Yaygın görüşe göre, İngiltere’nin yerküre üzerine tam anlamıyla hâkim olarak “üzerinde Güneş batmayan imparatorluk” olarak ilan edildiği 18. ve 19. yüzyıldan beri, söz konusu ülke tarafından karşılıklı ticari ilişkilerin zorunlu olduğu ve serbest olması gerektiği tezi ileri sürülmüştür. Her ne kadar bazı ülkeler çeşitli dönemlerde bu tezin tam anlamıyla geçerli olmadığını ileri sürerek kendi ülke toprakları üzerinde kendi kendine yeten bir ekonomi oluşturmaya çalıştılar ise de, 1929’daki Büyük Buhran dışında, küresel lider rolünü Amerika’nın üstlenmesinden sonra da, karşılıklı ticari ilişkilerin serbestleşmesi söylemi artarak devam etmiştir. Bu söylemin güçlenmesinde merkantilizmin yerini kapitalizmin alması ve Fransız İhtilalı sonrasında dünyaya yayılan akımlardan biri olan liberalizmin kabul edilir hale gelmesi de etkili olmuştur.
Yukarıda da dile getirilen karşılıklı ticari ilişkilerin zorunlu olduğu ve serbest olması gerektiği düşüncesi, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren küçük bir isim değişikliğine rağmen tüm hızıyla sürüp gitmiştir. Bu açıdan, ülkeler arasında eskiye nazaran daha bir kopmazmış görünen ilişkileri anlamak için, yeni değişiklikle “karşılıklı bağımlılık” olarak ifade edilen bu fenomeni anlamak oldukça önemlidir. Çünkü ancak bu durumda, ülkelerin, neden diğer ülkeleri ticari anlamda kendilerine tek yönlü bağımlı kılmak yerine olabildiğince dengeli bir ticari ilişki sürdürmek istedikleri anlaşılabilir. Bu anlamda denilebilir ki, karşılıklı bağımlılık diskuru, ilişkilerdeki izafi bir denge durumunu ifade etmektedir. Örneğin, güçlü olan ülke izafi olarak daha az güçlü durumda bulunan ülkeye borç verirken; söz konusu ülkenin kendisine bağımlı olmasından daha çok, verdiği borcun nasıl geri ödeneceği üzerine düşünmektedir. Bu anlamda ilişkinin niteliği ne olursa olsun, güçlü olan ülke, ilişkiyi dengede tutma zorunluluğu tüm ağırlığıyla üzerinde hissetmektedir.
Bu açıklamalar çerçevesinde karşılıklı bağımlılık kavramı naif bir şeymiş gibi görünebilir. Ama bazı hususlara dikkat edilmezse, uzun vadede bir tarafın egemenliğinin kaybına da neden olabilir. Bir ülkenin dış teknolojiye, dış ticarete, dış borca ve yabancı sermayeye yüksek oranda bağımlı olması, o ülkenin siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak egemenliğini zedeleyen bir sorun teşkil edebilir.
Dış teknolojiye olan bağımlılığın en somut örneği, Türkiye’nin önce 1964 sonra da 1973 yılında, Amerika’nın silah ambargosu ile karşı karşıya kalması sonucunda zor anlar yaşamasıdır. Çünkü söz konusu dönemlerden özellikle ikincisinde Türkiye, savunma araçlarının yedek parçalarını yalnız ve yalnız ABD’nden alabilmekteydi. Eğer jet yakıtı ve tekerlekleri Libya’dan sağlanamasaydı, büyük ihtimalle 1974 Barış Harekâtı düzenlenemeyecekti[1].
Dış ticarete olan yüksek bağımlılık ise bir ülkenin yüksek oranda içine kapalı olduğunu ifade eder ve en azından, ekonomik anlamda az gelişmişliği vurgular. Aynı zamanda söz konusu ülkenin iç tüketim oranının pek de yüksek düzeyde olmadığını göstermektedir. Bu husus özellikle; bir ülkenin bir mal ve hizmette sadece bir ülkeye bağımlı olması durumunda, dış ticaret bir ülkenin ekonomisinde yüksek bir oran teşkil ediyorsa[2] ve bir ülkenin dış ticareti az sayıda ürüne bağımlıysa[3] büyük bir önem kazanmakta ve büyük riskler taşımaktadır.
Dış borca olan yüksek bağımlılık ise bugünkü Türkiye gündeminin de konusudur. Bu husus özellikle “dış borç[4]/GSMH” oranı olarak tanımlanmaktadır. Bu oran aynı zamanda yüksekliği ölçüsünde dış borca olan bağımlılığın yüksekliğini de ifade etmektedir. Ve aslında birçok şeyin habercisi de gibidir. Örneğin bu oran büyüdükçe ülkenin kısa vadeli borçları da çoğalmaktadır. Bu durum önce anaparaya uygulanan faiz oranını, daha sonra da ülkenin mali yükü artıracaktır. Diğer bir tabirle söz konusu durum, bir çeşit kısır döngü halini alacaktır: Dış borç/GSMH oranı arttıkça kısa vadeli borçlar artacak, ülkenin söz konusu borcu geri ödeme risk katsayısı katlanacak, bu durum ülkenin borcuna uygulana faiz oranını arttıracak, sonuçta dış borç/GSMH oranı da söz konusu risk oranında artacaktır. Bundan dolayıdır ki, Maastrich Kriterleri’ne göre ülkelerin dış borç/GSMH oranları en yüksek düzeyde % 60 olarak belirlenmiştir. Ama uygulamada bunun pek de dikkate alınmadığı, Eurozone bölgesindeki ekonomik kriz çerçevesinde gözlenmektedir.
Yabancı sermayeye olan yüksek bağımlılık ise günümüzün en yeni fenomenidir. Özellikle malların serbest dolaşımından sonra günümüzde fonların serbest dolaşımına doğru bir seyir izleyen küresel ekonomi ve finans çevresi, gelişmekte olan bazı ülkeleri yabancı sermayeye bağımlı kılmaktadır. Bu sermayenin en temel özelliği ise, kendisine en yüksek getiri teklifi veren ülkeye göç etmesi, sınır tanımaması ve hiçbir ülkeye bağlı kalmamasıdır[5]. Bunun literatürdeki adı sıcak paradır. “Kısa vadeli fon akışı” olarak da isimlendirilmektedir.
Yabancı sermayeye olan bağımlılık, özünde, ülkenin finansal piyasalarının az gelişmişliğini ifade etmektedir ve bir şekilde ülkenin ekonomisinin içinde bulunduğu yapısal sorunları da dışarı vurmaktadır. Çünkü hem sıcak paranın kısa vadede dışarı çıkmasının hem de ev sahibi ülkenin sıcak para girişini sağlamak için yüksek faizler ileri sürerek sıcak parayı cezp etmeye çalışmasının en büyük sebebi, ülkenin içinde bulunduğu ve bir çeşit “kısır döngü” halini alan yapısal sorunlardır. Bu tür ülkelerde, finansal piyasalardaki istikrar için olmazsa olmaz olan iç istikrar tam anlamıyla sağlanamamıştır ve ülke ekonomisindeki bazı yapısal sorunlar hala devam etmektedir. Türkiye’nin bütçe açığı artarken cari açığının veya cari açığın artarken bütçe açığının azalmasının temelindeki dinamik bu yapısal sorunlardır ve söz konusu sorunlar ülkeyi, yabancı sermaye olarak da nitelendirilen sıcak paraya bağımlı kılmaktadır. Ülkenin finansal piyasalarındaki bu bağımlılık, ekonomisindeki kırılganlığı arttırdığı için, söz konusu ülkenin mali yükünü de ağırlaştırmaktadır. Bu açıdan burada da, öncelikle içinden çıkılması gereken bir kısır döngü vardır.
Kısacası; 21. yüzyıl ile beraber karşılıklı bağımlılık kavramı büyük bir önem kazansa da, ülkelerin yabancı teknoloji ve sermayede, dış ticarette ve dış borçta ülke dışına bağımlı olması; ülkenin siyasi egemenliğini ve ekonomik bağımsızlığı derinden etkileyen bir etken olarak hala önemini korumaktadır. Türkiye içinse her bir unsur çeşitli dönemlerde hep önemli olagelmiştir. Şuan Türkiye için en önemli şey ise, yabancı sermayeye olan bağımlılık oranını yapısal sorunlarını çözerek azaltması olacaktır. Çünkü ancak bu durumda Türkiye, küresel siyasette sözü dinlenen bir aktör olma niyetini sürekli kılabilecektir.
Deniz TÖREN
[1] Bu nedenden dolayı da, Avrupa gazeteleri o dönemde Türkiye’yi “topal savaşçı” olarak nitelendirmekteydi. Diğer bir tabirle Türkiye, Kıbrıs Adası’nda olup bitenleri gören ama askeri araç ve gereç eksikliği nedeniyle ayakları tutmayan, bu nedenle de Ada’ya müdahale edemeyen bir ülke olarak resmedilmekteydi.
[2] Örneğin Japonya’nın sanayisi yüksek oranda petrole bağımlıdır. Öyle ki, Japonya’nın petrol tüketimi % 98 oranında Ortadoğu’ya bağımlıdır. Japonya’nın İsrail’e karşı çoğunlukla FKÖ ve taraftarlarını desteklemesinin perde arkasında yatan en büyük sebep budur. Çünkü ancak bu sayede, Japonya, bölgenin büyük petrol üreticileri ile iyi geçinebilmektedir.
[3] Örneğin, Gana’nın ekonomisi büyük oranda kahve üretimine bağlıdır.
[4] Bu metindeki “dış borç” ifadesi, hem kamu kesiminin hem de özel kesimin ülke dışına olan borcunu ifade etmektedir.
[5] Bu aynı zamanda parasal genişleme sonucunda finansal krizden çıkılacağı yönündeki eski tezi çökerten yeni bir küresel eğilimdir. Çünkü FED tarafından yapılan bir parasal genişleme sonucunda, piyasaya sürülen paralar, Amerikan ekonomisi içinde dolaşmak yerine doğrudan getirisi daha yüksek olan yükselen ekonomilere göç etmekte, Amerikan ekonomisi yine resesyona doğru sürüklene bilmektedir.