Özet
Bu makalede, Avrupalı bir devlet olan Fransa’nın göç ve göçmenlere yönelik politikaları incelenmeden önce göç kavramının ne olduğuna bakılmış, sonrasında göçmenlere yönelik bakışa ve Fransız hükümetinin geliştirmiş olduğu politikalara bağlı olarak göçmenlerin yaşam standartlarındaki değişimler incelenmiştir. Ardından, zenofobi (yabancı düşmanlığı) kavramının ne olduğuna, bu kavramın tarihsel gelişimine ve özellikle Fransa’da yükselmekte olan sağ partilerin politikalarına bakılmıştır. Araştırmanın sonucunda varılan düşünce ise Fransız hükümetinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra göçmenlere yönelik en azından bir süre için ılımlı bir politika izlemiş olduğudur fakat bu durum 1970’lerden itibaren değişmiştir. Bugün Avrupalı bir devlet olan Fransa’nın içerisinde eşitsizlik ve dışlamaların var olduğu ifade edilmektedir. Bu tutumlara bağlı olarak da Fransa’da yabancı düşmanlığının giderek artmakta olduğu gözlemlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Göç, Zenofobi, Fransa, Entegrasyon, Asimilasyon
Abstract
In this article, we have examined the policies of France towards migration and migrants. Before looking at this, we have tried to answer some of the questions about this issue such as what does migration concept mean. Then, we have looked at the changes in the living standards of migrants depending on the outlook for migrants and the policies developed by the French government. After that, we have looked at what the concept of xenophobia (hate towards the different/unknown) is, the historical development of this concept, and the policies of right-wing parties that are rising, especially in France. This study concludes that the French government pursued a moderate policy towards immigrants after the Second World War, but this attitude has changed from the 1970s onwards. It is stated that inequalities and exclusions exist within France, which is a European state. Because of these attitudes, it has been observed that xenophobia is increasing in France.
Keywords : Migration, Xenophobia, France, Integration, Assimilation
Giriş
Göç, yüzyıllardır var olan ve son yıllarda da büyümekte olan bir sorundur. Bu olgu, özellikle Doğu’dan Batı’ya doğru gerçekleştikçe, Avrupalı ülkeler için yönetilmesi zor bir gündem maddesi hâline gelmiştir. Göçlerin yoğunluğuna bağlı olarak, bu konuda farklı politikalar geliştirmiş olan devletler göze çarpmaktadır. Bu açıdan, Fransa örneği dikkate değerdir çünkü 19. yüzyıldan itibaren yoğun bir göç dalgası ile karşı karşıya kalmıştır ve her ne kadar öyle olmadığını iddia etse de bir göçmen ülkesidir. Fransa’da gözle görülür bir bölünmüşlük mevcuttur ve bu makalede tarihsel bir arka plan sunularak ülkedeki bölünmüşlüğe bağlı olarak ortaya çıkan yabancı düşmanlığı hakkında genel bir eleştiri yapılacaktır.
Göç ve Zenofobi Nedir?
1.1.Göç nedir?
Göç; yüzyıllardır varlığını sürdüren, insanların veya insan topluluklarının hayatlarını başka bir yerde geçirmek istemeleri üzerine bir çeşit hareketlilik içerisinde bulunmalarını ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Bu hareketlilik, kısa bir süre için olabileceği gibi, kalıcı olarak da karşımıza çıkabilmektedir (Ultan, 2017, s.1444). Söz konusu geçişten yalnızca yer değiştirmeyi gerçekleştiren insanların etkilenmediğini de belirtmek gerekir. Zira bu geçiş, insan gruplarının doğrudan veya dolaylı bir şekilde etkileşime girmesine olanak tanımakta ve kültürel çeşitlilikle birlikte iki tarafın hayatında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Tam da bu sebeple, göçü yalnızca sıradan bir eylem olarak nitelendirmenin ve meydana getirebileceği etkileri göz ardı etmenin oldukça yanlış bir hareket olacağı ifade edilmelidir. Göç kavramı açıklanırken, onunla oldukça ilişkili olan ve sıklıkla karıştırılan başka ifadelerden de (göçmen, mülteci ve sığınmacı) bahsetmek gerekir. Bu açıklamadan hareketle, ilk olarak göçmen kavramına bakacak olursak, bu kavramın net bir tanımının olmadığı ifade edilmekle birlikte, temelde hiçbir zorlama olmadan kişinin yaşam standartlarını iyileştirmek amacıyla yer değiştirmesini anlatmak için kullanıldığı söylenmektedir (Ultan, 2017, s.1445). Kişinin ırkından, dininden ve siyasi görüşünden dolayı eziyet görmesi sonucunda ve kendi kontrolü dışında meydana gelen olaylardan uzaklaşabilmek amacıyla ülkesinden ayrılması durumunda ise bu kişiyi mülteci kavramı kapsamında ele almaktayız (Ultan, 2017, s.1445). Son olarak sığınmacı kavramına bakacak olursak, bu terim ile bir ülkede mülteci statüsünde kabul edilmeyi isteyen ve bu doğrultuda başvuru yapan insanlar anlatılmak istenmektedir. Dolayısı ile mültecilerin ülkedeki statüleri kalıcı iken, bu statüye erişmek için başvuruda bulunan sığınmacıların statüleri ise geçicidir ve mültecilerin sahip olduğu gibi bir kalıcılığa erişmek onların temel amaçları arasındadır denilebilir (Ultan, 2017, s. 1445).
1.2. Zenofobi Nedir?
Yabancı düşmanlığı, diğer bir adıyla zenofobi yabancılara karşı gösterilen olumsuz yargılardan sadece biridir ve diğer “düşmanlık” yapılarının aksine basite indirgenemeyecek kadar güçlü ve karmaşık olduğundan ayrıca incelenmesi gerekmektedir. Bu şekilde ekstrem bir yapıya sahip olduğundan yabancılar hakkında çok farklı bir his vermektedir. Bu da onu diğer yaklaşımlardan ayırmakta ve tanımlanmasını, ölçülmesini de bir bakıma kolaylaştırmaktadır. Zenofobi (yabancı düşmanlığı), Yunancadan gelen bir kelimedir. Kelime ikiye ayrıldığında xenos ve phobia olarak ayrılmaktadır. Phobia korku anlamına gelirken, xenos da garip ya da yabancı anlamına gelmektedir. Kullanılmaya başlandığından beri Yunan ulusu tarafından yabancılara karşı güvensizlik, korku ve/veya nefreti ifade etmeye başlamıştır. Yabancıları, kendi ulusunun bütünlüğünü tehdit etme potansiyeline sahip, farklı bir kültürün taşıyıcıları olarak görmektedir. Saraçlı’nın ifadesine göre, “Ana toplum ve yabancılar arasındaki ilişkilerde ön yargıların ve klişelerin baskın hale gelmesinde ve bu durumun zamanla o gruba ve üyelerine karşı bir düşmanlığa, ilerleyen safhada ise şiddete kadar varabilmesinde çok çeşitli faktörlerin etkili olabildiği görülmektedir.” (Saraçlı, 2019, s.121). Bu noktada kuramsal anlamda iki yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşımlar gruplar arası etkileşim modellerini ortaya koymakta ve Zenofobi’nin ortaya çıkışını açıklamakta ön plana çıkmaktadır. Bunlardan biri, “gerçekçi çatışma kuramı” iken; diğeri ise “bütünleşik tehdit teorisi”dir. Gerçekçi çatışma kuramına göre, sınırlı ekonomik kaynaklara erişim konusunda bir rekabet yaşanmaktadır ve bu, gruplar arasında çatışmanın vuku bulmasında en önemli nedenlerden biridir. Bu çerçevede, özellikle ülkeye sonradan gelen yabancıların ev sahibi topluma, başta istihdam olmak üzere pek çok ekonomik alanda rakip olarak ortaya çıkması ya da bu şekilde algılanması sorunu gözlemlenmiştir. Çoğunlukla göçmenlerin sosyal yardımlardan yararlanan ancak vergi vermeyen ve bu anlamda toplum üzerinde bir yük oluşturan kesimler olduklarına dair gerçekliği kanıtlanmamış bazı görüşler bulunmaktadır. Bu görüşler, ülkelerin siyaset sahnesine çıkarılıp sadece göçmenleri değil, yabancıları da kapsar şekilde ev sahibi uluslarda ön yargıları ve basmakalıp düşünceleri besleyebilmektedir. Bahsedilmesi gereken ikinci teori olan bütünleşik tehdit kuramına göre, bu iki karşıt grubun başka bir ifadeyle zıtlığın, birbirlerine karşı algıladıkları çeşitli tehditler zamanla bireylerde korku, öfke, nefret, hayal kırıklığı gibi duyguların ortaya çıkmasına ve diğer gruba veya üyelerine yönelik olumlu duygusal düşüncelerin kaybolmasına sebep olabilmektedir. Söz konusu tehdit algılaması “öteki” olarak adlandırılan grubun mevcut özelliklerinden kaynaklanan maddi ve fiziksel tehdit şeklinde olabileceği gibi, grupların birbirlerinin yaşam şekillerindeki farklılıklardan ya da yaklaşım tarzlarındaki uyuşmazlıklardan kaynaklanan sembolik tehditler şeklinde de ortaya çıkabilmektedir. Yine bu teori çerçevesinde grupların birbirlerine hissettikleri kaygı düzeyleri ile birbirlerine karşı besledikleri ön yargıların da birer tehdit unsuru olarak ortaya çıkabileceği ve zamanla ilişkilerdeki gerilimi artırarak şiddete varabildiği söylenilmektedir. Kendisini ‘biz’ olarak tanımlayan ev sahibi toplumla ‘öteki’ olarak görülen göçmenler arasında korkuya dayalı düşmanlık ortaya çıkabilmektedir. Kendi uluslarından olmayanları bu şekilde adlandırmalarının sebebi de insanları kültürün taşıyıcısı olarak konumlandırmalarıdır (Eser, 2020, s.130). Yani kendi uluslarının mensubu olmayanları, kültürün somutlaştırılmasını ve ulusun kritik değerlerinin inançları gelişmekte olan üyelere aktarılmasını engelleyebileceğine inanmaktadırlar. Her kültür benzersiz bir oryantasyon karışımından oluştuğundan, yabancılar kaçınılmaz olarak yeni oryantasyonların ortaya çıkmasını, iç kültürü değiştirmekle ulusu tehdit edebilecek bir yapı olarak ele almışlardır. Roy’un ifadesine göre “Etnik yapı, kültürün de taşıyıcısı olarak görev yapmış ve uluslar kendi ulusundan olmayan kişileri “yabancı” olarak adlandırdıktan sonra, bu kişileri dışlamıştır.” (Master, 2000, s.50). Kısacası zenofobinin kendini konumlandırdığı zemin kültürel farklılıktan doğmaktadır. Yabancı düşüncesi aynı zamanda toplumlar için korkulacak bir şey olarak da görülmüştür. “Yabancı” kelimesinin anlamı açıkça “bizden olmayan” olarak yorumlandığında da bir korku yaratmaktadır. Tanınmayan olarak yorumlanan “yabancı” toplumlara farklı ve uzak gelmiştir. Eğer zenofobi yapısına inanan, yani yabancı düşmanlığı fikrini benimseyen bireyler ulusun dokunulmazlığı fikrini kabul ederlerse, bu şekilde bir fikrin görünürlüğü de kaybolacaktır. Ulus egemenliği düşüncesinin zayıflamasına sebep olan Zenofobi düşüncesi, aktif bir tehdidin varlığına inanan insanlar tarafından temsil edilmektedir. Bu konuyu en doğru şekilde açıklayan ifadelerden biri Bülent Somay’a aittir. Somay, “Kendimizdeki öteki korkusunu anlamadan, Auschwitz’i anlayamayız.” demiştir (Somay, 2015, s.60). Yabancı Düşmanlığı olarak Türkçeye çevrilen Zenofobi, sadece düşmanlığına indirgenemez. Korku ve endişe de bu kavramın açıklamasında yer alması gereken noktalardır.
2. Fransa’ya Yaşanan Göçün Tarihsel Gelişimi ve Fransa’nın Göç Almasının Nedenleri
Fransa’ya yaşanan göçün tarihi çok eski zamanlara dayanmaktadır fakat özellikle 19. yüzyıl itibariyle Fransa’nın yoğun bir göç dalgası ile karşı karşıya kaldığını belirtmek gerekir. Bu göç dalgasında, Almanların çoğunluğu oluşturduğu bilinse de Belçikalı, İtalyan ya da İsviçreli gibi başka Avrupa devletlerinden gelenlerin sayısı da yadsınamayacak kadar fazladır. Öyle ki Paris baz alınarak yapılan bir çalışmada, Paris’teki yabancı nüfusunun çoğunluğunu diğer Avrupa ülkelerinden gelenlerin oluşturduğu ifade edilmiştir (Deniz, 2020, s. 62). Birinci Dünya Savaşı meydana geldiğinde ise bu göçmen nüfusunun büyük bir çoğunluğunun ülkelerine dönmeye başladığını görsek de savaş sonrasında Fransa’nın da çabalarıyla göçmenlerin ülkeye tekrar akın ettiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Kendisini ve sanayisini yeni yeni toparlamaya çalışan Fransa için ikinci bir yıkım ise İkinci Dünya Savaşı ile olmuştur. Bu savaşta büyük bir nüfus kaybına uğrayan ve halihazırdaki nüfusunun yaşlanmakta olduğu bilinen Fransa, bu durumu telafi edebilmek, hasara uğrayan şehirlerini de eski görünümüne kavuşturabilmek amacıyla göz ardı edilemeyecek sayıda göçmeni ülkesine kabul etmiştir (Yardım, 2017, s.104). Bu esnada gelen göçmenlerin, Asya ülkelerinden ve Fransa’nın Afrika’daki sömürgelerinden de dahil olmak üzere dünyanın hemen hemen her yerinden geldiği ifade edilmektedir. Dolayısı ile bu seferki göç dalgasının öncekilerden farklı olarak Avrupa dışı ülkelerden geldiğini söylemek mümkündür. Bu değişim, 2000’li yıllara gelindiğinde daha da görünür olmaya başlamış ve sayıları artmaya başlayan göçmenleri, çoğunlukla Afrikalıların oluşturduğu görülmüştür.
Fransa’nın özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğun bir şekilde göç almasının nedenlerine bakacak olursak, dünya savaşları vasıtası ile dolaylı bir şekilde de olsa bahsedilen nüfus kaybı ve doğum oranlarının düşüklüğü Fransa’nın istekli bir şekilde göçmen almasında temel sebeplerden biridir. Yine, şehirlerin tamiri ve sanayileşmenin ardından ortaya çıkmış olan iş gücü ihtiyacı da Fransa’nın göçmen almak konusundaki sebeplerindendir. Göçmenlerin Fransa’ya göç etmelerindeki temel motivasyonları ise eşitlik, özgürlük gibi ilkelerin Fransa’nın yerleşmiş değerleri olması, İkinci Dünya Savaşı’ndan 70’lerin başına kadar geçen sürede Fransa’da kalkınmanın yaşanmaya başlamasıyla ülkeye refahın gelmesi ve bazı ülkelerin sınırlarını göçmenlere kapatmış olmasıdır. Bunlar, Fransa’yı göçmenlerin gözünde daha da çekici kılmıştır. Bütün bunlara ek olarak, aile birleşmeleri gibi sebeplerle -ki son yıllardaki en önemli göç sebebi olduğu ifade edilmektedir- ya da belli rejimlerden kaçmak amacıyla Fransa’ya gelmiş olan göçmenler de bulunmaktadır. Özellikle Portekizli göçmenlerin ülkelerindeki diktatörlük rejiminden, Asya’dan gelen göçmenlerin ise komünist rejimden kaçabilmek amacıyla Fransa’ya geldikleri ifade edilmektedir (Deniz, 2020, s. 68).
2.1 Fransa’nın Göç Politikası
Önceki bölümde de ifade edildiği üzere, Fransa’nın düşük doğum oranlarına sahip olmasından ve sanayileşme ile birlikte iş gücüne duyduğu ihtiyaçtan ötürü göçmenlere karşı ılımlı bir yaklaşıma sahip olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Fransa’ya yönelik göçmen akınlarını belli dönemlerde incelediğimizde ise bu ılımlı yaklaşımın giderek kontrollü ve seçici bir tutuma büründüğünü ifade etmek gerekir. Bu bakımdan Fransa’daki göç akınlarını üç grupta inceleyecek olursak: İlk grupta, 1946-1955 yılları arasındaki organize göç dönemini, ikinci grupta 1956-1965 yılları arasında olan ve göçün kendi olağan seyrinde gerçekleştiği zaman dilimini ve son grupta ise göçün kontrol edilmeye çalışıldığı 1966-1973 yıllarını görmekteyiz (Güler, 2016, s.514). Göçmenlerin 1973 yılına kadar yoğun bir şekilde ülkeye geldiği dönemlerde, konut sıkıntıları gibi sorunlar yavaş yavaş gündeme gelmeye başlasa da Fransız hükümetinin özellikle ekonomik çıkarlarını gözetiyor olmasından ötürü göçmen girişini engelleme girişimlerinde bulunmadığını belirtmek gerekir. Aynı şekilde Fransız vatandaşları için de rekabet unsuru olarak görülmediklerinden (en azından bir süre için) ve hatta onların asla yapmayacakları işleri göçmenlerin yapacak olmalarından ötürü pek de sorun olarak görülmemişlerdir.
1970’li yıllara gelindiğinde, Fransa’nın göç akınlarını kontrol altında tutma gayesi ciddileşmiştir. Özellikle 1973 yılındaki Petrol Krizi’nin de etkisi ile Fransa yeni göçmenleri almak istemediği gibi halihazırda bulunanları da göndermek amacıyla yeni politikalar oluşturmaya çalışmıştır. Bu politikalardan en dikkat çekeni, göçmenlerin ülkelerine dönmeleri karşılığında verilecek olan para teşvikleridir. Ancak bu politikanın çok da talep görmediğini belirtmek gerekir. Fransa bulduğu alternatif modellerle sorun olarak algılamaya başladığı göçün önünü kesmek istese de 1980’li yıllara gelindiğinde bu tavrından vazgeçerek bu konu ile yüzleşme kararı almış ve asıl bu dönemden itibaren göç konusuna yasal bir perspektiften eğilmeye başlamıştır. Öyle ki bu konu ile ilgili kanunların, kararnamelerin, bu dönemde çıkmaya başladığı da ifade edilmektedir. 1980’ler itibariyle varlıkları yavaş yavaş kabul edilen göçmenlerin Fransız toplumuna ayak uydurmaları beklenmiş ve bu uğurda entegrasyon politikalarına geçiş yapılmıştır. Buna göre entegrasyon, göçmenleri toplumun bir parçasıymış gibi görerek onları her anlamda toplumla birleştirme amacı güden süreç olarak ifade edilmektedir (Yardım, 2017, s.110). Entegrasyon politikalarının 1990’larda görünür olmaya başladığı söylenmekle birlikte, bu politikalarla her ne kadar göçmenleri Fransız toplumuna entegre etmek ve toplumun bütünleşmiş görünmesini sağlamak amaçlanmış olsa da göçün bir şekilde sınırlandırılmasının da bu politikaların temel amaçlarından biri olduğunu belirtmek gerekir. Entegrasyon politikalarında kimi zaman belli değişiklikler yaşanabilir fakat göçmenlerden temelde Fransız tarihine hâkim olmaları, devrimden gelen değerleri benimsemeleri ve Fransızcayı iyi konuşuyor olabilmeleri beklenmiştir. Öyle ki Fransız hükümeti göçmenlerden Fransız kültürünü özümsemelerini talep etmiş ve bu taleplerini “Ağırlama ve Entegrasyon Kontratı” başlığı altında bir şarta bağlayıp imzalamalarını istemiştir (Yardım, 2017, s.112). Bu tarz beklentiler zamanla sadece birer beklenti olmaktan çıkıp zorla istenilen bir şeye dönüşmeye ve entegre etme özelliğini kaybetmeye başlamıştır. Tam da bu sebeple 2000’li yıllara gelindiğinde entegrasyon politikaları başlığı altındaki zorlamalar, işlevini yerine getirmiş olacak ki ülkedeki göçmen sayısının pek fazla değişmediği gözlemlenmiş ve entegrasyon politikalarının asimilasyon politikalarına dönüştüğü yönünde iddialarda bulunanlar olmuştur. “Asimilasyon kelimesi bir etnik ya da sosyal grubun -genellikle azınlığın- diğer bir grupla uyumlu hale gelmesi olarak açıklanmaktadır” (Yardım, 2017, s.110). Dolayısı ile asimilasyon politikası denildiğinde bir kişinin benimsediği ne varsa (dili, değerleri, kültürü, kimliği gibi) onlarda bir değişime yol açmak amaçlanmaktadır.
Bu değişimleri meydana getirmek için ortaya konulan çabalar incelendiğinde ise akıllara özellikle Nicolas Sarkozy’nin geldiği görülmektedir. Sarkozy, 2003 ve 2006 yıllarında bu politikalarda önemli değişikliklere sebebiyet verecek önerilerde bulunmuştur. Göçmenlerin coğrafi ve etnik kökenine göre seçilmesi gibi konular, Sarkozy’nin önerileri ile 2000’li yıllarda tekrar gündeme gelmiş olan konulardır. Yine kendisi aile birleşmelerinin önünü kesebilmek için yürütülen çalışmaların da başında gelmiştir (Yardım, 2017, s.112). Dolayısı ile Fransa her ne kadar devrimden kalan değerlerini savunuyor ve daima laikliği önceliyor gibi gözüküyor olsa da aslında bu söylemlerinden oldukça uzaktır. Her şeyden önce göçmenlerin kökenine bakarak ayrım yapması bile bu değerlere aykırı davrandığının açık bir kanıtıdır. Göçmenlere yönelik ayrımcılık ve olumsuz bakış ilk başta İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki on yılda sadece sağ partilerin savunduğu görüşler olsa da 1970’lerden itibaren günümüzde de ideolojileri farklı olan pek çok parti ve Fransız toplumu tarafından benimsendiği görülmeye başlanmıştır (Yardım, 2017, s.115).
Özetle, konu göç olduğunda Fransa’da ilk olarak Cumhuriyetçi değerlere bağlı entegrasyon politikaları bulunmaktadır. Sonrasında bu politikalar zamanla değişerek hâlâ Cumhuriyet değerlerine bağlı olduğu söylenen ama aslında hiç de öyle olmayan başka bir modele, asimilasyona, dönüşmüştür. Bu politikalar ışığında da bugün Fransa’da göçmenlerden aidiyet duydukları çoğu şeyden kopmaları ve Fransız toplumu ile daha da uyumlu bir hâle gelmeleri yönündeki aşırı istekleri derinleşmiş ve bu istekleri yerine getirmeyen göçmenlere karşı da ötekileştirme çalışmaları hız kesmeden devam etmiştir.
2.2 Fransa’da Göçmenlere Bakış ve Göçmenlerin Yaşam Standartları Üzerine Genel Bir Değerlendirme
Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından çeşitli ülkelerle anlaşmalar yaparak gerek ekonomik gerekse de demografik sebeplerle birden fazla ülkeden göçmen kabul etmiştir. Bu süreçte, göçmenleri ekonomisinin kalkınmasına yardım edecek geçici ya da misafir kişiler olarak görmesinden ötürü de onların entegrasyonuna yönelik herhangi bir çalışma yapma gereği duymamıştır. O dönemde unutulan şey, geçici ya da kalıcı fark etmeksizin ülkelerine gelen göçmenlerin hemen hemen her konuda o ülkenin vatandaşları ile karşılıklı bir etkileşime gireceği ve değişimlere sebebiyet vereceği konusudur. Dolayısı ile 1950’ler ve sonrasında göç kavramını sadece bir süreliğine misafir edecekleri göçmenlerle özdeşleştirip konuyu derinlemesine incelememeleri ve uzun vadeli politikalar hazırlamamaları onların göçmenleri ilerleyen yıllarda bir sorunmuş gibi nitelendirmelerine sebebiyet vermiştir. Göçmenlerin, aile birleşmeleri ile ailelerini Fransa’ya getirmeye ve aralarından bazıları da emekliye ayrılıp Fransa’da kalıcı olduklarının sinyallerini vermeye başlamasıyla, Fransa’daki göçmen karşıtlığı da somut hâle gelmiştir. Fransa’daki göçmen karşıtlığının aslında iki tane kaynağı bulunmaktadır. Bunlar; çıkarlar ve kimliklerdir. Çıkar temelli yaklaşıma, ekonomik açıdan yaklaşılmakta ve göçmenlerin iş gücü anlamında vatandaşlara rakip oldukları ifade edilmektedir. Kimlik temelli yaklaşımda ise kimlikler, değerler, kültürler ve gelenek görenekler ön plana çıkmakta ve uyumun yakalanamayacağı yönündeki görüşler savunulmaktadır. Her iki yaklaşım için ortak olan şey ise göçe yönelik bakış açılarının merkezine, tehdit oldukları yönündeki fikirlerin tohumlarını atmış olmalarıdır (Aras ve Sağıroğlu, 2018, s. 61). Kimlik algısı göçmen karşıtlığında önemli bir yer tutuyor olsa da aslında sadece göçmenlere yönelik bir oluşum olmadığından bahsetmek gerekir. Fransız toplumunun en başından beri var olan ulus-devlet düşüncelerinin kökenlerinin de bu fikre, kimlik algısına, dayandığı görülmektedir. Buna göre, Fransa’da ulusu var eden kişilerin haricindeki herkes aslında birer yabancıdır ve yabancı da Fransızlara göre çoğunlukla diğeri diye tanımladıkları, toplumla özdeşleşmeyen kişilerdir. Bu bakımından, Fransa aslında kendisini bir başkası üzerinden tanımlayan ve hatta konumlandıran bir ülkedir. Dolayısı ile yıllardır benimsedikleri değerler bir Fransız üst kimliği etrafında şekillendiğinden ötürü de göçmenlere bakış zamanla -özellikle onları sorun olarak görmeye başlamalarından itibaren- sertleşmiştir. Bu tutumları da ister istemez göçmenlere yönelik hızlıca geliştirmeye başladıkları politikalarına da yansır olmuş, entegrasyon politikaları adı verilen fakat aslında göçmenlerin kimliklerinde değişimlere sebebiyet vermek isteyen politikalar sonucunda önceki bölümlerde de bahsedildiği üzere asimilasyona geçiş yapılmıştır.
Düzgün entegrasyon politikalarının yapılamamasında ve asimilasyona geçiş sürecinde, kimlik algısı dışında etkisi olan bir başka sebep de göçmenlerin en başından beri konuk olarak görülmeleri ve gerekli hazırlıkların yapılmamasıdır. Her ne kadar entegrasyon süreci yalnızca devletin ve kurumların sorumluluğunda olan bir süreç olmasa da göçmenlere ve Fransız toplumuna devlet tarafından bu zaman dilimini uyum içerisinde sürdürebilmeleri açısından uygun bir ortamın hazırlanmış olması gerekmektedir. Fakat Fransa’nın bu sürece hazırlıksız girmiş olmasından ve çoğu girişiminin de eşitsizlikler üzerine kurulu olmasından ötürü göçmenlere yönelik bakış pek de iyi bir seyir izlememiştir. Bunun sonucunda toplum içerisinde göçmenleri kabul etmeyen, ayrımcı, ırkçı tutumlar ve nefret söylemlerini benimseyen söylemler de yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu tarz davranışlar, göçmenlerin günlük hayatının hemen hemen her alanında (özellikle eğitim, sağlık, istihdam ve barınma gibi) eşitsizliklerle ve ayrımcılıklarla mücadele etmesine sebebiyet vermektedir. Bu sıkıntıların en çok görüldüğü alanlardan bazılarına bakacak olursak, ilk olarak söz konusu ayrımcılıkların en çok yaşandığı alan olan eğitime bakmak pek de yanlış olmayacaktır. Fransız okullarında da toplumda olduğu gibi bir bölünmüşlük mevcuttur ve göçmen çocuklarının Fransız çocuklara kıyasla daha fazla dışlanmaya maruz kaldığı görülmektedir. Bu dışlamanın bir sonucu olarak da okuldan iyice kopan göçmen çocuklar için harcanan okula geri kazandırma çabaları ya da yapılan yönlendirmeler herhangi bir Fransız çocuk için harcanan çabadan veya yönlendirmelerden oldukça farklıdır (Yardım, 2017, s.126-127).
Göçmenler gittikleri yerlerde çoğunlukla ayrımcı tutumlardan ayrı düşünülmedikleri için Esen ve Yazıcı’nın da ifade ettiği üzere, benzer bir durumla sağlık hizmetlerine erişim söz konusu olduğunda da karşılaşmaktadırlar (aktaran Yardım, 2017, s.126). Sağlık hizmetlerine erişimde sıkıntı yaşayan göçmenler, tedavilerine de düşük maaş almalarından ötürü kimi zaman başvuramamakta ya da oldukça geç başvurabilmektedirler. Buna ek olarak, Fransızcalarının yeterince iyi olmamasından ötürü de sağlık hizmetlerindeki süreci olması gerektiği gibi takip edememektedirler. Bu tarz sıkıntılar, göçmenler yaşlandıklarında dahi devam etmekte ve hatta iyice kötüleşmektedir. Yaşlı göçmenlerin sağlık durumlarının giderek kötüleştiği durumlarda bakıma ihtiyaç duyabildikleri görülmektedir fakat yine maaş düşüklüğü gibi sebeplerle bakım hizmetlerine erişimleri pek de kolay olmamaktadır (Hiçdurmaz ve Yüksel, 2019, s.227-228). Yine göçmenlerin istihdam ve barınma gibi konularda da sıkıntılarla baş etmeye çalıştıklarını ifade etmek mümkündür. Önceki bölümlerde de belirtildiği üzere, göçmenler Fransızların çalışmayı kabul etmeyeceği alanlarda çalışmak zorunda kalmakta ve buna rağmen düşük ücretlerle çalışmaktadırlar (Deniz, 2020, s.95). Barınma söz konusu olduğunda ise göçmenlerin çoğunun derme çatma yerlerde, çoğu zaman gecekondularda yaşadıkları görülmektedir ki bu durumda düzgün politikalar oluşturamayan Fransız hükümetinin büyük bir payı olduğu açıktır (Deniz, 2020, s.97). İstihdam ile ilgili kısımda bahsedildiği üzere eşitsizlik dolu işgücü piyasasında kendi başlarına ayakta kalmaya ve düşük maaşları ile her şeye yetişmeye çabalamaları ile de göçmenlerin kendilerine düzgün bir barınma ortamı oluşturamayacaklarını tahmin etmek pek de zor olmamalıdır.
3. Fransa’da Zenofobinin Tarihsel Gelişimi
Fransa’nın ulusal kimliğini kazanması 1550’li yıllardan 1620’lere kadar geçen süreç döneminde gerçekleşen iç savaşa ve ayaklanmalara dayanmaktadır (Roemer, 2005, s.130). Bu savaşlar çok kanlı bir şekilde gerçekleşmiş ve sosyal yapı bu savaşlardan arta kalanlar üzerine kurulmuştur. Fransız edebiyatı ve tarihi de bu dönem gerçekleşen çatışmalardaki düşmanlarını kinci, kana susamış ve Fransız toplumuna ait olmayan kişiler olarak adlandırmışlardır. Yabancı düşmanlığı, bu adlandırma ile erken dönem Fransa’sında başlamıştır. Suarez bu konuya ilişkin, “İki zıt taraf olmadan bir dünyanın var olabilmesi mümkün değildir, her zaman zıtlık olmak zorundadır.” demiştir (Durakçay, 2017, s.140). Fransız metinlerinde bu zıtlık düşüncesi karşı tarafı “şeytan ve kötü” şeklinde adlandırarak bir bakıma yabancı düşmanlığının oluşmasına zemin hazırlamıştır (Wells, 1999, s.355). Yaşanılan toplum oluşturma mücadelesinden sonra Fransa bir de din savaşına sahne olmuştur. Tüm bu savaşlar “Fransız” olmanın ne demek olduğunu sorgulatmış ve ülke içerisinde yaşanan her türlü tartışma bu sorulara bir cevap aramıştır. Bu dönem bütün Avrupa’da olduğu gibi vampir, canavar gibi düşüncelerin gerçekliğine inanılmış ve hatta ülkeye giriş yapan yabancılar da bu şekilde adlandırılmıştır (Wells, 1999, s.360). Daha önce de ifade edildiği gibi Zenofobi düşüncesinin ülkedeki başlangıcı güçlü bir şekilde bu döneme dayanmaktadır. Wells, “erken dönem Fransız toplumunda vampirlerin yabancı olduğu düşüncesini ve Fransız toplumunun kanını emmek istemelerini de Fransız olmak için yaptıklarını, “kanın ulus özelliğini taşıdığını düşündükleri” için kanı almak istediklerini” (Wells, 1999, s.369) belirtmiştir. Bu düşünce yapılarından daha sonra ortaya çıkan bazı görüşlere göre, Fransa devleti bir “anne” görevi görmekte ve gelen herkesi kabul etme düşüncesini içinde barındırmaktadır. Bu görüşün başladığı süreç aynı zamanda Fransa’ya yapılan göçün ciddi anlamda arttığı sürece denk gelmiştir. Haliyle de Fransa’nın “ana” devlet olarak betimlenmesine karşı çıkan pek çok insan bulunmaktadır. Fransa’da yabancı nefretin yapısı zaman içinde genişlemiş ve daha geniş bir zemine yayılmıştır. Fransa Güney Afrika ağırlıklı olmak üzere pek çok bölgeden göç almıştır. Gelen göçler, Fransa’nın kolonyal bir yapı olduğu döneme denk gelmektedir. Bu süreç boyunca, ülke içerisinde resmi olarak temsil edilen bir yabancı karşıtlığı bulunmasa da yaşanan göçlerden ve kolonyal yapılardan memnun olmayan bir kesim olduğu bilinmektedir.
Fransa’da modern çağın zenofobi yapısının oluşumuna geçmeden önce, Avrupa entegrasyonunun sağlanmasıyla ortaya çıkan zenofobik yapıdan da bahsetmek gerekmektedir. Araştırmanın da açıkladığı gibi Fransa tarihsel süreç boyunca yabancı düşmanlığını “bizden olmayan” insanlar olarak yorumlamıştır. Bunu da ulus birliği üzerinden ele almıştır. Bu durumda Avrupa Bütünleşmesinin Fransız yabancı düşmanlığı (Zenofobisi) üzerindeki etkisi ne olmuştur? Bütünleşme, ulusların “bir” olabilme düşüncesini kapsadığından Fransa halkında bulunan yabancı korkusunu ve düşmanlığını da hiç şüphesiz ki tetiklemiştir. Fransa’nın bütünleşmeye verdiği destek yabancı düşmanlığı düşüncesinin en azından siyasi düzlemde hafiflemesi olarak kabul edilebilir. “Avrupa Bütünleşmesinin tam olarak ne anlama geldiğini yabancı karşıtlığı düzleminde incelemek kolay değildir çünkü bütünleşme herkes için farklı bir anlam ifade etmektedir.” (Master ve Roy, 2003, s.427). Zenofobi (yabancı karşıtlığı) açısından incelendiğinde, bir bakış açısına göre, sadece Avrupa Birliği ile ortak yapılacak aktiviteler olarak yorumlanırken diğer bir görüşe göre de Avrupalı olmayan -yabancı karşıtlığının kendisini gösterdiği diğer bir ifade de budur- devletlerin de Avrupa Birliği içerisine girebilme ihtimallerini içermektedir. Bu durum farklı görüşlerin kendini göstermesine yol açmaktadır (Master ve Roy, 2003, s.200). Master ve Roy’in araştırmasına göre yapılan anketlerde, Avrupa bütünleşmesi konusunda Yunanistan ve İtalya’dan sonra entegrasyon isteme oranının en yüksek olduğu 3. ülke Fransa’dır. Bu konuyu yabancı düşmanlığına bağlamak ise pek mümkün değildir. Çünkü yabancı düşmanlığının ülkelerde ölçülebilmesi için sorular direkt olarak sorulamamaktadır. Yabancı düşmanı olduğunu söyleyebilecek çok sayıda insan yoktur. Ülkedeki yabancı sayısı, bu yabancıların nasıl şartlar altında yaşadıkları ve mecliste temsil edilip edilmedikleri gibi faktörler ile yabancı düşmanlığının ülke genelinde ne noktada olduğu günümüzde ölçülebilmektedir. (Master ve Roy, 2003, s.90) Yine Master ve Roy tarafından Avrupa ülkeleri örnek alınarak yapılan analizde yabancı düşmanlığı oranı en yüksek olan ülke Fransa’dır. (Master ve Roy, 2003, s.101) Sağ Popülizmin de Fransa’da partileşerek yükselmesi ülkeyi bu noktaya getirmiştir.
3.1 Modern Fransız Siyasetinde Zenofobi’nin Yeri
2000’li yıllara gelindiğinde modern düzen olarak adlandırabileceğimiz süreç başlamıştır. Yine 2000’li yıllarda sağ popülizmi yükselmiş ve yabancı düşmanlığı kavramı Avrupa’nın pek çok bölgesinde ciddi bir ivme kazanmıştır. Siyasi anlamda da Avrupa’da aşırı sağ partiler daha geniş halk kitleleri tarafından destek görmeye başlamıştır. Hatta bu sağ partiler birçok ülkede iktidara ya da ana muhalefete gelecek kadar da güçlenmiştir. Bu yıllarda yaşanan siyasi problemlere örnek verilecekse, 11 Eylül saldırıları, 2004 Madrid ve 2005 Londra patlamaları, DEAŞ terör örgütünün başta Fransa olmak üzere pek çok ülkede gerçekleştirdiği bombalı eylemler ve son olarak Suriye İç Savaşı’nın neden olduğu yoğun insan göçü söylenebilir. Bunlar vasıtasıyla da Avrupa’da hep var olmuş olan aşırı sağ partilerin etki alanlarını genişleterek seçimlerde oylarını artırdıklarını belirtmek mümkündür (Master, 2000, s.425). Bu sağ partiler, yabancı düşmanlığı olan zenofobi kavramının daha önce de açıklanan faktörlerinden biri olan “korkudan” çok iyi beslenmektedir. Wilson ve Hainsworth, “Aşırı sağ partilerin üç temel özelliğe sahip olduğundan bahseder. Bunlardan birincisi anti elitist, basit bir söyleme dayalı ve kurulu düzen karşıtı bir popülizm; ikincisi otoriteryenlik ve üçüncüsü ise milliyetçilik (nationalism) ve yabancı düşmanlığının (zenofobi) bir kombinasyonu olan ‘nativism’dir” (Wilson ve Hainsworth, 2012, s.3).
Belirli bir sınıfın ya da grubun değil, tüm “yerleşik” halkın temsilcisi olduğu iddiasını taşıyan aşırı sağ, dünyayı siyah ve beyaz olarak algılamakta ve politikayı iyi-kötü arasında bir savaş olarak görmektedir (Eser ve Çiçek, 2020, s.128). Zenofobi düşüncesi ele alınırken, sağ partilerin de ele alınması gerektiğini, bu ifade oldukça iyi bir şekilde açıklamaktadır. Zenofobi böyle bir politik süreç içinde kendi kendini yeniden üretmekte, kendi kendini beslemektedir. Böylesi bir yapı içerisinde, yaşanması muhtemel her ekonomik sorunun sebebi olarak, yabancıların gösterilmesini ve aslında daha önce de yaşanan ve sıradan kabul edilen suç olaylarının kaynağının ülkede yaşayan yabancılar olarak görülmesini bekleyen sağ partiler, kendilerince tutarlı bir varsayımda bulunduklarını düşünmektedirler. Aşırı sağa göre, yabancılar sadece varlıklarıyla fiziki manada bir güvenlik kaygısına sebebiyet vermekle kalmamakta; bunun yanı sıra ekonomik olarak Avrupa’yı sömürmekte, Avrupalıların oluşturduğu refah mirasını hak etmedikleri halde, onu günden güne tüketerek ekonomik bir tehdit olarak varlıklarını sürdürmektedirler (Eser, 2020, s.150). Ayrıca kanun dışı yollarla Avrupa ülkelerine giriş yapan yabancılara karşı bu hususlar daha da büyük bir öfke ile karşılanmaktadır. Bunların yanında yabancılar, geldikleri ülkelerin geri kalmış kültürlerini ve dinlerini Avrupa’ya taşıyarak Avrupa’nın ulusal karakterini bozabilecek bir tehdit unsuru olarak görülmektedirler. Tüm bu yaşananlarda, halkın hislerinde ve yabancıları koydukları konumlarda, aşırı sağın dillendirdiği politik söylemlerin, konjonktürün etkisi göz ardı edilmemesi gereken diğer önemli bir husustur. Fransa’da yaşanan Charlie Hebdo saldırısı da bu şekilde nefret söylemlerine verilebilecek en doğru örneklerdendir. Fransa bu tür faaliyetlere karşı da nefret söylemlerini hem basın hem de ceza kanunlarında suç olarak düzenlemiştir (Durakçay, 2017, s.139). 2004 yılında kanun üzerinde yapılan değişiklikle herhangi bir ırk, millet, din, dil, cinsiyet, cinsel yönelim ya da engelliliğe sahip olması ya da olmaması temellerinde herhangi bir kişi ya da gruba karşı ayrımcılığa, kine, nefrete ve şiddete teşvik edici ve aşağılayıcı kamu ve özel iletişimi yasaklamaktadır. Fakat bu yasaklar, mecliste yükselişte olan sağ partilerin varlığını ve yabancı düşmanı olan söylemlerini gerçekleştirmelerini engellememiştir (Akbayır, 2020, s.180). Tüm bu yapılanmalar içinde 2009 yılında Sarkozy’nin ulusun ne olduğu sorusunu sorması ciddi tartışmalara sebep olmuştur. Fransız kimliğinin ülke içinde belirli normlara sahip olması ve bu normların da siyasi bir üst kademe tarafından belirlenmiş olması, Fransa’nın yabancı düşmanlığı kültürüne siyasi olarak sahip olmasına sebep olmuştur (Akbayır, 2020, s.175).
Durakçay’ın belirttiği verilere dayanarak incelemeler yapıldığında 2015 yılının yabancı karşıtlığı konusunda ciddi bir yükseliş dönemi olduğu görülmektedir (Durakçay, 2017, s.140). Günümüz Fransa’sında yabancı düşmanlığı durumunu kısaca özetlemek gerekirse, yabancı düşmanlığı fikri tarih boyunca farklı aşamalardan geçerek günümüze kadar gelebilmiş ve günümüz Fransız toplumunda da ciddi bir yer edinmiştir. Yabancı düşmanlığı, kendilerinden farklı olan herkese ve her şeye düşmanlık olarak yerleştiğinden, mecliste de özellikle sağ partilerin yükselişte olduğu bu dönemlerde yabancı düşmanlığı düşüncesi önemli bir zemin kazanmıştır. Ulus devlet kavramının düşüşe geçtiği dönemden sonra, özellikle ulusların yalnız kaldıkları dönemde daha da artmıştır. Covid-19’un yarattığı etki de göz ardı edilemeyecek seviyededir. Dünyada küresel bir salgın yaşanmaktadır ve bu salgında bir suçlu arandığında ilk cevap hep yabancılardan yana olmuştur. Covid-19 salgını ilk çıktığında, salgın “Wuhan Salgını” olarak adlandırılmış ve bu küresel salgının yükü tek bir ulusun üzerine atılmıştır. “Sağ popülist parti temsilcilerinin zaten etno-milliyetçi, dışlayıcı ve bunlara bağlı olarak zenofobik bir yapı sergiledikleri gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, son on yıllık süreç içerisinde devam ettirdikleri ve algılanmış tehdit kapsamında derinleşmesine destek oldukları göçmen karşıtlığı üzerine kurulu söylemler için, sınır geçişleri kısıtlaması ve içe kapanma süreci oldukça uygun bir zemin hazırlamıştır. Artan göçmen karşıtı söylemler, toplum nezdinde var olan zenofobik eğilimin artmasını beraberinde getirmiştir.” (Duman, 2020, s.30). Tüm bu gelişmeler Birleşmiş Milletleri bir aksiyon almaya itmiş ve Guterres konu hakkında “COVID-19 bir halk sağlığı krizidir – ancak çok daha fazlasıdır. Bir ekonomik krizdir. Bir toplumsal krizdir. Ve hızla bir insan hakları krizine dönüşen bir insanlık krizidir” ifadesini kullanarak yabancı düşmanlığına dönüşen sürece bir nokta koymak istemiştir (Duman, 2020, s.30).
Sonuç
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın her yerinde başlamış olan göç dalgası, pek çok ülkenin gözünde savaşın kayıplarını telafi edecek bir hareketlilikmiş gibi gözüktüğünden ve kısa dönemli olacağı varsayıldığından ilk planda bir sorun olarak algılanmamıştır. Bu sebeple, pek çok ülke uzun dönemli politikalar geliştirmemiş, göçmenlere adeta geçici birer misafirlermiş gibi bakmışlardır. Fransa da benzer bir tutuma sahiptir. Aradığı iş gücü ihtiyacını karşıladıktan sonra göçmenlerin ülkelerine döneceğini umulmuştur fakat göçmenler zamanla ülkeye yerleşmeye başladıkları gibi ailelerini de peşlerinden getirmişlerdir. Bu duruma hazırlıklı olmayan Fransa hükümeti, entegrasyon politikaları ile çözüm bulmaya çalışsa da bu politikalar düzgün bir altyapıya sahip olmadığından zamanla asimilasyona doğru kaymıştır. Fransa’nın bu tarz asimilasyon politikalarını uygulamaya koyması sebebi ile ülkede oldukça zor şartlarda yaşamaya başlayan göçmenler, zamanla hem siyasi kanattan hem de halk tarafından dışlamalara maruz kalmışlardır. Bu dışlayıcı faaliyetler sonucunda da ülkede yabancı düşmanlığına yönelik tavırların günden güne artmakta olduğunu ifade etmek gerekir.
Eylül Beyza HÜSEM
Zeynep GÜNER
Avrupa Çalışmaları Staj Programı
Kaynakça
Akbayır, D. (2020). Fransa’da sol popülzim: la franxei nsouime partisi örneği
Akgül, F. & Güneş, A. (2017). Fransa’da yükselen nefret söylemi ve nefret suçu: Tematik bir çözümleme. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 4(6), 126-145.
Aras, İ. & Sağıroğlu, A. (2018). Avrupa aşırı sağında göçmen karşıtlığı: Fransa ve Macaristan örnekleri. Mukaddime Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 9(3), 59-78.
Banton, M. (1996). The cultural determinants of xenophobia. Anthropology Today, s.8-12.
Deniz, R. (2020). 1789’dan 2020’ye Fransa’nın göç politikaları. (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi). İstanbul Medeniyet Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, İstanbul.
Duman, D. D. (2020). Farklılığın farkındalığı ve pandemi kapsamında artan zenofobik eğilim. Online International Conference of Covid-19 s. 25-35. İstanbul : ConCovid.
Durakçay Akgül F. A. G. (2017). Fransa’da yükselen nefret söylemi ve nefret suçu: tematik bir çözümleme. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, s.126-145
Ertoy, M. (2016). Öteki’nin metodolojik inşası: zaman politikası açısından bir değerlendirme. Uluslararası Sosyal Bilimler ve Müslümanlar Dergisi, s.409-416.
Eser, H. B. (2020). Avrupa’da aşırı sağın ayak sesleri: zenofobi’nşn patolojik normaleşmesi. Alternatif Politika, s.114-144.
Gray, C. J. (1998). Cultivating citizenship through xenophobia in gabon, 1960-1995. Africa Today, s.389-409.
Güler, H. (2016). Fransa’nın göç politikası üzerine genel bir değerlendirme. Tarih Okulu Dergisi, 9(28), 509-521.
Hiçdurmaz, Z. & Yüksel, H. (2019). “Misafir işçiden” “Yaşlı göçmene” Avrupa’da yaşlanan göçmenlerin sorunları: Fransa örneği. Journal of Economy Culture and Society, (59), 213-234.
John E. Roemer, K. V. (2005). Xenophobia and the size of the public sector in France:a politico-economic analysis. Journal of Economics , s.95-144.
Master O. & Roy. S (2003) Xenophobia and Politcs. Journal of Politics s.60-180
Porter, C. (2012). Unveiling french xenophobia: a study of prejudice against arabs in france. The University of Arkansas Undergraduate Research Journel, s.83-99.
Rydgren, J. (2003). Meso-level reasons for racism and xenophia . European Journal of Social Theory , s.45-68.
Sara De Master, M. K. (2000). Xenophobia and the european union. Comparative Politics, s.419-436.
Saraçlı, M. (2019). European unıon’s approaches to the immıgratıon problem in the context of the problems of xenophobıa and ıslamophobıa. Kimlik ve Göç Çalışmaları Uluslararası Sempozyum, s. 119-142. Ankara.
Ultan, M, Ö. (2017). Avrupa Birliği’nde istenen göçmen profili analizi: Ekonomik göçmen mi, Politik göçmen mi? Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 22, 1443-1456.
Wells, C. (1999). Xenophobia and witchcraft in early modern french. French Historical Studies, s.351-377.
Wilson,D. & Hainsworth J. (2012) Xenophobia in Early Europe, Euroepan Journal of Social Studies, 23, 120-160
Yardım, M. (2017). Göç ve entegrasyon politikaları ışığında Fransa’da toplumsal kabul. Göç Araştırmaları Dergisi, 3(2), 110-136.
Zorba, H. (2016). AB’nin göçmenlere yönelik politikalarını etkileyen faktörler. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 4(1), 1-17.