İlknur Yantuna: Dış haberciliğin dış politika gündemine paralel doğrultuda önemi artarken haberin kaynağına erişim, olay mahalline yakınlık gibi konular, özgün üretim açısından sorgulanmaya devam ediyor. Siz Türkiye’de haberin birincil elden toplanması konusunda nitelikli bir habercilik anlayışının geliştiğini düşünüyor musunuz?
Ceyda Karan: Böyle bir anlayışın geliştiğini söyleyemeyiz. Dış habercilik işini layığıyla yerine getirecekseniz sahaya adamınızı göndermeniz gerekir ve buda bu işi pahalı yapan bir boyut. Savaş muhabirliği olsun, yurtdışında düşünce kuruluşlarıyla temas kurmak için yapılan çalışmalar olsun kaynaklara bizzat yerinde ulaşılması için donanımlı çalışanınızın olması lazım. Türkiye’deki habercilikte böyle çalışmalara fazla para ayrılmıyor ve büyük kuruluşların yurtdışındaki muhabir kadrolarının da giderek zayıfladığını görüyoruz. En büyük sıkıntımız aslında bu. Sahada adamınız olmadığı için internet ortamına ya da geleneksel haber kanallarına başvurmak durumunda kalıyorsunuz, haber süzme yolunu tercih ediyorsunuz. Bu ulaşım ağına facebook, twitter gibi sosyal medya araçlarını da kattığınız bir süreç işliyor. Dolayısıyla iş çeviri haberciliğine dönüşüyor. Türkiye’de dış haberciliğe bakış tarzı, yani tercümanlık odaklı anlayış maalesef 20.yy’ın son yarısında bu biçimde şekillendi. Fakat yaptığımız iş tercümanlık değil. Pakistan’la ilgili bir haber yapacaksanız ülkenin tarihini, siyasi yapılanmalarını bilmeniz gerekmektedir. Önünüze gelen her haberi eleme yöntemine gitmeden çevirirseniz olayı anlayamaz ve hazin bir sonuç olarak da anlatamazsın. Türkiye’de haberciler gelişmelerin ne olduğunu fazla anlayamadan tercüme ettiriliyorlar, üstelik editörlerde bu anlamda bilgi sahibi olmadıkları zaman dünyayı algılamak adına ortaya bir takım facialar çıkıyor.
İlknur Yantuna: Aslında konunun bir halkası olarak Türkiye’de dış politika habercilerinin yeterliliği hakkında ne söyleyebilirsiniz? Lisan bilgisinden, eğitim düzeyine, uzmanlaşmadan meslek etiğine kadar geniş bir yelpazede değerlendirmek gerekirse.
Ceyda Karan: Türkiye’de bir başka sorunda bu noktada yaşanıyor. Dış haberleri o kadar küçümsüyor, dünyada olup bitenlere o kadar uzak duruyoruz ki genç ve deneyimsiz bireyleri tercüman gibi işe alıyor ve onlardan haber oluşturmalarını bekliyoruz. Oysaki iyi haberci olmak siyasi gelişmelerin mevzu bahis olduğu haberleri takip etmek, farklı kaynaklardan inceleyerek bilgileri süzmek anlamına gelir. Türkiye’de ise bu işin kalitesini sorgulamamız lazım çünkü sürekli olarak yanlış bilgileri yaymakla meşgulüz. Branşlaşma bu anlamda çok önemli bir süreci kapsıyor. Çünkü Türkiye’de şu aşamada dış habercilik ve dünya algısı sürekli olarak Türkiye’yi izah etmek için dünyaya bakmak kapsamında ilerliyor ve olaylara yerel yaklaşmamıza yol açıyor. Örneğin Amerikalılarda aynı refleksi göremiyorsunuz, kendi demokrasilerindeki sorunlarını anlayabilmek için dünyaya bakmıyorlar, kendi çıkarları doğrultusunda dünyayı anlamaya çalışıyorlar. Ne kadar anladıkları ayrı tartışma konusu olsa da sonuçta sistem ve bakış açısı doğru. Biz ise İspanya’da ne olduğuyla çok ilgilenmiyoruz, klişe bir takım öğeler yetiyor bize. Bunun nedeni ise, kendi sorunlarımızdan ötürü başımızı kaldıramamamız, aslında böyle bir algının gelişmemiş oluşu. Örneğin Kürt sorumuz var. Srilanka’dan, İrlanda’dan bir şeyler arıyoruz tanımlamak ve yorumlamak adına. Belki o ülkelerdeki gerçek işleyen süreçleri anlasak daha faydalı ve çözüm odaklı olacak ama öyle bir perspektifimiz olmadığı için anlayamıyoruz ve bilemiyoruz. Lisan bilgisi ise dünyada belli başlı dillerin konuşulması, bir takım haberlerin, görüşlerin yorumların bu diller aracılığıyla yapılması bakımından elbette önemli. Fakat habercilik tercümanlık olmadığı için dil bilmek bizde anlayabilmek adına gerekli olan bir unsur. Tercüme etmekle anlamak bazen farklı olabiliyor ve biz habercilerinde yanlış aktarmalara maruz kalmamak için, anlamak kısmıyla daha çok ilgilenmemiz gerekiyor.
İlknur Yantuna: Kim daha iyi haberci iletişimci mi uluslararası ilişkilerci mi?
Ceyda Karan: Bu zor bir konu aslında. Biz stajyerlerimizi değerlendirirken daha çok dünyayla ilgili çocukları tercih etmeye çalışıyoruz. Hakikaten ilgilenen, merak eden, araştıran ve çok fazla bilmekten ziyade bilgiyi nerede bulacağını bilen, sunulanla yetinmeyen, sorgulayan, araştıran kişileri seçiyoruz. Uzmanlaşma keza çok önemli, dünyayla bölgeyle ilgilenen insanlar lazım fakat Türkiye’de insanların bu bağlamda nitelikli hale gelmesine izin vermiyorlar çünkü hepsi bir şekilde Türkiye haberi yapıyor. İsrail, İran, Amerikan politikalarını bilen insanlar var ama bizim sorunumuz nitelikli çalışanın yetersiz olması üzerine odaklanıyor.
İlknur Yantuna: Türkiye-merkezli olmak ve yerel olmak kavramlarını biraz daha açarsak Türk basının dış politikayı görme biçimine yönelik ne düşünüyorsunuz? Ve bu durum bir sorun ise yapıcı çözüm önerileri neler olabilir?
Ceyda Karan: Haberciliğin Türkiye merkezli olması gereklidir ama yerel olması bambaşka bir seçenektir. Kendi kimliğini, var oluş biçimini kabul etmekle alakalı bir durumdur. Elbette ki Türkiye’den sorunlara bakılmalıdır. Örneğin New York Times’dan bir haberi alıp kendi coğrafyanızın ürettiği bir algıymış gibi yansıtırsanız bu duruş Amerikan algısını oluşturan bir bakış olur. Tabiî ki evrensel bir takım unsurlar var, onları yadsımak için söylemiyorum fakat acilen bu ayrımın farkına varıp, Türkiye’nin kendi bölgesindeki duruşunu ve kendi halkının çıkarı için etrafına bakma tarzını habercilik bağlamında oturtması lazım. Türkiye merkezli bakış böyle bir bakışı kapsamaktadır. Yerel olmak ise geniş çerçeveden yaklaşamamak, kendi dertlerinle sınırlı kalmak anlamına gelmektedir. Türk dış politika haberciliğinde iki nokta vardır; ya çok milliyetçi bakılır ya da tamamen batının algısı kabul edilir. Ülkenizde yaşayan bireyleri merkeze almak, bizi ilgilendirir, ilgilendirmez ayrımına gitmeden onların gözlükleri ile bakmak, kendi bakışımızı geliştirmek ve kendi bakışımızdan dünyayı algılamak gerekiyor çünkü bazen sizi hiç ilgilendirmediğini düşündüğünüz şeyler sizi bağlayabilir. Biz daha İtalya’da Somali’de ne olduğunu tam anlamadan bizi ilgilendirir mi ilgilendirmez mi tartışmalarına direkt geçiyoruz, unutmayalım önce anlamamız lazım.
İlknur Yantuna: Bu işin çerçevesini çeviri habercilik ve saha haberciliği kavramları oluşturuyor gördüğümüz kadarıyla. Daha özel bir açıdan, bölgesel bir gelişmeden bakarsak Arap Baharı olarak adlandırılan Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da meydana gelen süreçleri Türkiye ne kadar yerinden izleyebildi, ne kadar masa başındaydı?
Ceyda Karan: Benim bu konu hakkında Libya’da olaylar yeni başladığı zaman kaleme aldığım ‘paraşütle atlamak’ tabirini kullandığım bir yazım var. Başta anlattığımız hususlar kapsamında, bölgede yaşayan, kültürü, geleneği iyi bilen muhabirler olsa her şey daha iyi olurdu tabii ki fakat biz bu yolu seçmediğimiz için bir yerde bir olay meydana geldiği zaman paraşütle atlıyoruz. Arap baharı patlıyor hepimiz paraşütle uçuyoruz. Haberci olarak siz eğer bölgeye hâkimseniz bu tarz haberciliğinde faydaları vardır. Örneğin ben Tunus’a Tunus’u bilerek gittim. Fakat bölgeye gittiğinizde haritada geldiği yeri gösteremeyecek, olaylarla ilgili aklında klişe bir cümle olan bir takım insanların da sahaya indiğini görüyorsunuz. Görüştüğü kişi hakkında bilgiye sahip olmadan, bölgeye ait tarihi, siyası yapıyı bilmeden gösteriş unsuruna takılı gelen insanlar bunlar. Dolayısıyla saha deneyimi önemli ama paraşütle atlamamak lazım, bunun için ise yine bu alana yatırım gerekiyor fakat pek çok medya kuruluşumuz bu ayrımın ve önemin farkında bile değiller. Bugün küreselleşen dünyada medya her şeyi belirleyen bir güç, dolayısıyla haber para anlamına geliyor ve bu tarz yatırımlardan kaçınmamak gerekiyor. İşi doğru yürütmekten de öte büyük şirketler içinde bir gelecek demek medya ve tabii ki dünyanın gerçekleri dünyayı bilmekle ilerleyebilir. Günümüzde ise internet çağında birikimli bir bilgiyle enformasyonun ayrımını yapamıyoruz, daha fazla enformasyon yayıyoruz.
İlknur Yantuna: “TRT Türk”ün bu anlamda saha haberciliğine yatırım yaptığını görüyoruz, siz çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ceyda Karan: “TRT Türk” büyük çabalar harcıyor bu anlamda. Çok büyük hatalar yapıldığını düşünsem de ilgiyle takip ediyorum. Geniş bir kadroya sahipler ve iyi işler, büyük değişiklikler yapmaya çalışıyorlar. Hatalarda tabiî ki yapıla yapıla üstesinden gelinecek şeyler. Türkiye ve bölgesini yerinden muhabirlerle aktarıyorlar ve bu ülkemizde revaçta olan bir durum olmadığı için çok değerli bir yöntem. Fakat o kadar muhabirleriniz varsa dikkat etmeniz gereken unsurlar da vardır. Bazen onların bile çeviri haberciliğine kaçtığını görüyorum. Her alanda olduğu gibi dış habercilikte de bilmemek değil öğrenmemek ayıp ve her daim öğrenmeye meraklı halde olmak lazım. Unutursun, hatırlarsın, yeniden bakarsın, yeni bir gelişme olur yenilersin. Dolayısıyla sürekli bir dinamizm halinin hâkim olması gerekiyor.
İlknur Yantuna: Şiddetin sunulmasına ilişkin tartışmalara yönelik Türkiye’de dış politika haberciliğinin magazinsel ve sansasyonel haber yapma boyutunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Zaman zaman ideolojik ve politik kaygıyla da birleşen şiddetin ilgi çekme ve duygulanım yaratma aracı olarak kullanılmasını haberin etik unsuru olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Ceyda Karan: Tabii burada kadın bedenini meta olarak algılayan bir bakıştan bahsedebiliriz. Yoktan var olmuş bir şey değil, toplumda kökleri olan bir anlayış bu. Sadece Türkiye’de değil dünyada da, örneğin İngiliz boyalı basınına baktığınızda toplumsal bir soruna işaret eden algılamaları görüyorsunuz. Biz bu olayı genelde kadın üzerinden tartışıyoruz fakat şiddet konusunda bir takım çifte standartlarda mevcut. Türk basını kişilik haklarını ihlal etmemek adına bir takım girişimler yapmalıdır. Örneğin Posta gazetesinin bastığı, bizim o dönemde Radikal’deyken yer vermediğimiz meşhur bir fotoğraf vardı. Gazze’de dökme kursun operasyonu esnasında enkaz altında kalan bir bebek fotoğrafı. İnsanların rahatsız olmaması için basılmamasına yönelik bir karar alınmıştı. Fakat ben böyle bir çekinceye sahip değilim. Çünkü o fotoğrafı zaten birilerinin rahatsız olması, olayların farkına varması için yayınlıyoruz. Orada savaş var, şiddet var ve bu tablonun yansıtılması, okurların bilgilendirilmesi lazım. Tabii bu görüntüleri yayınlarken kişilik haklarını önemseyen bir seçiciliğe gitmek gibi formüller bulunmalı, belirli sınırlar oluşturulmalıdır. Çok fazla vahşiliği ve kanı ön plana koyan ya da kan olmasa da vahşice durabilen fotoğrafları ayırt etmek lazım. Verilmesi gereken vahşiliğin sınırını belirlemek oldukça önemli. Bir takım etik kodları belirlediklerini söyleyen çevrelerin biraz daha düşünmesi gerekiyor şu aşamada. Bu tür haberler verilir mi verilmez mi soruları yerine nasıl verilebilir sorusuna yönelmemiz gerekiyor. Ben kişilik hakları bağlamında şiddete uğrayan kişinin yüzünü tehcir etmeden kadrajlayıp, mozaikleyip koymayı tercih ediyorum. Örneğin ciddi bir kadına şiddet olgusu ve bu tip toplumsal sıkıntılar mevcutsa bunu yansıtmak durumunda olduğumu düşünüyorum. Öte yandan şiddetin sunumu çok standart hale getirilebilecek bir konu değil, savaş alanında ve diğer haber alanlarında değişik versiyonları olabilir. Dolayısıyla üzerinde mutabakata varılacak bir konu değildir.
İlknur Yantuna: İstanbul’da düzenlenen yeni medya düzeni konferansında Julian Assange medyada ve bilgide demokratikleşme konusunu ele alan bir konuşma yaptı. Wikileaks’in etkisini, Twitter, Facebook gibi sosyal medya kanalları düşündüğümüzde medyada yeni demokratik bir düzenin oluşumundan bahsedebilir miyiz?
Ceyda Karan: Bu iki ucu keskin bir bıçak aslında. Bir yandan birtakım bilgileri saklamak, gizlemek zorlaşıyor, bir yandan kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Herkes dünyada meydana gelen gelişmelere yönelik haberlere ulaşabiliyor, hatta bunun ismi vatandaş gazeteciliği olabiliyor. Bu önemli bir gelişme olsa da olumsuz getirilerini de bünyesinde barındırmaktadır. Örneğin vatandaş nasıl gazetecilik yapacağını biliyor mu? Neyi, nasıl süzeceğinin biliyor mu yoksa bu gelişmenin dedikodu yaymaktan bir farkı yok mu? Bunu irdelememiz gerekiyor. Twitter tabii ki sosyal medyada daha güncel ve daha yakıcı bir örnek. Yanlış ve hatalı bilgiler bu kanallarla ortalığa saçılıyor, çok çabuk yayılıyor ve engel olunamıyor. Dolayısıyla bahsettiğimiz alan gerçeklikten soyutlanmış bir dedikodu ortamına dönüşebiliyor. Bu bağlamda gazetecilik denen şeyin bir anlamı ve önemi var. Gazeteci araştırır, gerçeğin peşinde koşar, doğruları süzer, farklı taraflara yer verir. Kontrollü bir süreç vardır ve bu kontrolün bir standardı vardır. Dolayısıyla vatandaş gazeteciliği getirdiği demokrasi ile bitmiyor. Yalanlar üzerine kurulmuş, hatalı bilgiler üzerine oluşmuş, çok çabuk inanılmış ve sorgulanmamış bilgileri de beraberinde getirebiliyor. İşte bu tehlikelere dikkat etmek lazım, yorumlama farklılığı açısından belki de bu durum gazeteciler için tekrar düşünme fırsatına dönüşebilir.
İlknur Yantuna: Yazılı basında dış politika haberlerinin sunuş şekli, analiz, yorum ve incelemelere yer verilmesi, haberde ve tercümelerde kullanılan dil ve üslubun anlaşılır olması bakımından Türkiye’deki gazetelerin niteliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ceyda Karan: Dış politika haberciliğinin çok profesyonel yapılması gerekmediğini söyleyen kanatlar halkın isteğinin bu yönde olduğu üzerinde kilitlenir. Fakat halkın ilgisini çekmek aslında mümkündür ve haberciye bağlıdır. İşine ne kadar değer veriyorsan, bilgini ne kadar derinleştiriyorsan ve ne kadar profesyonel bakıyorsan insanlar da o kadar yaptığın işle ilgilenirler. Maalesef böyle bir görüş henüz hâkim değil Türk basınında. Aslında bu alana yeni başladığımızı ve yavaş yavaş değişikliklerin meydana geldiğini söylemeliyim. Ülkemiz için toplum adına hepimizin ilgi alanına girebilecek işlerdir bu çalışmalar. Çok sayıda gazetecinin aktif olması, bölgede yayılması, araştırmalar yapması şuan yetersiz kaldığımız, zamanla gelişecek unsurlar.
İlknur Yantuna: Türkiye’de dış politika alanında yayınlanan dergileri yeterli buluyor musunuz?
Ceyda Karan: Dergiciliğin bu anlamda, internet çağında ne yazık ki ölmek üzere olduğunu düşünüyorum. Belki sosyal medya alanlarıyla birleştirilecek farklı formüllere gidilebilir.