Taksim’deki Gezi Parkı direnişi tüm hızıyla devam ediyor. Eylemler bağlamında ortaya çıkan polis şiddeti biraz olsun azalırken, tüm dünyanın gözü Türkiye’nin üzerine odaklanmış durumda. CNN’in İstanbul’dan yayın yapıyor oluşu dahi, Türkiye’deki eylemlerin bir milat olarak algılandığını kanıtlamaktadır. Zira Gezi Parkı direnişinin kendisine has çok önemli farklılıkları bulunuyor ve bu farklılıklar yakından incelenmediği takdirde güncel siyasetin işleyişi ve devlet-toplum ilişkileri çerçevesinde ne denli farklı anlamlandırmaların ortaya çıktığını anlamak mümkün olmayacak.
Direnişin üzerine temellendirildiği toplumsal yapıya göz gezdirildiğinde, eylem sürekliliğini sağlayan en önemli grubun üniversite gençliği olduğu rahatlıkla görülebilecektir. Bu grubun en önemli özelliği, değişim olgusunu en önce algılayan ve hayatına yansıtmaya çalışan aktörlerden oluşmasıdır. Teknolojik gelişmeleri oldukça yakından izleyen, toplumun geneline oranla çok daha eğitimli ve ülkenin gidişatını kendi doğruları/yaşam anlayışı çerçevesinde yeniden düzenleyerek Türkiye’nin demokratik gelişimini hızlandırmayı ve modern siyasal anlayışı yapılandırmayı amaçlayan bu grup, apolitik olmadığını ve aidiyet duyacağı bir siyasal yapı oluşturabildiği takdirde demokratik işleyişin bir parçası olacağını açıkça ortaya koymuştur.
Taksim Direnişini sürdüren ve destekleyen toplum katmanlarının en önemli özelliklerinden biri de, toplumda öteki yaratmaktan uzak duran ve etnik/dinsel/mezhepsel ayrımları göz önünde bulundurmadan ortak inanç ve isteklilik çerçevesinde hareket ediyor oluşlarıdır. Antikapitalist Müslüman Gençler ile çeşitli sol gruplardan gelen gençlerin birlikte hareket ediyor olmaları ve muhalefet paydasında birleşen bu grupların Gezi Parkı ve çevresinde oluşturdukları komün içerisinde birbirlerinin hayat anlayışlarına saygı gösteriyor oluşları, yıllardır kurgulanmaya çalışılan çok kültürlü yapının bu direniş içerisinde işletilebiliyor olduğunu ortaya koymaktadır. Gezi Parkı direnişi, Türkiye’nin görmek istediği toplumsal barış ortamını açıkça yansıtmaktadır. Bu hususun bir sivil itaatsizlik çerçevesinde ortaya çıkmış olması ve devlet tarafından bastırılmaya çalışılması ise ayrı bir ironi olarak görülebilir. Yani devlet, yıllardan bu yana kurgulamaya çalıştığı ve farklılıklara saygıyı temel düstur olarak gören anlayışın ilk kıvılcımlarının görüldüğü Taksim direnişini şiddetle bastırarak tabandan gelen bir hareketi önlemekte ve “gerçek demokrasinin” hayata geçirilmesini engellemektedir.
Gezi Parkı direnişinin en önemli özelliklerinden biri de siyasal baskı ve oldu-bittilere karşı toplumsal karşı çıkışı yansıtan psiko-sosyal yönüdür. Direnişe katılan insanların, ilk günden bu yana, devlet şiddeti ile karşı karşıya kalmış olmalarına karşın geri adım atmamaları ve şiddete başvurmadan sivil itaatsizlik ve mizah anlayışını ön plana çıkarmaları çok farklı bir sosyal yapının ortaya çıktığını göstermektedir. Esasında, Gezi Parkı’na yapılması düşünülen AVM’yi muhtemelen en çok kullanacak olan grup olan gençlerin hükümetin Topçu Kışlası üzerinden manipüle etmeye çalıştığı tarihsel vurguyu reddetmesi de önemlidir. Bu durum, simgeler ve mabetler aracılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılan ekonomik/ticari metalaştırma girişiminin de önüne geçmektedir. Bu bağlamda Gezi Parkı direnişinin kültürel, psiko-sosyal, ekonomik ve tabii ki siyasal bir değişim anlayışına eklemlendiği açıkça ortadadır.
Gezi Direnişi bağlamında iktidarın sınıfta kaldığı çok açıktır. Başbakanın, direnişçilerin haklı taleplerini dikkate almaması ve karşı psikoloji uygulaması ekseninde kendisini güçlü, direnişçileri de güçsüz (bir avuç marjinal, ya da çapulcu) olarak göstermeye çalışması oldukça manasız olmuştur. Halbuki direnişin başladığı ilk gün atacağı adımlar ve Taksim Gezi Parkı’ndaki göstericileri ziyaret ederek projenin halkın istekleri doğrultusunda yeniden ele alınacağını belirtmesi dahi olayların büyümesini engelleyebilirdi. Yine Başbakanın Türk toplumunu siyasal anlamda bölen ve kutuplaştıran %50 söylemini sürekli olarak gündemde tutması da Gezi direnişinin kapsamını ve anlamını farklılaştırmış ve sürecin daha da gergin bir hal almasını beraberinde getirmiştir. Bu söylem sonrasında direnişe katılanların sayısı arttığı gibi, katılımcıların söylemleri de farklılaşmış ve olay Gezi Parkı meselesini aşarak özgürlüklere müdahale anlamında daha siyasal bir hale büründürülmüştür. Başbakanlık koltuğunda oturan birinin bu tarz bir söylem benimsemesi ve ülke toplumunu kendi siyasal görüşleri doğrultusunda bölmesi ve kutuplaştırması çok yanlış ve tehlikelidir. Zira başbakanın görevi bölmek değil birleştirmek olmalıdır. Başbakanın yaptığı bir diğer hata da, karşıt psikoloji uygulamasına eklemlediği ve çoğunluğunu üniversite gençliğinin oluşturduğu direnişçileri “küresel faiz lobisinin” taraftarları olarak gören açıklamasıdır. Hedef şarşırtmayı ve sürecin sorumluluğunu dış aktörlere yükleyerek, hem zarar görmeden bu meseleden sıyrılmayı hem de direnişçilerin toplumsal meşruiyetini tartışmalı hale getirmeyi hedefleyen bu söylem, başbakanın kendi meşruiyetini azalttığı gibi hiçbir şekilde kabul de görmemiştir.
Gezi direnişinin ortaya koyduğu en önemli siyasal arızalardan biri de, daha önceki yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, siyasi partilerin toplumsal temsil yönündeki eksikliklerinin ortaya çıkmış olmasıdır. Tabandan gelen istekleri kulak ardı eden, merkez teşkilatının yaptığı atamalar ve verdiği kararlar ile işletilen, demokrasiyi yadsıyan ve çoğulculuktan uzak bir görünüm sergileyen Türkiye’deki siyasal partiler, mevcut görünümleri ile halkın taleplerini yansıtmaktan uzaktır. Değişimi içselleştirmiş, eğitimli ve Türkiye’nin dünyaya bakan yüzü haline gelmiş bir gençliğin böyle bir siyasal parti anlayışını kabul etmesi mümkün değildir. Zaten Gezi direnişçilerinin çok büyük bir bölümünün herhangi bir siyasal parti ile bağlantısı yoktur. Mevcut siyasal partilerin bu direniş bağlamında geri planda durmaları ve gençliğin istekleri noktasında oldukça şaşkın ve ne yaptığını bilmez bir tutum sergilemeleri de bu gerçekliği ortaya koymaktadır. Bu nedenle, Türkiye, değişimi yadsımayan, demokrasi ve özgürlükleri yansıtan, çoğulcu, gençlerin taleplerine cevap verebilecek ve toplumsal tabanı üst yönetime hakim kılacak bir siyasal partiler kanunu derhal çıkarmak zorundadır. Aynı durum siyasal partilerin mecliste temsil edilebilmesi noktasında çok önemli bir engel olarak karşımızda duran seçim barajı için de geçerlidir. Türkiye, seçim sistemini oluştururken istikrarı çoğulculuğa hakim kılmış ve toplumun önemli bir bölümünün mecliste temsil edilmesini engelleyen %10’luk bir seçim barajını mecliste temsil için bir ön koşul olarak ortaya koymuştur. Ne var ki, bu durum, belli toplumsal grupların siyasal sisteme hakim olmasını ve belli grupların da sisteme yabancılaşmasını beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, yapılması gereken, seçim barajını tamamen ortadan kaldırmak ve tüm toplumsal/siyasal grupların iradelerinin meclise yansımasını sağlamaktır. Böyle bir uygulama, Türkiye’de siyasetin dilini değiştirecek ve yabancı olduğumuz siyasal uzlaşı kültürünü benimsememizi sağlayacaktır. Yürütmenin yasama üzerindeki hegemonyasını ortadan kaldıracak/zayıflatacak bir işleyişi beraberinde getirecek bu dönüşüm, meclisi, toplumsal uzlaşının adresi haline getirecektir. Çoğulculuğu, çoğunlukçuluğa üstün kılacak bu gelişme, gerçek bir demokrasinin olmazsa olmazlarından biridir.
Gezi Parkı direnişi ile beliren en önemli meselelerden biri de yerel yönetimler reformunun acilen yapılması gerekliliğidir. Halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren hususlarda, halk yararına ve halkın istekleri doğrultusunda karar almayı dahi beceremeyen ve her şeyi hükümete endekslemiş bir yerel yönetim ile demokratik işleyişin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi mümkün değildir. Tıpkı merkezi yönetimde olduğu gibi, yerel yönetimlerin de siyasal, yönetimsel ve ekonomik açıdan şeffaf ve toplumsal denetime açık bir görüntü sergileyebilmesi ve katılımcı bir yapı ekseninde toplumun tüm kesimlerine açık bir şekle büründürülmesi çok önemli bir yönetimsel dönüşüm olacaktır.
Yerel yönetim reformu ve siyasi partiler kanununda yapılacak değişiklik sonrasında mecliste oluşacak yapı, yürütmenin yasama ve idari mekanizma üzerindeki baskısının azalmasını beraberinde getirebileceği için, hükümetin mahalli idareler üzerindeki baskısının da azalmasını sağlayacak ve böylece valiler, kaymakamlar ve emniyet müdürleri daha rahat ve nesnel bir tavır takınabilecektir. Böylece İzmir’de görüldüğü gibi, emniyet mensuplarının yanında direnişçilere karşı mücadele veren eli sopalı sivillerin dolaşmasına da izin verilmeyecektir. Kısacası, Türkiye’nin artık topyekun bir demokratikleşme çabasına girişmesi gerekmektedir. Bu talep daha fazla ertelenemez ve göz ardı edilemez.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü