Kıbrıs’ta BM gözetiminde yürütülen çözüm müzakereleri bir kez daha sonuçsuz kalmışa benziyor. Zira Güney Kıbrıs lideri Nikos Anastasiadis, 9 Ekim 2014’te KKTC lideri Derviş Eroğlu ile yapacağı görüşmenin arefesinde ülkesinin müzakere masasından kalktığını resmen duyurdu. Kıbrıslı Rumların çözüm yönündeki isteksizliğini gösteren son emare olarak addedilebilecek olan bu hareketin arkasında yatan görünür sebep olarak ise, Türkiye’nin, Güney Kıbrıs (resmi adıyla Kıbrıs Cumhuriyeti)’ın münhasır ekonomik bölgesinde yer alan Afrodit doğalgaz sahasında yer alan 9. parseldeki sondaj çalışmalarını engellemek için bölgeye savaş gemisi göndermesi ve bir NAVTEX (seyrüsefer belgesi) yayınlayarak sondaj gemisi Barbaros’u bölgeye göndereceğini belirtmesi olarak gösterilmiştir. Kıbrıslı Rumlar, bu eylemi Kıbrıs’ın egemenliğine bir saldırı olarak görmüş ve Türkiye’yi “saldırgan” olarak niteleyip, uluslararası arenada da böyle algılanabilmesini sağlayabilmek için Anastasiadis eliyle müzakerelerden çekilme kozunu oynamıştır. Ne var ki, süreç çok farklı bir şekilde işlemektedir ve Kıbrıslı Rumların “çözümsüzlük” yönünde izledikleri politika Güney Kıbrıs ekonomisine çok ciddi bir zarar vermektedir.
2013’te düzenlenen devlet başkanlığı seçimlerinin ardından başkanlık koltuğuna oturan Nikos Anastasiadis, Glafkos Klerides tarafından kurulan ve merkez sağda yer alan Demokratik Seferberlik Partisi kökenli bir politikacıdır. Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin en önemli sağ partisi olarak bilinen ve milliyetçi-muhafazakar bir yapı arz eden Demokratik Seferberlik Partisi, an itibarıyla ülkenin en önemli partisidir ve 56 sandalyeli mecliste 20 sandalyeyi kontrol etmektedir. İlginç olan ise, çözüm müzakerelerinden çekilmiş olan Anastasiadis’in 2004 yılında düzenlenen Annan Planı referandumunda “evet” oyu vermiş olmasıdır. Bu bakımdan, Anastasiadis’in başkanlık koltuğuna oturması ile Kıbrıs’ta çözüm yolunda önemli bir ilerleme yaşanması beklenmekteydi. KKTC ve Türkiye’nin de çözüm iradesi gösterme yönünde ileri adım atmaya hazır olması, BM’yi de umutlandırmış ve Kıbrıslı Rumların Andreas Mavroyannis, KKTC’nin ise Kudret Özersay’ı baş müzakereci olarak seçtiği yeni bir müzakere dönemi başlatılmıştı. Ancak gelinen noktada tüm umutlar boşa çıkmış gibi görünmektedir.
Güney Kıbrıs, son dönemde içerisine sürüklendiği ekonomik kriz nedeniyle çözüm müzakerelerinde elde edilecek başarıya ihtiyaç duyan bir aktör haline gelmiştir. Nitekim adanın güneyinde keşfedilen Afrodit sahasının yanı sıra, adanın münhasır ekonomik bölgesinin tamamında yapılacak aramalarla çıkarılacak doğalgaz ve petrol rezervlerinden elde edilecek gelire önemli oranda ihtiyaç duyulmaktadır. Adanın münhasır ekonomik bölgesinde önemli oranda doğalgaz rezervi olduğu tahmin edilmektedir. Hatta doğalgazın yanı sıra petrol yataklarının varlığından da bahsedilmektedir. Afrodit sahasına komşu olan İsrail’in Tamar ve Leviathan sahalarında bulunan zengin petrol ve doğalgaz rezervleri, bu rezervlerin dünya piyasasına sunulması ile yakından ilgili olan dev enerji şirketlerinin yanı sıra Kıbrıslı Rumları ve Türkleri de umutlandırmaktadır.
2013 yılı itibarıyla %17,5’e ulaşan bir işsizlik oranına sahip olan Güney Kıbrıs’ta kriz ile mücadele çerçevesinde alınan tedbirler ekseninde arttırılan vergiler, emekli yaşının yükseltilmesi ve banka mevduatlarında yapılan kesintiler ile maaşların düşürülmesi sonrası ciddi bir toplumsal tepki dalgası oluşmuştur. Ülkenin enerji ihtiyacının yerli kaynaklar ile karşılanamayacağına yönelik endişeler ve su kaynaklarının giderek tükenmesi de Güney Kıbrıs Yönetimi’ni önemli bir siyasal/ekonomik risk ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu bağlamda, adanın sahip olduğu enerji kaynaklarının ekonomiye kazandırılmasını sağlayacak ve Türkiye’nin “barış suyu” adı altında KKTC’ye göndereceği suyun adanın tümüne ulaştırılmasını beraberinde getirebilecek bir barışa ulaşılması Kıbrıslı Rumlar açısından da büyük bir önem taşımaktadır. Zira an itibarıyla Güney Kıbrıs ekonomisini ayakta tutan en önemli unsur özellikle Rus milyarderlerin adadaki bankalar aracılığıyla gerçekleştirdikleri “para aklama” faaliyetidir. Yunanistan’dan ciddi anlamda yardım alan Güney Kıbrıs, bu ülkenin de ekonomik krize saplanıp kalması sonrası ciddi bir ekonomik bunalım ile karşı karşıya kalmıştır.
Güney Kıbrıs, içerisine düştüğü ekonomik sıkıntıyı aşabilmek için adanın sahip olduğu enerji rezervlerini derhal çıkarabilmek yönünde bir strateji benimsemiştir. ABD’li Noble Energy ile İsrailli partneri Delek’in oluşturduğu bir konsorsiyum ile anlaşan ve adanın güneyinde yer alan Afrodit sahasında yapılan sondaj çalışmaları sonrası 147 milyar metreküp olduğu saptanan (Güney Kıbrıs’ın 100 yıllık ihtiyacını karşılıyor, Türkiye’nin ise 3-4 yıllık ihtiyacını gideriyor) doğalgazın çıkarılması için çalışmalara başlayan Kıbrıslı Rumlar, KKTC ve Türkiye engeliyle karşılaşmıştır. Nitekim adanın sahip olduğu doğal kaynaklar adada yaşayanların tamamına aittir. Zira Kıbrıs’ın “münhasır ekonomik bölgesi” adanın kuzeyi ya da güneyi fark etmeden bütüncül bir anlam ifade etmektedir ve Afrodit sahasından çıkarılacak doğalgaz ile var olduğu belirtilen petrol rezervlerinden elde edilecek gelir de Kıbrıslı Türkler ile bölüşülmek zorundadır. Keşfedilen Afrodit sahasının yanı sıra, adayı çevreleyen diğer bölgelerde de doğalgaz/petrol rezervlerinin olduğu ifade edilmektedir. Total (Fransa), ENI (İtalya), Kogas (Güney Kore), NOVATEK (Rusya) gibi dev enerji şirketleri adanın sahip olduğu rezervler ile yakından ilgilidir. Kıbrıslı Rumların, tek taraflı olarak sondaj çalışmalarına başlaması Türkiye’yi harekete geçirmiştir. Türkiye, KKTC’nin haklarını savunmak ve Güney Kıbrıs ile İsrail arasında Doğu Akdeniz’de geliştirilmeye çalışılan enerji işbirliğinin ancak kendisi aracılığıyla bir anlam kazanabileceğini gösterebilmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla, Türkiye, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak ilan ettikleri “münhasır ekonomik bölgenin” önemli bir bölümünün kendi “kıta sahanlığında” yer aldığını ifade etmiş ve aynı zamanda KKTC hükümeti ile imzaladığı bir anlaşmayla Kıbrıslı Rumların sondaj çalışmaları yürütmek istediği 9. parselde TPAO’nun da sondaj çalışmaları yürütmesi onayını almıştır. Yani KKTC’nin verdiği arama lisansı ile Rumların verdiği arama lisansı çakışır hale gelmiştir. Türkiye ve KKTC, bu hamleyle, Rumların ilan ettiği münhasır ekonomik bölgeyi tanımadığını göstermiştir. NAVTEX yayınlayarak Barbaros sondaj gemisini bölgeye göndereceğini ifade eden Türkiye, aynı zamanda 9. parsele yönlendirdiği savaş gemileri ile de Noble-Delek ortaklığında yürütülen çalışmaları kabul etmeyeceğini de ilan etmiştir.
Doğu Akdeniz’deki enerji potansiyelinin “hakça” kullanılması yönünde onayı alınması gereken en önemli bölgesel aktör Türkiye’dir. Zira Türkiye, hem İsrail hem de Kıbrıs gazının Avrupa’ya en kısa ve maliyetsiz yoldan aktarılmasını sağlayacak rotayı ifade etmektedir. Bu durum, İsrail’i de oldukça rahatsız etmektedir ve gerilen İsrail-Türkiye İlişkileri’nin düzelmesini sağlayacak en önemli husus da İsrail’in enerji aktarımı konusunda Türkiye’ye olan bağımlılığı olacaktır. Aynı durum Kıbrıslı Rumlar için de söz konusudur. Nitekim ekonomik anlamda ciddi bir darboğazın içerisinde olan Rumlar, enerji rezervlerinden gelecek paraya ihtiyaç duymaktadır. Ancak bu rezervlerin güvenlik riski olmadan çıkarılması ve en maliyetsiz şekilde Avrupa pazarına aktarılması ancak Türkiye üzerinden inşa edilecek boru hatları ile olabilecektir. Türkiye’nin, Kıbrıslı Rumların Lübnan ile yaptığı “münhasır ekonomik bölge” anlaşmasının Lübnan Meclisi’nde kabul edilmesini engellemesi ve Rumlar ile iş yapacak enerji şirketlerinin çok cazip fırsatlara sahip Türkiye enerji pazarında iş yapamayacağını açıklaması, TPAO’nun, KKTC’den, Kıbrıs çevresinde arama ruhsatı alması ile birlikte değerlendirildiğinde Rumların elini zayıflatmaktadır. Su ve enerji ihtiyacı ile Türk şirketlerinin adanın güneyine yapacağı yatırımların yaratabileceği ekonomik rahatlama da Güney Kıbrıs Hükümeti’nin göz önünde bulundurması gereken birer unsur olarak görülmelidir.
Nikos Anastasiadis’in diğer parti liderleri ile aynı potada buluşarak aldığı “müzakerelerden çekilme” kararı, Kıbrıslı Rum Kesimi’nin mevcut ekonomik görünümü göz önünde bulundurulduğunda rasyonel olmayan bir karar olarak görülmelidir. Nitekim BM ve uluslararası gözlemciler de haklı olarak bu yönde değerlendirmeler yapmaktadır. Ekonomik ve sosyal gerçeklikleri yadsıyan, Güney Kıbrıs’ın potansiyelini abartan ve bölgesel işbirliğinin beraberinde getirebileceği barış iklimini reddeden Güney Kıbrıs Yönetimi’nin aldığı bu karar, milliyetçi bir tepkiye yaslanan, güvenlikçi dış politika çizgisine entegre olmuş ve irrasyonel olduğu kaydedilebilecek bir gelişme olarak görülmelidir. Bu siyasal duruşun uzun vadeli olmayacağı ve müzakerelerin yakın zamanda yeniden başlayacağı söylenebilir.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu
Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü