Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla

Amerikalı sosyalist yazar Leo Huberman kaleme aldığı bu eserinde, iktisat ve tarihi harmanlayarak feodal toplumdan kapitalizme giden süreçleri ele alıyor. Ekonomik değişimlerin etkileri incelenirken, üretim biçimleri etrafında sosyal hayatta çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriliyor.

Kitap on üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde “Dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar” başlığı ile feodal yapı anlatılırken, üretim süreçlerinin anlatımı diğer bölümlerde devam ediyor ve son olarak “Eski düzen değişiyor” bölümünde kapitalizme geçiş işleniyor. Bu çalışmada ise bazı bölüm sonlarında, kitapta ele alınan dönemlerin Osmanlı devleti ile karşılaştırmaları da yapılmıştır.[1]

Yazar  “Dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar” başlıklı bölümde, Ortaçağ’da mevcut feodal toplum yapısını üç ana bölüme ayırıyor; Dua edenler (rahip ve papazlar), Savaşanlar ve Çalışanlar(serfler). Batı ve Orta Avrupa’nın çiftlik arazileri “malikane”lere bölünmüştü. Malikaneler bir köy ve çevresindeki ekilebilir birkaç yüz dönüm topraktan oluşuyordu. Malikâne sahipleri beyler vardı. Otlak, çayır, orman ve ekime elverişsiz alanlar ortak kullanım alanlarıydı. Serfler gitgide fakirleşiyordu. Çünkü öncelik her zaman lordun toprağındaydı. Önce onun toprağı ekiliyor, sürülüyor ve biçiliyordu. Serfler yani köylüler köle değillerdi elbette ama köle gibi çalışanları da vardı. Köylüler lord için vardır. Yazarın vurgu yaptığı en önemli nokta; zenginliğin ölçüsünün toprak olmasıydı. Kilise en büyük toprak sahibiydi. Batı Avrupa’daki toprakların yarısı ile üçte biri arasındaki bir kısmın sahibiydi kilise. Zamanla daha da çok zenginleşen kilise maneviyattan çok ekonomik olarak önem kazanmaya başladı. Kilise ve soylular dönemin egemen sınıfıydı.

Osmanlı’da merkezi yapının güçlenmesiyle padişahın etkinliği artmıştı. Ortaçağ feodalitesinde olduğu gibi toprağın askerlik görevi karşılığında temliki, vergi toplama sistemi vardı. Bunun adı Osmanlı’da “tımar”dı. Burada da toprak, merkeze aitti. Osmanlı’da feodal senyör olmamaları için bir dizi önlemler alınmıştı. Tımarlı sipahilerin güçlenmemesi için sürekli yerleri değiştiriliyordu. Sıkı kayıtlar tutuluyordu devlet tarafından. Fazla güçlenenlerin toprağı müsadere ediliyordu. Tamamını miras bırakamıyorlardı. Osmanlı’da reaya feodalite de serflere karşılık geliyordu. Burada da tasarruf hakkı reayada idi. Ama aynısı değildi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda “malikâne” uygulaması vardı fakat bu da farklıydı. Sultanın topraklarını hediye etmesiyle oluşuyordu bu topraklar. Dönemin dini faktörü de “ulemaydı”. Feodalitedeki kilisenin gücü Osmanlı’da ulemada vardı.

“Tüccar işe karışıyor” bölümünde ise, dua edenler ve savaşanların ellerinde olan sermayenin durağan, kıpırtısız olduğu ifade ediliyor. Yazara göre yatıracak bir iş, kullanacak bir alan yoktu. İktisadi hayat pek az para kullanımıyla yürürdü. Tamamen tüketim ekonomisi hâkimdi. Çünkü ihtiyaçların tümü malikânelerde karşılanırdı. Serfler her şeylerini kendileri yaparlardı. Malikâne beyi de kendi evine bağlı zanaatkâr serflere yaptırırdı.

Ticaret yok denecek kadar azdı. Sadece haftalık pazarlar kurulur, değiş-tokuş yapılırdı. İnsanlar sadece tüketeceği kadar üretirdiler. Artık mal ancak sürekli talep olduğunda üretilirdi. Zamanla bu kısır döngü değişmeye ve ticaret gelişmeye başladı. On birinci yüzyılda büyük adımlar atıldı. On ikinci yüzyılda büyük bir değişimden geçti Batı Avrupa.

Haçlı seferleriyle Doğu’da gördüklerine özendiler ve talepler arttı. Amaçları yağma ve daha çok topraktı ancak kilise bunu kutsallıkla örtüyordu. Amaç kilisenin gücünü yaymaktı. Hiçbir şeyi olmayanlar kazanma hırsıyla katıldılar bu seferlere. İtalyan ticaret şehirleri de bunu ticari avantaj olarak görüyorlardı.

Sonuç olarak dini açıdan kısa ömürlü oldu çünkü Müslümanlar Kudüs’ü geri aldılar. Ancak ticari açıdan sonuçları çok büyük oldu. Dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar ve çoğalan  tüccar sınıf, bütün kıtaya yayılarak Batı Avrupa’nın feodal uykudan uyanmasına katkı sağladı.

Osmanlı’da, feodal yapıda olduğu gibi ticaret zamanla önem kazanmaya başladı. Akdeniz ticaret yolu Osmanlıların elindeydi. Osmanlı’da ticari olarak kervansaraylar ve loncalar en önemli unsurlardı. Ancak Osmanlı’daki diğer unsurlar gibi, bu alanda da feodaliteden ayrılan belirgin farklar vardı.

“Şehre gitmek” başlıklı bölümde; ticari büyümenin en önemli etkilerinden birinin şehirlerin büyümesi olduğu vurgulanıyor. Ortaçağ’da büyüyen ve gelişen şehirler İtalya’da ve Hollanda’da görülür. Ticarete elverişli yerler zamanla şehirleşiyordu. İnsanlar iş için şehirlere geldiler ve şehirler bu şekilde büyüdüler. Serbest hareketlerine engel olan feodal kısıtlamalarla karşılaşınca “lonca” ya da “hanse” denilen birlikler kurdular. Bunlarla gerekli özgürlüğü kazanmaya çalıştılar. Toprağın özgürlüğünü istiyorlardı. Yazarın da belirttiği gibi; kendi asayişlerini sağlamak, kendi mahkemelerini kurmak istiyorlardı. Şimdi yeni bir grup türemişti; tüccarlar yani alarak ve satarak yaşayan orta sınıf. Bu orta sınıf para mülküyle yönetime katılmaya başlamıştı.

Osmanlı’da var olan Ahi birlikleri, feodal toplumda kısıtlamalara karşı kurulan “lonca”lardı. Hatta devletin kurulmasında ahi birliklerinden yararlanmışlar, ancak devlet güçlendikçe siyasal güçleri azalmış, zanaat örgütü olan Osmanlı loncaları varlıklarını sürdürmüşlerdir.

“Eski fikirler yerine yeni fikirler” başlığı altında Ortaçağ’da faizin ciddi bir suç ve özellikle sözü yasa yerine geçen kilise tarafından da lanetlenmiş ve günah sayıldığından bahsediliyor. Bu durum tüccarların işine gelmedi. Zamanla kilise öğretisi değişmeye ve tefecilik yolunu açmaya başladı. Toplum yeni bir gelişme aşamasına girerken “faiz” gündelik ticari ilişkilerde yerini aldı.

Osmanlı’da durum bu şekilde değildi. Ticaretin, faizin belirgin olduğu ve özellikle feodal yapıdaki kiliselerin tefecilik ve faiz uygulamaları Osmanlı’nın kapısını çalmamıştı henüz.

Feodal yapının değişmesiyle beraber, köylünün de durumu değişmeye başlıyor yani yazarın başlığı ile “köylü zincirlerini kırıyor”du. Pazarın genişlemesi üretim artışına muazzam bir teşvik oldu. Köylü tarımsal üretimi arttırmak için yazarın sınıflandırmasına göre iki yol denedi; entansif tarım(daha çok gübre, ileri yöntemler) ve ekstansif tarım (yeni alanları tarıma açmak). Bunların sonucunda köylü isyanları çıktı, birçok köylü asıldı, isyanlar bastırıldı; ancak 15. yy ortalarına kadar Batı Avrupa’nın büyük kısmında nakdi rant ve özgürlük elde edildi. Artık toprağını rahatlıkla satabiliyordu. Bu da feodal dünyanın sonu demekti.

Endüstri de değişmişti.

“Ve adı geçen zanaatta hiçbir yabancı çalışmayacak” bölümünde değinildiği gibi; daha önceleri ailenin ihtiyacını kendi yaptıklarıyla karşılamak durumu varken, şimdi başkalarının talepleri için kasaplık, fırıncılık vs. gibi zanaatlarda ustalaşanlar dükkan açtılar. Üretimini arttırabilenler işleri iyi giderse yardımcı alıyorlardı. Bunlar çıraklar ve kalfalardı. Lonca teşkilatları oluştu ve bunlar çırak-kalfa-usta ilişkisiyle düzenli olarak işlemeye başladı. On üçüncü ve on dördüncü yy. loncaların parlak zamanıydı ancak gitgide bozulma ve çökme yaşandı. Yoksullar on dördüncü yüzyılın ikinci yarısında Batı Avrupa’yı saran isyanlar çıkardılar. Bir sınıf mücadelesi doğdu. Ancak bu seferde örgütsüz kesimleri bir ulusal devlet halinde toplayan büyük bir güç oluştu.

“İşte geliyor kral”! Tam da kitaptaki bu bölümün başlığı gibi kral güçlenerek geliyordu. Ortaçağın sonlarına doğru 15. yy boyunca uluslar oluştu; ulusal endüstri kuralları mahalli kuralların yerini aldı. Orta sınıf güçlenmişti(10-15 yy). Kral lordlara karşı savaşan şehirlileri destekliyordu. Ulusçuluk bölgeciliğin yerini almıştı artık. Birleşik bir krallığın başında güçlü bir hükümdar yerini aldı. Papanın gücü feodal lordların hepsinden daha tehlikeliydi. Feodalitenin silinmesi, yükselen orta sınıfın kiliseye karşı saldırıya geçmesiyle mümkündü ve mücadele dini bir görüş altında yürüdü. Adına Protestan Reformu dendi. Aslında yükselen orta sınıfın savaşıydı.

Osmanlı’da padişahın gücünün arttığı, fetihlerin hızlandığı, imparatorluğun en güçlü dönemleriydi. Avrupa’da yükselen bir orta sınıf varken, Osmanlı’da güçlü bir merkezi yapı ve refah vardı.

Ortaçağ’da krallar paranın değerini düşürerek kar sağlamaya çalışıyorlardı. Bu durum “Zengin adam” başlıklı bölümde değinildiği gibi yeni zenginlerin oluşumuna sebep oldu. Tabi olarak fiyatların artması, ticaretin zarara uğraması ve yoksulların iyice yoksullaşması demekti. Nihayet Vasco de Gama Hindistan Deniz yolunu keşfetmişti. Venedik ve ona bağlı olan şehirler geri planda kalmış artık Atlas Okyanusu’na kıyısı olan Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa ticari üstünlüğü ele geçirmişlerdi. Sömürecek yeni ülkeler çıktı ve tüccarlar, bankerler zenginleşti.

Osmanlı’da ise tam ters etki yarattı. Çünkü Akdeniz Ticaret Yolu Osmanlıların elindeydi ve kaybetmişti. Batının yükselen ticareti ve para akışı Osmanlı ekonomisini olumsuz etkilemekteydi.

Yazarın “yoksul adam, dilenen adam, hırsız” bölümünde bahsettiği gibi; 16. ve 17. yy aslında dilenciler çağıydı. Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) büyük bir felaketti. Nüfusun üçte ikisi yok olmuş, köyler talan edilmiş, kalan kısım sefalet içindeydi. Sonuçta halk gittikçe yoksullaşmış, tüccarlar daha da zenginleşmişti. Ücretli işçilerin de durumu kötüleşti. Çünkü hiçbir zaman ücretleri, yükselen fiyatlarla orantılı olmuyordu. Onlar haklarını mücadeleyle kazanmak zorundaydılar. Kapitalizm de toprağından sürülmüş talihsiz köylüleri, hayatlarını devam ettirebilmeleri için iş güçlerini satma çemberine dâhil etti.

Toprağın para kaynağı olduğu Avrupa’da; köylü, işçi, tüccar, esnaf ve bütün halk kapitalizm çemberine girerken, Osmanlı’nın henüz kapısını çalmamıştı.

Pazarın genişlemesi olgusu “işçi aranıyor-iki yaşındakiler başvurabilir” bölümünün ana temasını oluşturuyor. Bu olgu kapitalist endüstrisinin anahtar kelimesiydi. Loncalar artık bu durumlara uymuyordu ve loncalar yıkıldı. Hemen değil, Fransa’da Devrim’e kadar, İngiltere’de 19. yy a kadar varlıklarını sürdürdüler. Ancak artık yeni pazarlar yeni ticaret hayatı vardı.    Para artık çok önemliydi. 16. yy-18. yy arasında Ortaçağ’ın bağımsız zanaatkârları yok olma sürecine girdi ve onların yerini kapitalist-tüccar-aracı-müteahhide gitgide bağımlılaşan ücretli bir sınıf aldı.

17. ve 18. yy’larda; “altın, büyüklük ve şan” başlıklı bölümde de bahsedildiği gibi artık şehir değil bütün bir ülke çerçevesinde en iyiler düşünülmeye başlanmıştı. Hükümetler bunlara göre yasa çıkarıyor, düzenliyorlardı artık. Bu durum tarihçilerce “merkantilist sistem” olarak adlandırılmıştır. Merkantilizm devletin servet ve kudret kazanma çabasında şu veya bu zamanlarda uyguladığı bir takım ekonomik teorilerden ibaretti. Merkantilist politikanın meyvesi savaştı. Nihai amaç altın, büyüklük ve şandı.

Kitabın “bırakın bizi” başlıklı bölümünde ise; 1776 yılının, Amerika’nın Bağımsızlık Bildirisi’ni ve İngiltere’nin merkantilist ve kolonyalist politikasına karşı başkaldırmasını hatırlatmasından bahsediyor yazar. Tüccarlar bu dönemde serbest ticaret istiyorlardı. Merkantilist görüşe tepkiler büyüyordu. Özellikle Adam Smith’in fikirleri, merkantilist teoriyi yıkan güçlü bir unsurdu. Onun “Ulusların Serveti” kitabı dönemim işadamları için İncil kadar değerli olmuştu.

Son olarak “eski düzen değişiyor” başlıklı bölümde; 18. yy’da hükümetlerin zenginlerden değil de yoksullardan vergi alımından bahsediliyor. Sonunda 1789’da Fransız Devrimi’nin patlaması ile daha önce de köylüler ayaklanmış isyanlar olmuştu ancak bu sefer fazlasını istiyorlardı. Devrimi burjuvazi yaptı. Burjuvaziyi oluşturan eğitimli ve paralı sınıftı. Burjuvazi politik gücünün iktisadi gücüyle orantılı olmasını istiyordu. Devrim oldu ancak yazarın da belirttiği üzere kaymağını burjuvazi yedi. Dua edenler, savaşanlar ve çalışanlardan doğan orta sınıf yıllar boyu güçlenerek feodalizmle uzun bir savaşa girişmişti. Bu savaşın üç dönüm noktası çarpışma olmuştu: İlki Protestan Reformu, ikincisi İngiltere’nin “Şanlı Devrimi”, üçüncüsü de Fransız Devrimi idi ki öldürücü darbeyi vurarak 1789’da Ortaçağ’ı bitirmiştir. Feodalizm yerine; malların serbest mübadelesine dayanan, öncelikle kar etme amacını güden değişik bir toplum burjuvazi tarafından kuruldu: “Kapitalizm”

Osmanlı İmparatorluğu Batı’daki gelişmeleri daha çok askeri ve teknik olarak değerlendirmiş, kendi çöküntüsünün temel nedenlerine inememiştir. Batı kültürel bir dönüşüm ve gelişim sergilemiştir. Osmanlı durumu salt teknolojik üstünlük olarak değerlendirmiştir. Bu durum da Batı’nın gelişmesinin sırrına ulaşmayı bir hayli engelleyecek ve geciktirecektir. Yaklaşık elli-altmış sene sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat Fermanı’yla birlikte yenilik ülkeye her anlamda girmeye başlamıştır.

Genel anlamda bakıldığında kitap alanında klasikleşmiş bir eser olarak, incelediği dönemlerin fikir ve eylemleri arasındaki ilişkiyi başarıyla ortaya koymuştur. Sunduğu geniş bilgi dağarcığı okuyucunun bu alanda okurken düşünmesine de sebep olarak, belirgin bir farklılık yaratmaktadır.

 

Sıla Sezge ÇINAR

UİÇ Stajyeri

 

Leo Huberman

Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla

Çev: Murat Belge

İletişim Yayınları, 14. Baskı Ekim 2011


[1] Osmanlı Devleti ile karşılaştırmalar Prof. Dr. Murat Özyüksel’in Feodalite Ve Osmanlı Toplumu eserinden faydalanılarak yapılmıştır.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...