011, Erişim adresi: http://www.cangungen.com/2011/05/19/aman-tanrimyoksa-ben-sey-mi-oldum-dr-can-gungen/ (Erişim Tarihi: 20.09.2021).

Karala. (2020). “Basit Bir Marksizm Eleştirisi”. Erişim adresi: https://karala.org/posts/yaz%C4%B1-%C3%B6nerileri-5-basit-bir-marksizm-ele%C5%9Ftirisi-marksizm-in-update-i/ (Erişim tarihi: 19.09.2021).

Lukács, G. (1998). Tarih ve Sınıf Bilinci. İstanbul: Belge Yayıncılık.

Lukács, G. (2004). Marksist İmgelem. İstanbul: Yeni Hayat Kütüphanesi.

Lukács, G. (2018). Toplumsal Varlığın Ontolojisi. (D. B. Kılınç, E. Ekici, & U. Y. Kaya, Çev.) İstanbul: Notabene.

Lukács, G. (2020). Marksizm mi, Varoluşçuluk mu? (M. Sert, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.

Marx, K. (1979). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. (S. Belli, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. (2013). Alman İdeolojisi. (T. Ok, & O. Geridönmez, Çev.) İstanbul: Evrensel Basım Yayın.

Marx, K. (2018). 1844 El Yazmaları. (M. Belge, Çev.) İstanbul: Birikim.

Marx, K., & Engels, F. (2018). Devlet ve Hukuk. (R. Serozan, Dü.) İstanbul: Ayrıntı.

Olgun, C., K. (2009). Marx’ta İdeoloji Kavramı. Sosyoloji Notları, 89.

Subaşı, S., T. (2018). Marx’ta İdeoloji Eleştirisi ve Kavramın Farklılaşan Görünümleri. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 152.

Şentürk, B. (2016). Marksist Kurama Bir Katkı: Lukács’ın İdeoloji Kavramsallaştırması. Kilikya Felsefe Dergisi, 39-51.

Uslu, A. (2018). Toplumsal Varlığın Ontolojisi: Hegel, Marx, Emek. Toplumsal Varlığın Ontolojisi (pp.11-30) içinde, İstanbul: Notabene.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...

Küresel Göç Yönetiminde Sivil Toplumun Etkisi: Sivil Toplumun Katkısı ve Sınırları

Kaancan Koçak  Sivil Toplum Çalışmaları O-Staj Programı Özet Göç insanlık tarihinin en...