Bu yazıda BRICS grubunun önde gelen üyelerinin ve kollektif kimliğinin geleceğine uzun vadeli, stratejik, bir parça kavramsal ve spekülatif bir bakış yapılmaya ve bu oluşumun Türkiye için ne ifade ettiği tartışılmaya çalışılacaktır. Uluslararası analizlerde vadeler uzadıkça ve kadraj genişledikçe kesin hükümler vermek zorlaşır. Tarihin uzun vadede hangi yollara sapacağını öngörme iddiasında olmak risklidir. Ama bu tür değerlendirmelerin hiç bir yararı olmadığını düşünmek de doğru değildir. Gelecekle ilgili yapılan tahmin ve tahlillerin doğru çıkması değilse bile onu etkileme ve geleceği bir parça daha az bilinir bir “diyar” haline getirme gibi faydaları olabilir.
Ekonomik determinasyona inananlar Asya’nın ekonomik dinamizminin Batı’nın hakimiyetini kaçınılmaz olarak sona erdireceğini iddia etmektedir. Son birkaç on yılda yaşananları Asya’nın 500 yıllık bir aradan sonra tekrar dünya siyasetine dönmesi ve Batı’nın dünya tarihine en tepeden baktığımızda kısa bir ara olarak kabul edilebilecek başat döneminin “dünyanın mevsim normallerine dönerken” sona ermesi olarak görmek mümkündür. Ama bu tür mega ve uzun dönemli konularda kesin iddialarda bulunmak doğru değildir. Çok sayıda faktörün belirleyeceği bu tür uzun vadeli gelişmeler beklenmedik şekiller alabilir. Dünya siyasetinin geleceği sadece yapısal faktörlerle öngörülemez.Ama belki geleceğin bir parça daha tahmin edilebilir olacağını düşünmek için de önemli bir neden vardır: İçinde barındırdığı belirsizlik nedeniyle savaş, teknolojik ve demografik gelişmeler ve entellektüel dönüşümlerle beraber, tarihin yönünün en önemli belirleyicileri arasında olmuştur. Ama nükleer silahlar büyük güçler arasında doğrudan bir savaşı imkansız değilse bile oldukça düşük bir ihtimal haline getirerek belki –belki!- büyük devletler arasındaki ilişkilerdeki önemli bir belirsizlik unsurunu ortadan kaldırmış olabilir. Kısacası, büyük devletlerin birbirleriyle doğrudan savaşmayacaklarını varsayabildiğimiz bir dünyada onlar arasındaki güç dengelerinin geleceğini tahmin etmek daha az zordur.
Goldman Sachs ekonomisti Jim O’Neill BRIC grubunu “icat etmeden” önce de Rusya, Hindistan ve Çin 90’lı yıllarda danışmalarda bulunmak için biraraya geliyordu. BRICS ülkeleri ortak noktaları, Japonya bir yana bırakılırsa Batı dışındaki en büyük ekonomiler olmaları ile kaynak ve derecesi farklı olsa bile belli bir ekonomik dinamizmi yakalamış olmalarıdır. Ayrıca bu ülkeler tamamen Batı karşıtı değilse bile “Batı dışı” olmak ve onunla problemli bir geçmişi olmak gibi özelliklere sahiptir. Hepsinde değişik derecelerde de olsa Batı’ya karşı bir tür hınç olarak tanımlanabilecek tepkiler birikmiştir. Grup içinde Rusya dışındaki ülkelerin değişik derece ve sürelerde sömürge olma geçmişleri vardır. Çin Batı emperyalizminden “çekmiştir” ve milli hafızasında bu önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca G. Afrika beyazların hakimiyeti altında bir tür “iç sömürge” ve apartheid dönemi de yaşamıştır ve dönemde Batı’nın eski yönetime bir kısmı gizli bir kısmı açık destek verdiğini ve bu desteği uzunca süre kesmediğini unutmuş değildir. 200 yıl İngiliz sömürgesi olduktan sonra bağlantısızlar hareketinin liderliğini yapmış Hindistan da bu eğilimini tam kaybetmiş değildir. Rusya ise Batı ile 70 yılı aşkın süren ideolojik, diplomatik ve askeri rekabeti kaybetmiş ve özellikle 90’larda Batı’nın bir tür talanına maruz kalmıştır. Brezilya bile ABD’nin kendisine yakın zamana kadar hakettiği ilgiyi göstermediğinden şikayetçidir. Denebilir ki, ABD terörle mücadeleyle meşgulken ABD’nin arka bahçesindeki bu ülke yavaş yavaş ama açıkça Çin ile stratejik bir ekonomik bir ilişki inşa etmiştir. Rusya dışındaki BRICS ülkeleri sanayileşme aşamasına Batı’dan çok sonra geçmiştir. Bu beş ülkenin üçü nükleeer silahlara sahiptir, kalan ikisinin de (Brezilya ve G. Afrika) bu teknolojiyi üretebilecek kapasiteye çok uzak olmadıkları varsayılabilir.
BRICS üyelerinde büyüme son dönemde göreceli olarak yavaşlasa da bu ülkeler hala dünyanın en hızlı büyüyen ülkeleri arasındadır. Ama hem tek tek üyelerin artan ekonomik büyüklüklerini siyasi güce dönüştürmeleri, hem de ülkelerin artan siyasi güçlerini ortak bir kapta biriktirerek sinerji yaratmaları başka faktörler ve bileşenlerle de ilgilidir. Artan ekonomik gücün siyasi ve askeri güce tahvil edilmesi bazen sanıldığı kadar otomatik, orantılı ve kesin olmayabilir ama arada ciddi bir ilişki olduğu da açıktır. Çin en büyük ekonomi haline geldiğinde hemen ve kolayca en büyük siyasi-askeri güç haline gelmeyebilir. Öte yandan, Çin’in dikkate alınacak bir siyasi güç haline gelmesi de ABD’yi ekonomik büyüklük olarak yakalamadan çok önce gerçekleşmiştir. Bu söylediklerimiz genel olarak ve tek tek BRICS grubu üyeleri için de geçerlidir. Siyasi gücün şekil ve derecesini coğrafi konum, tarih, kültür, ideoloji, liderlik kalitesi, rakiplerin performansı ve – kabul edelim- şans ve kaza gibi faktörler de belirlemektedir.
BRICS ülkelerini birbirleriyle siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel açıdan kolayca eklemlenebilecek legolar olarak görmek yanlış olabilir. Ortak değerler, amaçlar, kurumlar, “zaferler” ve tarih üretmeden bu birlikteliğin süresi, yakınlığı ve başarılarının sınırlı olma ihtimali vardır. Kendi aralarında dolar dışında bir rezerv para biriminde anlaşma, en azından aralarında kendi ülkelerinin para birimleriyle ticaret yapma, önde gelen uluslararası meselelerde uyum içinde hareket etme, güçlü ve kalıcı danışma, koordinasyon, işbirliği ve belki de dayanışma mekanizmaları yaratabilme gibi başarılar elde etmeleri halinde grup üyeleri bu ortak kaba daha çok şey koymaya daha istekli hale gelirler.
Ama bu yolsa BRICS’in önünde aşağıdaki türden engel, risk ve zorluklar vardır:
Üye ülkelerin iç istikrarının sosyal, ekonomik, politik, etnik, dini iç çatışmalarla kesintiye uğraması,
Büyümenin ve ekonomik dinamizminin yanlış ekonomik tercihler, ihracattan iç talebe dönük büyüme modeline geçilememesi, eğitimle nitelikli insan gücünün yetiştirilememesi, yolsuzluk ve eşitsizlik, dış enerji bağımlılığı, demografik bombaların patlaması, büyük çaplı çevre felaketleri gibi nedenlerle sekteye uğraması,
Aralarındaki uyumun, çıkar, değer ve kültür farklılıklarının öne çıkması, tarihi rekabet, husumet ve güvensizliklerin canlanması, jeopolitik çelişkileri çözme, sınırlama ya da dondurmada başarılı olamamaları, daha fazla ekonomik ilişkinin grup içinde daha fazla “sürtünme” ve çıkar çatışmasını da beraberinde getirmesi, zamanla üçüncü aktörler, kaynaklar ve pazarlar konusunda aralarında rekabet yaşamaları gibi nedenler sonucu kaybolması,
“Dış mihrak” Batı’nın bu embriyonik grubu daha baştan ya da bir süre sonra içlerinden birilerini ayartarak, araya şüphe tohumları ekerek, tek tek ülkelerin ekonomilerini torpilleyerek (mesela kırılgan finans sistemlerini sabote ederek) zayıflatması. Batılıların Çin dışındaki ülkelere, BRICS’in aslında Pekin’in dünya gücü olmak için kullandığı bir araç olduğunu ve bu ülkenin belli bir güce ulaştığında gruba olan bağlılığının azalacağını fısıldamaları beklenebilir: “Bir de bakacaksınız Çin hepinizi geçmiş ve belki de yemiş”.
“Hubris”: İçlerinden birinin –muhtemelen Çin- çok fazla öne çıkmasının diğer üyelerde tepki yaratması,
Grubun kurumsallaşma ve ortaklığı derinleştirecek başarı hikayeleri üretme becerisi gösterememesi, aralarında sinerji yaratamamaları, beraber iş yapma pratiği kazanamamaları, zirvelerin yanında yatay işbirliği ve koordinasyon kurumları oluşturamamaları,
Batı’yı geriletme dışında onları bir arada tutacak tutkal ve çimento üretemeleri, kollektif bir vizyon ve belki ideoloji geliştirememeleri.
BRICS ülkeleri, Rusya, Çin ve Hindistan dışında birbirinden coğrafi olarak kopuktur. Bu üç ülkenin bile ekonomik olarak en aktif bölgeleri ortak sınırlardan çok uzaktadır. BRICS üyeleri kültürel yakınlıkları sınırlı, tarihlerinde işbirliği kadar karşılıklı ilgisizlik, rekabet, güvensizlik ve hatta çatışma yaşamış ülkelerdir. Çin-Hindistan, Çin-Brezilya ve Çin-Rusya ticareti beş ülke arasındaki toplam 230 milyar dolarlık ticaretin yaklaşık % 90’ına tekabül etmektedir[1]. Başka bir deyişle, BRICS ülkeleri –henüz?- Çin’in taraf olmadığı pek fazla bir ekonomik etkileşim içinde değildir.
BRICS içinde enerji ve hammadde üretenlerle satın alanlar olmak üzere bir farklılık vardır. Rusya ve zamanla bulduğu yeni petrol kaynaklarını işlemeye başlayacak Brezilya ile net enerji ithalatçısı olmaya mahkum ve bu alanda dış bağımlılıkları artacak Çin ve Hindistan arasındaki çıkar farklılıkları belirginleşebilir. Ama iyimser senaryoda ise bu farklılık BRICS içinde temel bir işbölümü de yaratabilir. Ancak Rusya bir kenara özellikle Brezilya sadece hammaddde satan bir ülke olmaya niyetli değildir. Rusya’nın da ekonomisini çeşitlendirme isteği ve özellikle Medvedev tarafından sıkça dillendirilmektedir. Ayrıca grup üyelerinin siyasi yapıları arasında da ciddi farklılıklar vardır (demokrasiler, otokrasiler, tek parti diktatörlükleri). Bu tek başına onların beraber iş yapamayacağı anlamına gelmese de, beraberliklerini uzun süreye yaymaları, “kader birliği” etmeleri, temel konularda dayanışma içinde olmaları ve ilişkilerini kurumsallaştırmalarının zor olduğunu düşündürtebilir. Son olarak BRICS üyeleri BMGK üyesi olanlar/olmak isteyenler, nükleer silahı olanlar/olmayanlar gibi gruplara ayrılabilir. Bu farklılıklar üyelerin işbirliği yapmasına engel değilse de onların dünyaya zaman zaman farklı açılardan bakmalarına neden olduğu için önemlidir ve grubun hangi hızda ve nereye doğru ilerleyeceğini etkilebilecek komplikasyonlar yaratabilir.
Nüansların üzerinden atlayarak iddia edilebilir ki, BRICS ülkeleri uluslararası siyaset ve diplomaside muhafazakâr, uluslararası ekonomik konularda ise revizyonisttir. BRICS özellikle siyasi anlamda daha çok Batı’nın girişimlerine karşı frenleyici “negatif” bir güç ve bir tür direniş cephesi olarak ortaya çıkmaktadır. Girişimleri –bunu herhangi bir değer yargısı belirtmeden ifade ediyoruz- daha çok “şeyleri önleme” amaçlıdır. Grubun kendisinin siyasi insiyatif geliştirdiği örnekler –henüz- gerçekleşmemiştir. Devlet egemenliği ve ülkelerin içişlerine karışmama gibi prensipleri kutsal kabul etmektedirler. Özellikle Rusya ve Çin insan haklarını Batı’nın kendi dışındaki aktörleri sıkıştırmak için kullandığı bir enstrüman olarak görme eğilimindedir. Grubun demokratik üyeleri ise bu şüpheyi kısmen paylaşmakla beraber insan haklarının Batı’nın dışında da anlamı olduğunu düşünmektedir. Ekonomik alanda ise BRICS daha aktif ve iddialıdır ve grubun Batı’nın uluslararası ekonomik mimarinin değişmesi için ciddi bir istek ve çaba gösterdiğini söyleyebiliriz. BRICS ülkeleri Batı’nın ekonomik kurumlar, kavramlar, değerler ve metotlar üzerindeki tekelini kırmak ve bu yolda uluslararası kurumlarda dayanışma içinde olmak istemektedirler.
Ekonomik bir grup olarak başlayan BRICS yavaşça da olsa siyasi bir çehre kazanmaya başlamaktadır. Üyelerin farklılığı ve uzaklığı bu sürecin çok hızlı ilerlemesini engellemektedir ama BRICS grubunun kalıcı olacağını varsayabiliriz. Grubun dağılması düşük ihtimaldir. Çünkü üyeler aralarında anlaşmazlık yaşasalar bile üye olmanın bir bedeli olmadığı gruptan ayrılmak istemeyecekler, en fazla birlikteliğe verdikleri önemi değiştireceklerdir. Kurumlar belki tek başına dünya siyasetinde barış, güvenlik ve işbirliğinin garantisi olamaz ama eğer doğru dizayn edilirlerse ülkeler arasındaki güvensizlik, gerilim ve çatışmanın en azından bir kısmını emebilir. Bazı BRICS üyeleri arasındaki gerilimler de bu grubun üyesi olmaları sonucu geri plana itilebilir, sınırlanabilir ve belki de çözülebilir. Örneğin Çin ile Hindistan arasında oluşabilecek askeri gerilimlerde diğer üyeler büyük ihtimalle beraber veya toplu olarak arabuluculuk yaparak tarafları yatıştırmaya çalışacaktır. Ayrıca, Çin ile Hindistan arasındaki ticaret asimetrik olsa da son 7-8 yılda yaklaşık 8 kat artmasında başka faktörlerin yanında tarafların bu grubun üyesi olmasının da etkisi olmuş olmalıdır.
BRICS üyelerinin tek tek ve beraberce önlerinde Batı düzenine ortak olma, ona alternatif yaratma veya Batı ile beraber yeni bir düzen inşa etme gibi ihtimaller vardır. Burada bu ülkeler kadar Batı’nın tercih ve becerisi belirleyici olacaktır. İddia edilebilir ki, mevcut durumu eskisi kadar parlak olmasa da, tüm sorunlarına rağmen Batı ittifakının iç uyumunu koruması BRICS ülkelerinin aynı düzeyde işbirliği ve dayanışma pratiği yakalamasına göre daha yüksek ihtimaldir. Hem küresel hem de ittifak içi liderliği ve prestiji nispeten gerilese de, Batı içinde ABD hala “eşit olmayanlar arasında birincidir” ve çok muhtemelen öyle kalmaya da devam edecektir. BRICS grubu içinde ise liderliğin kağıt üzerinde en büyük adayı olmasına rağmen Çin’in aynı düzeyde bir otorite ve insiyatif yakalaması görülür gelecekte zor görünmektedir. Pekin’in bu tür bir role soyunması grup içinde ciddi direniş görecektir. Bu durumda denebilir ki, BRICS grubu Batı ittifakına göre üyeler arasındaki ilişkiler açısından daha “demokratik” olacak ve dolayısıyla belki de daha yavaş ve sınırlı olacaktır.
BRICS ülkeleri dış politikalarını, güvenlik stratejilerini, kalkınma politikalarını, finansal yapılarını ne kadar uyumlaştırabilecekler? BRICS grubu AB türü yoğun bir entegrasyona elbette gidecek değildir. BRICS ülkeleri arasında askeri bir ittifak kurulması mümkün olacak mıdır? Çok uzun vadede bile böyle bir şeyin geçekleşmesi beklenmemelidir. Üyelerin dış politikalarını olabildiğince uyumlaştırmaya çalışabilirler ama NATO gibi bağlayıcı bir askeri ittifaka dönüşmeleri ufukta gözükmemektedir. Ancak küçük ortak tatbikatlar, başlangıçta sınırlı ve daha çok ikili düzeyde de olsa istihbarat paylaşımı beklenebilir. Eğer taraflar halihazırdaki silah ticaretinin ötesinde hassas askeri teknolojileri de paylaşmaya ve grup içinde silah, askeri doktrin gibi konularda standartlaşma gibi adımlar atmaya başlarlarsa Batılılar bundan ciddi olarak tedirgin olmaya başlayacaklardır. Fakat bu tür adımların gerçekleşse bile onlarca yıl ötede olduğu düşünülebilir.
BRICS ülkelerinin yükselişi diğer gelişmekte olan ülkeler için ne ifade edecektir? Çin ve diğer BRICS ülkeleri kendi konum ve güçlerini artırmanın dışında genel olarak gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarının şampiyonluğunu da yapacaklar mıdır? Çevre, dış yardım, KİS’lerin yayılması gibi konularda BRICS’lerin pozisyonu ne olacaktır? Yoksa BRICS yeni sömürgeciler mi olacaklardır? Çin’in Afrika’daki ekonomik atağını böyle yorumlamak isteyenler muhtemelen abartıyor olsalar da, doğal kaynak ihtiyacı artan Çin gibi BRICS üyelerinin kara kıtada masum olmayan türden ilişkiler kurdukları da görülmektedir. Ayrıca BRICS ülkelerinin mesela Afrika’da birbirleriyle rekabet etmeden sadece Batı etkisini sınırlamaya çalışacaklarını düşünmek zordur.
Çekirdek BRICS ülkelerinin ikisinin demokratik ve açık toplumlar olmaması onları dış politikada sorunlu aktörler yapabilir mi? Batı ülkelerinde dış politika bazen sınırlı da olsa “medenileştirici” rol oynayan demokrasi, açıklık, medya, üniversite, STÖ gibi unsurların BRICS ülkelerindeki sınırları veya yokluğu onları dış politikada ve dış ekonomik ilişkilerde daha da bencil ve haşin yapabilir mi? BRICS ülkeleri zenginleştikçe ve güçlendikçe şimdi Batı’da olduğundan şikayet edilen bazı olumsuz alışkanlık ve uygulamaların en azından bir kısmını gösterebilirler. Diğer ülkelerin çevre ve insan hakları konusunda duyarsızlık, silahına davranmaya fazla eğilimli olmak, “kabadayılık,” gücü ve kaynakları başkaları ile paylaşmaya isteksiz olmak gibi şeylerin sadece Batı’ya özgü olmadığını görebiliriz.
Rusya ve Çin’in mevcut siyasi yapılarını ilelebet sürdüremeyecekleri açıksa da açılma ve reform süreçlerinin sorunsuz, kesintisiz ve istikrarlı olması sürpriz olur. BRICS ülkelerinin gerek ekonomik büyüme gerekse sosyal ve siyasi istikrar açısından “en iyi dönemlerini geride bıraktıkları” ve artık sorunlu bir döneme girdiklerini düşünenler de vardır. Özellikle Çin’in ekonomik kalkınma modelinin sınırına yaklaştığını düşünenler bu ülkenin geleceği üzerinde şimdiden gölgesi düşen bir dizi olumsuz gelişme ve trendin altını çizmektedir: Batı’daki talep daralmasının ihracata dayalı modeli zorlaması, içeride artan ekonomik eşitsizlik, ahbap çavuş ilişkileri ve yolsuzluk, geri dönüşü zor kredilerle suni olarak şişen ve patlamaya aday finans sektörü, yükselen ücretlerin nispi avantajları azaltmaya başlaması, çok ciddi zarar gören çevre, siyasi elitler içinde gün ışığına çıkan çatışmalar, yükselen ekonomik sınıfların talepleri, etnik çatışma ihtimali, yakın komşuları tedirgin etmeye başlayan haşin askeri yaklaşımlar, dış enerji bağımlılığı, yükselen enflasyon.
Ama BRICS ülkelerindeki ekonomik, siyasi ve sosyal sorunların listesini yaparken unutulmaması gereken şey Batıdakiler dahil bütün büyük ekonomilerin bir kısmı çözümsüz çok ciddi problem listeleri olduğudur. Bu karmaşık problemlerin hangisinin daha ciddi olduğunu ölçmek kolay değildir. Ayrıca problemlerin büyüklüğü kadar bunları çözmek için ortaya konacak irade, liderlik ve becerinin önemi de unutulmamalıdır. Bir bakış açısına göre Çin siyasi sistemi sorunları ve fırsatları belirleme, bunlarla ilgili atılması gereken adımlar ve hasredilmesi gereken kaynakları belirleme ve bunları tavisziz bir şekilde uygulama konusunda ABD’nin özellikle son dönemde giderek kutuplaşarak tıkanan siyasi sistemine göre çok daha üstün bir performans göstermektedir.
BRICS ülkelerinin çekirdeği kuşkusuz Rusya-Hindistan-Çin üçlüsüdür. Diğer ikisi coğrafya ve büyüklük açısından bu grupla farklılık göstermektedir. Brezilya ve G. Afrika bu grubun sürükleyicisi olabilecek “kütleye” sahip değillerdir. Ama kendi bölgelerinde lider olan bu iki ülke grubun Afrika ve G. Amerika’da BRICS grubunun üçüncü dünyalı karakterini yansıtacak mümessilleri olabilir. Brezilya ve G. Afrika’nın grupla ilişkisinin zayıflaması ve hatta ondan ayrılmalarının etkisi sınırlı olur. Ama çekirdekteki bir kopma bu grubun Batı dışı ve alternatifi bir blok olarak sonu anlamına gelebilir. Üçlü çekirdeğin de en önemli birimi Çin’dir. Bu üçlü içinde Batı’nın en iyi siyasi ilişkilere sahip olduğu aktör ise Hindistan’dır. 300 milyon kişinin iyi olarak tanımlanan düzeyde İngilizce konuştuğu Hindistan Batı’nın bu gruptan kopartmaya en çok çalışacağı oyuncu olabilir. Rusya da nispeten kültürel ve coğrafi yakınlığı nedeniyle uzun vadede Batı’nın ayartmaya çalışabileceği bir devlet olabilir. Nitekim Zbigniew Brzezinski son kitabında Türkiye ve Rusya’yı da katarak “Batı’yı genişletmek” gerektiğini savunmaktadır.[2] BRICS ülkeleri de üçüncü taraflarla ülkeden ülkeye geliştirdikleri ikili ilişkilerin ötesinde blok olarak da ülkeleri yanlarına çekmeye çalışacak mıdır?
Burada bu ülkeler kadar Batı’nın tercih ve becerisi belirleyici olacaktır. İddia edilebilir ki, mevcut durumu eskisi kadar parlak olmasa da, tüm sorunlarına rağmen Batı ittifakının iç uyumunu koruması BRICS ülkelerinin aynı düzeyde işbirliği ve dayanışma pratiği yakalamasına göre daha yüksek ihtimaldir. Hem küresel hem de ittifak içi liderliği ve prestiji nispeten gerilese de, Batı içinde ABD hala “eşit olmayanlar arasında birincidir” ve çok muhtemelen öyle kalmaya da devam edecektir. BRICS grubu içinde ise liderliğin kağıt üzerinde en büyük adayı olmasına rağmen Çin’in aynı düzeyde bir otorite ve insiyatif yakalaması görülür gelecekte zor görünmektedir. Pekin’in bu tür bir role soyunması grup içinde ciddi direniş görecektir. Bu durumda denebilir ki, BRICS grubu Batı ittifakına göre üyeler arasındaki ilişkiler açısından daha “demokratik” olacak ve dolayısıyla belki de daha yavaş ve sınırlı olacaktır.
Batı’nın BRICS ülkeleri arasında güvensizlik tohumlarını yeşertmek için gizli, dolaylı ve ince bir çaba içine girip girmeyeceğini ve bunda ne kadar başarılı olacağını ise bilmiyoruz. Öncelikle Batı’da böyle bir çabanın gerekli ve mümkün olup olmadığına ve bu güvensizliğin en iyi nasıl sağlanacağına dair bir konsensüs oluşturmak kolay olmayabilir. Her ülkenin-bloğun içinde ve arasında problemler ve çelişkiler olabilir. Burada önemli olan bunların listesinin uzunluğu kadar bu sorunların ölçülmesi genelde kolay olmasa da büyüklüğü, aralarındaki etkileşim, bunları çözme veya onlarla yaşama iradesidir. Aralarında bir dizi sorun olan çiftlerin uzun ve hatta mutlu sayılabilecek bir şekilde evli kalmaya devam etmeleri gibi, bazı ülkeler ve gruplar da bunu başarabilirler.
Batı, BRICS ülkelerini kendi kurduğu ve on yıllardır yönettiği sisteme “sorumlu hissedarlar” olarak entegre edebilecek midir? Yoksa BRICS ülkeleri kendilerinin de “kurucu ortak” olacakları yeni bir sistem kurulmasını mı talep edecekler? Bu konuda birlik olabilecekler mi, yoksa bazı üyeler Batı’nın olası “cazibe taarruzlarından” etkilenecekler mi? Batı’nın iç siyasi nedenler, buna gerek olmadığı düşünülmesi, psikolojik bariyerler, entellektüel yaratıcılık gösterememesi ya da iki taraf arasında teknik anlaşmazlıkların bir uzlaşmayı önlemesi sonucu yeni üyeleri sisteme entegre edememesi halinde BRICS ülkeleri kendi rezerv para, ekonomik kurumlar, siyasi ve diplomatik normlar, askeri ittifaklarla “alternatif sistemlerini” yaratmaya mı yönelecekler? Şimdi bilim-kurgu gibi gelen bu senaryoların gerçekleşmesi düşünüldüğü kadar düşük ihtimal olmadığı gibi dünyanın bu sürece girmesinin Türkiye gibi ülkelere etkisi de sınırlı olmayacaktır.
Başta Rusya ve Çin olmak üzere BRICS ülkeleri, kendi iç durumlarının da büyük etkisiyle, sınırların ve rejimlerin değişmesine, insani dahil dış askeri müdahalelere ve devletlerin içişlerine karışılmasına oldukça mesafeli bakmaktadır. Bu yaklaşımın diğer bir önemli kaynağı da, Batı’nın bu tür müdahaleleri yanıltıcı iddiaların ardında aslında kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek için kullandığı düşüncesidir. Ayrıca BRICS ülkeleri artan askeri yeteneklerine rağmen sınır ve denizaşırı askeri müdahalede bulunmak için henüz yeterli kapasite, güven ve iradeye de sahip değillerdir. BRICS ülkelerinin önümüzdeki dönemde güçlendikçe kendi çıkarlarını korumak için beraberce değilse bile tek tek güç kullanma konusunda daha istekli hale gelmeye başlayacakları düşünülebilir. Şimdiden Çin’in çevrresindeki ülkelerle yaşadığı deniz sınırı problemlerinde bazıları için şaşırtıcı biçimde pazu gösterme, askeri manevralar, dolaylı ve açık güç kullanma tehditlerini bir araç olarak kullanmaya başladığı görülmektedir. Çin’in güçlendikçe giderek daha az “mülayim” bir aktör olarak görülmesi belki de kaçınılmazdır. Komşuları büyüklüğü nedeniyle Çin’in bazı normal ve savunmacı davranışlarını bile yayılmacı eğilimlerin işareti olarak algılayacak ve yaşadıkları güvensizliği askeri harcamaları arttırma, kendi aralarında dayanışma ile Çin’e direnme ve ABD ile askeri ilişkileri sıkılaştırma yoluyla aşmaya çalışacaklardır. Bazıları da Çin ile bozuşmanın akıllıca olmadığı düşünerek “alttan almayı” seçebilir. Güney Doğu Asya ülkeleri arasında Çin’in merkez olduğu ekonomik içiçelik gerilimleri sınırlayabilir ama ortadan kaldırmaya muhtemelen yetmeyecektir.
5 ülke arasında en sorunlu olmaya aday ikili ilişki Çin ile Hindistan arasındadır. Bu tarihi itibariyle rekabetçi ve hatta çatışmalı ilişkinin gelecekte alacağı şekil BRICS grubunun da ileride uyumlu bir birliktelik sergileyip sergileyemeyeceğini etkileyecektir. Bir bakış açısına göre aradaki çelişkilerin büyüklüğü ve derinliği kaçınılmaz olarak BRICS grubunun uyumunu sınırlayacaktır. Ama belki de, özellikle BRICS grubu önümüzdeki dönemde beraber hareket etmenin meyvelerini tatmaya başlar ve uluslararası sistemi kendi çıkarları doğrultusunda çekiştirmeye başarırsa, BRICS çatısı aradaki ikili sorunların dondurulması, sınırlanması ve hatta belki de çözülmesinin aracı ve nedeni haline de gelebilir. İki ülke arasındaki hızlı şekilde artan ticaret sorunsuz bir geleceği haber vermek için yeterli değilse de, taraflara “kavga çıkarmamak” için ilave bir neden verdiği de açıktır.
BRICS ülkelerindeki elitlerin bir “BRICS ruhu” yaratmak konusunda ne kadar istekli ve yetenekli olacakları da önemli olabilecektir. Bu elitlerin önemsiz sayılamayacak bir kısmının Batı’ya belli duygusal tepkiler ve entellektüel itirazlar biriktirmekle beraber, özel hayatlarında Batı kültür, değer, fikir ve markalarını tükettiklerini, çocuklarını orada eğitip, kişiselk servetlerinin bir kısmını Batı’da tuttuklarını ve orada yaşamaya sıcak baktıklarını söyleyebiliriz. Bu varsayımın BRICS ülkerinin Batı’ya siyasi ve diplomatik yaklaşımını ve bu grubun birlikteliğini sıkılaşarak geliştiririp geliştiremeyeceğini nasıl etkileyeceği ise başka bir sorudur.
ÇİN
Satın alma paritesine göre ABD ekonomisi Çin’inkinden sadece 30 fazladır ve Çin ekonomisindeki nisbi yavaşlamaya rağmen bu ülke 10 seneye kalmadan ekonomik büyüklükte ABD’yi geçecektir. Çin dünyanın en büyük ekonomisi olduğunda/olursa bile kişi başına düşen geliri hala Batı’nın oldukça gerisinde kalacaktır. Kabaca söylersek, Çin’de kişi başına düşen gelir ABD’dekinin yüzde 30’una varmadan Çin ekonomik büyüklükte ABD’yi yakalamış olacaktır. Çin’de kişi başına gelir ABD’ninkinin yarısına ulaştığında ise bu Asya ülkesinin ekonomisi ABD ve AB’nin ekonomilerinin toplam büyüklüğünü geride bırakacaktır. Çin’in mamül ürün ihracatı ABD’den fazladır, mamül ithalatında da yakında ABD’yi geride bırakacaktır. Finans, hizmet ve entellektüel sektörler bir kenara bırakıldığında dünya ekonomisinde Çin’in ABD’ye göre şimdiden belirgin derecede daha büyük bir yere sahip olduğu söylenebilir. Ekonomik büyüklükler her şey değildir ama aradaki büyüklük farkı kalıcı be belirgin hale geldikçe bunun siyasi ve psikolojik sonuçları da olacağını söylemek yanlış olmaz. Sayısal büyüklükler, özellikle örneğin Japonya’dan farklı olarak Çin’inki gibi büyük bir kütle ve potansiyelle birleştiğinde en azından gelecekteki siyasi gücün temelini yaratır. Tarih kendi haline bırakıldığında, Çin’in dünyanın en büyük gücü olması kaçınılmazdır. Ama bu arada ülkenin nüfusu yaşlanacak ve şimdi Avrupa ülkelerinin yaşlı nüfusla ilgili yaşadığı problemleri Çin daha tam zenginleşmeden göğüslemek zorunda kalacaktır. Bunun da bir noktadan sonra ülkenin büyüme trendini yavaşlatacağını söylebiliriz.
Çin’de artan refahın demokratik talepleri beraberinde getireceği düşünülüyordu. Bu tahminde doğruluk payı olabilir ama şu ana kadar artan refahın milliyetçiliği güçlendirme etkisi daha fazla olmuştur. ÇKP meşruiyetini sağlamak için milliyetçi motifli propagandaya ağırlık vermektedir. Ancak zamanla bu artan milliyetçi duygular Çin’i dış politikada riskli bazı adımlar atmak zorunda da bırakabilir. ÇKP’nin birliğinde sorun yaşanması Çin’in önündeki muhtemel olumsuz senaryolar arasında sayılmıyordu ama son Bo skandalı ile parti içindeki rasyonel “neo-liberal” mandarinler ile popülist neo-Maoistler arasında bir köşe kapmaca yaşandığı düşünülmeye başlandı. Bu arada Çin Ordusu’nun giderek artan otonomisi, özellikle dış politikada ve belki de iç siyasette artan etkisi ile yükselen Çin milliyetçiliği gibi faktörler Çin’in geleceği ile beklenmedik gelişmelerin yaşanabileceğini düşündürtmektedir.
Çin “stratejik sabır kültürüne” sahip olduğunu düşünülmektedir. Bu doğruysa Çin geçtiğimiz yüzyılda bir ölçüde Wilhelm Almanyası’nın ve daha ciddi şekilde Hitler’in ve 1940’ların başında Japonya’nın gösterdiği “daha olmadan oldum zannetme” yanılgısı ve aceleciliğini göstermeyebilir. Hatta denebilir ki, 1950-60’larda gösterdiği bazı askeri teknolojij atılımlarla kendini ABD ile yarışabilecek ve hatta onu geride bırakabileceğini düşünmeye başlayan Sovyetler Birliği de sonraki yıllarda atıldığı Afganistan gibi maceralarla benzer bir yanılgının kurbanı olmuştur. Çin için BRICS formasyonu esas olarak Batı’nın dünya ekonomik ve siyasi sistemi üzerindeki kurumsal tekelini kırmanın ve kendi gelişimini devam ettiririken etrafındaki Rusya ve Hindistan gibi potansiyel büyük güçlerle ilişkisini barışçı bir şekilde yürütmenin aracıdır. Çin BRICS formasyonunun en büyük gücü, grubun “ruhu” ve entellektüel lideri ve ondan en çok istifade eden üyesidir. Çin ve daha az derecede Hindistan olmadan BRICS düşünülemez, ama diğer üyelerin gruptan çekilmeleri aynı etkiyi yaratmaz.
RUSYA
BRICS ülkelerinin ekonomik gelecekleri farklı olabilir. Ekonomik performanstaki ayrışma grup içi hiyerarşide değişim ve problem yaratabilir. Gruptan ekonomik olarak kopma ihtimali en fazla olan ülke Rusya’dır. ABD ekonomisi Rusya’nın 10 katıdır. Rusya’da kişi başına düşen gelir Türkiye’den çok da fazla değildir. Erkeklerde yaşam süresi Türkiye’den önemli derecede azdır. Rusya’nın mevcut nüfusu 1992’dekinden azdır. Mısır ve İran’ın nüfus olarak yüzyılın ortalarında Rusya’yı yakalamaları söz konusudur. Rusya hala ekonomisini doğal kaynaklarının dışında çeşitlendirmekten çok uzaktır. Rusya ve bir ölçüde Brezilya hammaddeye dayalı ekonomilerdir ve ekonomik anlamda iki büyük grup üyesiyle kıyaslandığında hem büyüklük hem de potansiyel açısından farklılık göstermektedir. Hammadde fiyatlarındaki dalgalanmalar bu iki ülkenin ekonomik gelişimini önemli ölçüde etkileyecektir. Rusya’nın dünyaya enerji dışında satacak pek bir şeyi olmaması bu ülkenin geleceğin yükselen güçlerinden bir olduğunu düşünmeyi zorlaştırmaktadır. Rusya’nın aslında böyle bir grupta yer almayı ekonomik anlamda “hak etmediği” de iddia edilmektedir.
Rusya’nın nüfus yoğunluğu düşük Doğu bölgelerinde Çin etkisinin artmasından korktuğunu ve arka bahçesi saydığı Orta Asya ülkelerinin iki yüzyıllık Rus etki ve hâkimiyetinden sonra Çin’in nüfuz alanına girmesinden endişelendiğini bilinmektedir. Bu iki ülke Soğuk Savaş’ın başlangıcında Moskova liderliğinde bir ortaklık, sonra belli bir siyasi, askeri ve ideolojik soğukluk ve rekabet ve sonrasında da açıkça düşmanlık ilişkisi yaşamıştı. Nixon-Kissinger ikilisi bu iki ülke arasındaki çelişkilerden istifade etmeyi bilmişti. Ancak Çin ile Rusya arasındaki temel jeopolitik çelişki ve güvensizlikler bu iki ülkenin günümüzde bir çok uluslararası meselede ciddi bir uyum yakalamasını engellememiştir. İkilinin bugün görünürde eşit, saygılı ve karşılıklı olarak faydalı sayılabilecek bir ilişkileri vardır. Ama mevcut ekonomik trendler gelecekte bu ilişkinin Rusya aleyhine asimetrik bir hal alabileceğini düşündürtmektedir. Rusya’nın ilişkide görece üstün olduğu ya da arada ciddi sorunlar yaşanan bir geçmişin üzerine Moskova’nın Çin’in artan gücü ve etkisi ile ilgili endişelerini nasıl kontrol edeceği, Çin’in daha başat aktör olacağı bir ikili ilişkiyi içine nasıl sindireceği ve Pekin’in de bu nazik durumu nasıl yöneteceğini izlemek ilginç olacaktır. Şimdilik ikisini de tedirgin eden Arap Baharı Rusya ile Çin arasındaki diplomatik koordinasyonu arttırmıştır. İran konusunda da en azından şimdilik büyük ölçüde uyum içindedirler. Ama giderek daha da tedirgin olması beklenebilecek bu Rusya’yı Batı’nın stratejik bir kıvraklıkla “Çin’den kurtaracak” hamleleler yapıp yapamayacağını ve bu tür hamlelerin Türkiye için ne tür sonuçları olabileceğini tahmin etrmek ise zordur.
HİNDİSTAN
Hindistan Soğuk Savaş döneminde bağlantısızlar hareketinin kurucu gücü olsa da zamanla nispeten Batı’dan çok Komünist bloğa yakın olmuştur. Yeni Delhi bu dönemde askeri teknolojisini büyük ölçüde Moskova’dan sağlamış, Sovyetler’le büyük çaplı takas anlaşmaları yapmıştır. Hindistan bir demokrasidir ama demokrasisi sorunsuz değildir. Yolsuzluk, bürokratik hantallık ve çok çeşitli unsurlara sahip bu koca ülkeyi seçimle yönetmenin beraberinde getirdiği zorluklar Hindistan’ın işinin kolay olmadığını düşündürtmektedir. Hindistan eskiden Pakistan ile beraber anılırdı, artık Çin ile anılmaktadır. Ama kalkınmada Hindistan’ın yolu Çin ile kıyaslandığında hem daha uzun hem de daha meşakkatlidir. Hindistan’da fakirlik sadece kırsal kesimde değil şehirlerde de çok yoğundur. Hindistan’ın %7’lik büyüme oranı ile ekonomisini 12 yılda ikiye katlayacağı ve 2020’ler bitmeden Japonya’yı geçerek üçüncü büyük ekonomi haline gelebileceği hesaplanmaktadır. Çin ve Hindistan 3500 kilometrelik ortak sınırın bazı dağlık bölgelerinde çizginin nerede geçtiği konusunda tam anlaşamamaktadır ve iki ülke 1962’de bu nedenle Çin’in kazandığı kısa bir savaş da yaşamıştır. Nehru’yu şoke eden ve kısa bir süre sonra da ölmesine neden olmuş olabilecek bu Çin sürpriz harekatı Hintlilerin kuzey komşularına bakışını etkilemeye devam etmektedir. Ama aynı Çin 1971’deki Doğu Pakistan krizinde Washington’un yeşil ışığı ve hatta teşviklerine rağmen müdahale etmekten kaçınmıştır. Tibet de bir başka anlaşmazlık konusudur. Dalay Lama 1959’dan beri siyasi faaliyetlerde bulunma şartıyla Hindistan’da sürgündedir.
Pekin uluslararası sistemde Batı’nın bazı mevzileri ve iddialarından vazgeçmesini talep ederken, mevcut düzenden isitfade ettiği (BMGK daimi üyeliğinin sınırlı kalmaya devam etmesi gibi) unsurları kıskançca korumaya devam etmektedir. BMGK daimi üyesi olmak isteyen Hindistan ise bu durumdan rahatsızdır. Bunun yanında Çin ile Hindistan arasındaki çözülmemiş sınır problemi, ikili ticaretin Çin lehine ciddi dengesizlik göstermesi, Çin ile Pakistan arasındaki özel bağlantı gibi faktörler de ilişkiyi sınırlandırıcı faktörler arasındadır. Batı gibi Hindistan da – Brezilya ile beraber- Çin’in parasının değerini sınırlı tutmasından şikayetçidir. Hindistan Çin tarafından çevrelenme endişesi yaşamaktadır. Çin’in ekonomik, siyasi ve askeri gücünün artışı Yeni Delhi’yi endişelendimektedir. Hindistan’ın dünyadaki silah ithalatının onda birine yakınını tek başına yapmasının[3] en büyük nedeni Çin korkusudur. Hindistan ABD ve Batı’nın hakim olduğu dünya düzeninin değişmesini arzulamakta ama bunun yerini Çin’in baskın olduğu bir düzenin almasını istememektedir. Çünkü sonuçta Hindistan için ABD ve Batı açık bir güvenlik tehdidi değildir ama Çin öyledir.
Başkan Bush döneminde başlayan ABD-Hindistan yakınlaşması stratejik önemdedir. Ancak son 10 yılda ilişkilerde önemli ilerlemeler kaydedilse de bu sorunsuz bir süreç olmamıştır ve ilişkinin mevcut düzeyi beklentilerin altında kalmıştır. Taraflar arasında ticaret, İran, Pakistan, yatırımların önündeki engeller, entelektüel mülkiyet hakları ve silah alımları gibi konularda ciddi anlaşmazlıklar sürmektedir. Obama Hindistan ziyaretinde bu ülkenin BMGK daimi üyeliği isteğini desteklediklerini açıklamıştı. Washington iş o noktaya gelirse bu ifadesinin arkasında durabilir mi tartışılır ama bu açıklamayı Çin’in buna izin vermeyeceğini bilmenin rahatlığıyla yaptığı söylenebilir. ABD bu yolla Hindistan’a zaten bu ülkenin de iyi bildiği gibi “senin siyasi ihtiraslarının önündeki esas engel ben değil Çin’dir” mesajı vermiştir. Son on yılı pahalı, beyhude ve belki her şeyden önemlisi başarısız savaşlarda kaybetmiş ABD’nin ağırlığını Asya’ya kaydırmaya karar vermesi Çin’in artan gücünden tedirgin olan Doğu Asya ülkelerini memnun edebilir. Hindistan da ABD’nin bölgede daha aktif olmasıyla beraber en azından jeopolitik olarak Çin’e karşı kendini daha rahat hissedebilir. Bu arada Çin’den tedirgin olan Hindistan ABD’nin kendisi dışında Japonya ve Avustralya gibi müttefikleriyle de askeri ilişkilerini geliştirmektedir.
TÜRKİYE
Önümüzdeki on yıllarda Batılı ülkelerle Türkiye arasındaki ilişkilerde siyasi, ekonomik ve sosyal önemli iniş çıkışlar yaşanması sürpriz olmaz. Türkiye Batılı kurumlardaki yarım yüzyılı aşkın geçmişine rağmen hala grubun asil, eşit ve kalıcı bir üyesi olarak görülüyor değildir. Türkiye’nin açıkça Batı karşıtı bir kampın üyesi olarak düşünmek kolay değilse de, gelecekte bu grup ile olan bağının ne kadar güçlü olacağı konusunda geniş bir yelpazede senaryolar yazılabilir. Türkiye’nin Batı tarafından zarar verilebilecek bir ülke olmaktan çıkması ve dolayısıyla bu grupla açıkça şiddetli şekilde çatışması yüksek bir ihtimal değildir. Türkiye’nin Batı ile geliştirdiği ekonomik ilişkilerin görece ağırlığı azalsa bile bunun çok azalması kolay değildir. Türkiye’nin Batı askeri ittifakına üyeliği, Batı finans sistemine entegrasyonu ve Avrupa pazarlarına, Rus, İran ve Orta Asya-Kafkasya enerji kaynaklarına olan yakınlığı Batı ile kırılması kolay olmayan bazı alışkanlıklar, bağımlılıklar, imkânlar ve ilişkiler yaratmaktadır. Batı da tüm sorun ve eksiklerine rağmen yükselen bir pazar, aktif ve açık ekonomiye sahip Türkiye gibi bir üreticiyi dışarıda kalıcı arayışlara itecek türden kendinden uzaklaştırıcı tavırlar takınmaktan muhtemelen kaçınacaktır. Ama bu konuda çok iddialı olmak Avrupa’nın stratejik aklına hak ettiğinin ötesinde bir güven göstermeyi gerektirir.
Bu arada cevabını henüz veremediğimiz aşağıdaki türden sorular üzerine kafa yormak gerekebilir:
İran ve belki daha az derecede olmak üzere Türkiye BRICS ülkeleri ile Batı arasında keskin bir kamplaşma yaşanması halinde önemli serbest oyuncular (swing state) olarak ortaya çıkabilirler mi?
Batı ile BRICS ülkelerinin çatışma değilse bile üst düzey ve/veya kalıcı bir gerilim ve rekabet yaşamaları Türkiye gibi aktörler için yeni imkânlar mı yaratır, yoksa bu potansiyel mücadelede taraf olmaya mı zorlanırlar? Türkiye tekrar cephe ülke durumuna düşebilir mi?
Türkiye BRICS ülkeleri ile birebir geliştirdiği ilişkileri gelecekte oluşabilecek gevşek de olsa kolektif bir kimliği olabilecek bir tür sekreteryaya da taşımalı mı? Bu flörtlerin içeriği, zamanlaması, şekli nasıl olabilir?
Kolektif olarak BRICS ülkeleri Türkiye ile niye ve ne kadar ilgilenebilirler? Bu ilgi Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde hangi imkânlar, rahatlamalar ya da sıkıntıları yaratabilir?
Ankara’yı elinden kaçırmakta olduğunu düşünen bir Batı Türkiye’ye kendisiyle yakın ilişki içinde olmanın nimetlerini hatırlatmak, onu cezalandırmak ve ödüllendirmek için ne tür adımlar atabilir?
Türkiye’nin bölünmesi ya da her an bölünebilecek gibi olması BRICS ülkeleri için ne anlam ifade eder?
BRIC ülkelerindeki Türkiye “uzmanlığı” ne düzeydedir? Türkiye’nin tek tek ve kolektif olarak BRIC ülkelerini takip eden ve “anlayan” insanlar yetiştirmek için kurumsal bir çabası olacak mıdır?
BRICS ülkelerinin dünya finans sistemini Batı hâkimiyetinin dışına çıkarmaları Türkiye için ne ifade edebilir?
Türkiye’nin BRICS grubuna dahil olması –bunun gerekli, mümkün ve arzulanır olup olması bir yana – görülebilir gelecekte gerçekleşebilecek bir şey değildir. Türkiye’nin dış ekonomik, sosyal-kültürel, askeri-teknolojik ve istihbarat ilişkilerinde çok önemli kaymalar yaşanmadan bu tür bir gelişmenin yaşanması zordur. BRICS grubunun etkin ve çekici bir güç olarak ortaya çıkması Batı kulübünde Türkiye’nin öneminin artmasına, kendisine gösterilen ihtimamın artmasına neden olabilir. Kötümser açıdan bakılır ise de, Batı’nın Türkiye’yi kontrol etme ve onun gerçek bir serbest oyuncu olmasını engelleme güdüsü güçlenebilir. İlk başta kulaklara çekici gelmekle beraber “serbest oyuncu” olmanın bazı zorluk, bedel ve riskleri de olabilir. Türkiye’nin iki taraf arasında “pin-pon topu” olması, “mücadele ve savaş alanı” haline gelmesi, kendisi üzerinden pazarlıklar yapılması, bu rolün gerektirdiği incelik ve kıvraklıkta diplomatik hüneri her zaman gösterememesi gibi olumsuz senaryolar tasavvur edilebilir. Elbette en ideal olanı Ankara’nın Batı kulübü içindeki saygınlık ve etkinliğini arttırması, bu grupla olan ilişkilerini daha eşit ve karşılıklı bir hale getirmesi, kendi yakın çevresindeki ülkeler için ekonomik, siyasi ve sosyal bir çekim haline gelmesi ve bu arada da yükselen ülke ve gruplarla onların dinamizminden müspet şekilde yararlanabileceği güçlü ilişkiler kurmasıdır. Ama Batı ile arzu edilen türden bir ilişki bizim dışımızdaki nedenlerle kurulamazsa o zaman Ankara yükselen güçler ile ne tür ilişkiler geliştirmelidir? BRICS grubunun yakınında ya da içinde yer almak Türkiye’ye ne verebilir? Ticaret, denge, siyasi destek, stratejik opsiyon, silah ve belki askeri teknoloji. Ama Ankara’nın Suriye krizindeki tutumu ve füze savunması kararı Türkiye’nin Batı’dan koparılmasa bile bu kampla ilişkilerini gevşeterek serbest oyuncu haline getirilebileceğini düşünenleri hayal kırıklığına uğratmış ve Ankara’nın “biraz hava aldıktan sonra dönüp dolaşıp yine Batı’ya demir atacağını” düşündürtmüş olabilir.
Türkiye’nin geçmişi BRICS ülkelerinden ciddi farklılıklar göstermektedir. Türkiye Batı işgali yaşamamıştır ama özellikle imparatorluğun son yüzyılında Batı’nın ekonomik etkisi altına girmiştir. Osmanlı’nın son 200 yılındaki en büyük askeri rakibi ise şimdi BRICS üyesi olan Rusya olmuştur. BRIC ülkelerinin üçünde Müslüman (Hindistan, Rusya, Çin), ikisinde de önemsiz sayılamayacak kadar Türk kökenli nüfus vardır (Rusya ve Çin). Sırf bu durum bile bu grubun Türkiye’ye kayıtsız kalmayacağını düşündürtmektedir. Türkiye’nin bu konularda nüanslı, gerçekçi, yapıcı ama aktif bir politika geliştirmeye çalışması gerekir. Türkiye’nin özellikle Çin’i derinlemesine çalışan çok sayıda insanı olması gerektiği açıktır. “Çin uzmanı” olmanın cazip bir şey olması için devletin bunu burslar, dil ve eğitim programları, araştırma programları ve kadrolar ile desteklemesi ve teşvik etmesi gerekir.
SONUÇ
BRICS ülkeleri hakkında burada bahsedilen farklılık, çelişki ve güvensizlikler “bu gruptan bir şey çıkmayacağı” şeklinde değil, sadece bunun kolay olmadığı, “daha yapılacak çok iş olduğu” ve “hiç bir şeyin kesin olmadığı” şeklinde anlaşılmalıdır. Çin’in bazı meselelerde diğer BRICS ülkelerine yönelik pozisyonlarında esnemeye gitmesi, buna karşılık diğer grup üyelerinin de Çin’in grup içindeki lider konumunu kabul etmeleri bazı dinamikleri değiştirebilir. Grup içinde başarılı uzlaşma örnekleri arttıkça/artarsa BRICS hakkında daha ileri değerlendirmeler yapmak mümkün hale gelir. Bu tür çok boyutlu, uzun dönemli ve kompleks temel sorulara verilecek cevaplar kaçınılmaz olarak spekülatif olacaktır. Uzun vadede tarihin hangi yollara sapacağını tahmin etmek kolay ve hatta mümkün değildir. Ama ille bir şey söylemek gerekiyorsa tahminimiz BRICS’in gelecek on yıllarda şimdikinden daha fazla işbirliği içinde olacağıdır. Ama bu grubun özellikle askeri ve jeopolitik bir birliktelik geliştirebileceğini düşünenleri hayal kırıklığı yaşayabilir. Avrupa entegrasyonu, başka şeylerin yanında, bilinen tarihi nedenlerle Almanya’nın büyüklüğüyle orantılı olmayan bir role razı olarak diğer ülkelere güven vermesi ve ABD’nin güvenlik şemsiyesi sayesinde mümkün olabilmişti. BRICS’in çekirdek üyeleri (Çin-Rusya-Hindistan) arasında güvenlik rekabetini ortadan kaldıracak bir dış garantör yoktur. Çin’in Almanya’nın kısmen kendi iradesi dışında kabullenmek zorunda olduğu sınırlı rolü kabullenmesi ise yüksek ihtimal değildir.
ÖZET
BRICS ülkeleri çok uzun olmayan bir dönemde dünya ekonomisinin en büyük aktörleri arasında yer alacaktır. Bu ekonomik gücü orantılı bir siyasi güce ve kolektif bir yapıya taşımalarının önünde ise bazı iç ve dış engeller vardır. Bu engeller aşılamaz değildir ama zorludur. Batı’nın bu yükselen gruba nasıl yaklaşacağı da önemli olacaktır. Türkiye’nin BRICS grubu ile ilgili bilgi ve stratejik bakışını derinleştirmesi gerekir.
SPOTLAR
BRICS ülkeleri uluslararası siyaset ve diplomaside muhafazakâr, uluslararası ekonomik konularda ise revizyonisttir
Batı, BRICS ülkelerini kendi kurduğu ve on yıllardır yönettiği sisteme “sorumlu hissedarlar” olarak entegre edebilecek midir?
BRICS’in çekirdek üyeleri (Çin-Rusya-Hindistan) arasında güvenlik rekabetini ortadan kaldıracak bir dış garantör yoktur.
Çin BRICS formasyonunun en büyük gücü, grubun “ruhu” ve entellektüel lideri ve ondan en çok isitifade eden üyesidir.
Rusya Çin ile asimetrik bir ortaklığı içine sindirebilecek midir?
Grup Batı’yı geriletme dışında bir tutkal vizyon geliştirebilecek midir?
BRICS ülkelerini birbirleriyle kolayca eklemlenebilecek legolar olarak görmek yanlış olabilir.
Şanlı Bahadır Koç
Araştırmacı