En Zor Yolculuk: Kendini Aramak

Bir ay süren ve geriye dönüp baktığımda; ‘hayatımda yaptığım en iyi şeydi’ dedirten EVS maceram, Erzurum Havaalanı’nda başladı. Öncelikle EVS’in ne olduğunu açıklamakla başlasam iyi olacak. Avrupa Gönüllü Hizmeti – EVS ( European Voluntary Service) ,  18-30 yaş arasındaki gençlerin Avrupa Birliği’ne üye bir ülkede bir sivil toplum kuruluşunda (vakıf, dernek) veya sosyal içerikli bir projede gönüllü olarak çalışmalarına olanak tanıyan uluslararası bir programdır.

Gönderici kuruluşum Erzurum Atatürk Üniversitesi Dış İlişkiler Ofisi’ydi. Proje ülkem ise Macaristan. Açıkçası kıskandım Atatürk Üniversitesi’ni çünkü ben İstanbul Üniversitesi’nde yani Türkiye’nin en eski ve köklü üniversitesinde okuyorum güya, ancak bu imkanların hiçbiri kendi üniversitemde bana sunulmadı. Üniversitemin, sadece laf ile peynir gemisinin yürümediğini anlayıp icraat aşamasına geçmesini görecek miyim acaba? Her neyse 6 Temmuz‘da Erzurum Havaalanı’nda proje arkadaşlarımın ilkiyle tanıştım. Buradan tanıdığım en saf yürekli insan ve en “gerçek Dadaş” olan Murat’a sevgilerimi yolluyorum… Özellikle Ramazan ayının ilk sahurunda tüm maço duruşuna rağmen; gece yarısı bize kızarttığı köfteler için ona müteşekkirim J Murat’la İstanbul Atatürk Havaalanı’na indikten sonra, birkaç saat diğer proje arkadaşlarımız Selin ve Soner’i bekledik ve nihayet onlarla da tanışarak Budapeşte’ye doğru yola çıktık. Aslında en büyük isteğim proje süresince yalnız olmaktı; ancak daha sonra yaşadığımız şeyler sonucunda anladım ki yurt dışına ilk çıkışta, yanınızda sizin dilinizi bilen, sizi gerçekten anlayabilen birilerinin olması çok büyük bir avantajmış. Yabancı dil pratiği hususunda bu isteğim yoğundu; ancak dil öğrenme konusunda da diğer konularda da tamamen üzerinizdeki o çekingenliği atma cesaretine sahipseniz başarabiliyorsunuz.

Toplam bir ay sürecek olan projemizin ilk iki haftası, Budapeşte yakınlarındaki bir kasaba olan Bicske’deki bir göçmen kampında geçti. Selin ve ben bu kampta yaş aralığı genellikle 5-14 olan yirminin üzerinde çocukla; sosyal iletişim kurma, onların İngilizce pratiklerini geliştirme ( çocuklar genellikle Afganistan, Somali ve Kosova’dan gelmişlerdi) , kendi kültürümüzü ve bunun bir parçası olan çocuk oyunlarımızı öğretme gibi konularda çalıştık. Diğer iki Türk arkadaş Deniz ve Yakup, ayrıca Polonyalı olan Marta ile de kurduğumuz arkadaşlıklarımız gerçekten çok güzeldi. Özellikle projenin son günlerinde geçirdiğimiz zamanlar tadından yenmezdi valla. Her gün farklı bir oyunla(en sevdikleri yakan top oldu) çocukların dikkatini çekmek için bir hayli çaba sarf etmemiz gerekti. Aramızda oluşan bağlar ise gerçekten inanılmaz bir deneyimdi. O minicik gözlerdeki hüzün ve yaşadıkları hayatın farkında olmama durumları beni çok sarstı. En küçükleri henüz 2,5 yaşındaki Lonit’ti ve o gün boyu kucağımda gezip üzerime tükürüklerini akıtırken; ailesinin ülkesinde yaşadığı acılardan kaçarak yeni bir hayatı düşlemesi ve dağılan, savrulan hayatları… Hissettiğim merhameti tarif etmem imkansız sanırım.

Bu iki hafta süresince, kampta göçmen olarak kalan Milad Abi, John, George ve Fahid ile kurduğumuz dostlukları ise hayatım boyunca hep gülümseyerek hatırlayacağım. Milad Abi ve George Ermeni asıllılar,  John ise Kürt asıllı ancak Suriye’de doğup büyümüşler. Fahid ise Suriyeli bir Arap. Her akşam 9-10 gibi kurduğumuz “muhabbet ve dostluk masamız” görülmeye değerdi. Bazen elmalı nargile, bazen rose şarap, bazen ton balıklı makarna, bazen Erzurum kavurmalı pilav, bazen çekirdek(Ege’li Selin’in deyimiyle çiğdem), bazen Türkiye’den valizlere sıkıştırılıp getirilen kazandibi tatlısı…  Ama her daim dostça ve kahkahalarla dolu, tadına doyum olmayan saatler… Masamız tam bir şenlik havasındaydı; Arapça, İngilizce, Kürtçe ve Türkçe sözcükler havada uçuşurken bu ülkeye bu kampa geldiğim için gerçekten çok ama çok mutluydum. Uzunca bir zamandan sonra yeniden içten kahkahalar atabilmek ve yüreğime gelip yerleşen huzur hayatımın bundan sonraki döneminde beni çok daha güçlü yapacaktı hissediyordum… Canımızı sıkan tek şey Suriye’den gelen haberler oluyordu çünkü hepsinin aileleri ordaydı ve gerçekten korkuyorlardı…

Son iki hafta ise Budapeşte merkezdeki bir eve yerleştirildik ve oradaki yoksul ailelerin çocuklarının olduğu bir çocuk yuvasında çalıştık. Bu süreçte farklı bir projeyle Muğla’dan gelen diğer Türk ekibiyle de sıkı bağlar kurduk. Özellikle Budapeşte şehir gezilerimiz sırasında; ellerimize tutuşturulan çeşme, heykel, bina resimlerinin şehrin neresinde olduğunu bulup bir saat içinde hepsinin önünde garip garip pozlar vererek gülmekten ve yorgunluktan yerlere yattığımız oyunlar hepimize bir hayli iyi geldi. Sevgili “kuzen” İsmailcan senin yerin çok ayrı biliyosun J İtalyan misafirimiz Damiano ve bize yaptığı mantarlı-mozzarellalı muhteşem yemeği de görülmeye değerdi hani.

Proje süresince 4 hafta sonumuz vardı boş olan. Her hafta için farklı bir ülkeye seyahat planları yaptık. Sırasıyla Viyana, Bratislava, Prag, Roma, Floransa ve Venedik’e gittik. Viyana tam anlamıyla sanat, aşk ve mimari kenti… Resmen aşık oldum bu şehre. Bratislava küçük-şirin bir kent, Prag ucuz hediyelikler açısından bir cennet J ve İtalya ise başlı başına bir “olaydı”. Ancak Milano’dan Budapeşte’ye dönerken; havaalanındaki özgüven patlaması yaşayan İtalyan görevliye değinmeden geçemeyeceğim. Bu sevgili güvenlik görevlisi çantamda 160 ml’den fazla sıvı var diye neredeyse beni dövecek olduğunu söylesem ne derdiniz? Bildiğiniz üzerime yürüdü tek dediğim şey, gelirken sorun olmuyor da dönerken neden sorun? Atmayın poşete koyayım oldu bu yani! Bir kişiyle bir milleti yargılama sığlığına düşmeyeceğim ancak şundan eminim Türkiye’deki herhangi bir havaalanında bir görevli bir turiste bunu asla yapamaz! Şöyle bir özet çıkaracak olsam; Macarlar genellikle son derece kaba ve yardımseverlikten nasip almamış (üstelik gariptir otobüs ve tramvaylar da hiçbir ücret ödemeden seyahat edebiliyorsunuz yani bildiğiniz kontrol, bilet falan hiçbir şey yok. Bizim çıkarımlarımıza göre Macarlar gerçekten çalışmaktan çok hoşlanmıyorlar iş olsun diye işlerini yapıyorlar), Viyanalılar kelimenin tam anlamıyla entelektüel elitist, Praglılar turist yoğunluğundan oldukça bıkmış ve İtalyanlar ise erkekleri Türklerin daha bakımlı ve uzun boylu, kadınları tıpatıp aynısı J insanlar. Tüm bu seyahatler sonucunda şunu düşünmeden edemedim; ey Avrupa mükemmel binaların, sanatın, teknolojin, kültürün vs. olabilir ama benim Anadolu insanım gibi insanın yok! Sanmayın ki milliyetçi duygularla bunları söylüyorum ben İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne başladığım gün milliyetçilik giysimi çıkarıp bir kenarı attım.

Tam anlamıyla macera dolu günlerdi. Şimdi dönüp bakıyorum da ne çılgınlık ne cesaret… Yeri geldi trenlerde-tren istasyonlarında uyuduk, yeri geldi Mc Donald’s koltukları yatak oldu bizim için, az ye çok gez felsefemizle adım adım dolaştık bütün bu şehirleri. Hani derler ya yiyip içtiğin sana kalsın, gezip gördüğünü anlat diye, tuttuğum günlüğüme şöyle bir göz atıyorum da anlatması cidden çok uzun J  İyisi mi hemen bir sırt çantası( ya da benim gibi Avrupa’nın yarısını kol çantanızla gezerek bir ilk yapın) alın ve yollara düşün derim ben. Gerçekten bu projeleri herkese önerebilirim. Elbette aksilikler olumsuzluklar yaşadık, bunun için ev sahibi kuruluşunuzu çok iyi seçmenizi öneririm. Ancak her şeye rağmen tek kelimeyle muhteşemdi! Eğer “gönüllü olma” bilincine sahibim ve gerçekten yeniliklere açığım diyorsanız hemen bir ev sahibi kuruluş bulun ve EVS olarak yollara düşün…

Bu harika bir ay için son sözlerim; özgürlük yalnızlık getirir… Evet böyle düşünüyorum artık. Çünkü özgürleştikçe yalnızlaştım ve bu bir paradoksa dönüştü yalnızlaştıkça da özgürleştim bu süreçte… En keyifli en mükemmel yolcuklarımı yaptım ancak şunu anladım ki yolculukların en zoru kendini aramakmış… Sonunda buldum sanırım. Yeni yerler görmek, yeni insanlarla tanışmak ve yeni tatlar keşfetmek… Ben buydum işte… ve anladım en çok özgür bir kadın olarak gezerken ve yazı yazarken ben “ben” oluyorum, kendimi buluyorum…

Sıla Sezge ÇINAR

TUİÇ Stajyeri

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...