Uzun yıllar boyunca gündelik siyasetin “ana gündem”inden ayrı bir çevresel (peripheral) sorun olarak tanımlanan ekolojik sorunlar, özellikle 1990’larla birlikte ilk önce politik aktörlerin, sonra da sokaktaki insanın gündeminde ciddiye alınan bir başlık olarak girebilmeyi başardı. Bu ilginin meydana gelmesi, küresel iklim değişikliği eliyle on yılların birikimi olan ekolojik sorunların insan hayatını kısa sürede ve kökten etkileyebilecek, yaşamı sürdürebilmeyi olanaksız kılacak güce sahip olduğunun “fark edilmesi” ile ilgilidir. Bu sürecin politik sonucuysa, uluslararası toplumun harekete geçerek küresel iklim değişikliği ile ilgili bir dizi önlemler alma çabası göstermesi olmuştur. Buradaki başat sorun, eldeki sorunun “hangi” paradigmalar üzerinde, “nasıl” kavramsallaştırılacağı noktasında ortaya çıkmaktadır.
Burada ele aldığımız sorunun bir “çevre sorunu” mu yoksa “ekoloji sorunu” mu olduğu sorusu salt bir kavram sorunu olmaktan öte, karar verici konumdaki politik aktörlerin hangi tarafta durduklarını belli edecek bir zihniyet sorusudur ve sonuçları itibariyle de konumuzu açıklayıcı anahtar bir kavramdır. Nitekim bu konuyu bir çevre sorunu olarak gören taraflar sorunu piyasa merkezli “çevreci” bir algıyla okumaya çalışırken, konuyu ekolojik bir sorun olarak gören tarafsa, doğa merkezli “ekolojizm” temelli bir okumayla sorunu ve muhtemel çözümlerini kurgulamaya çalışacaktır.
Ekolojik sorunların varlığının uluslararası bir zeminde ilk kez ifade edilmesi, ancak 1972 Stockholm Zirvesi ile mümkün olmuştur. Stockholm Zirvesi, ekolojik sorunların küresel bir sorun olarak kabul edilip önleyici tedbirler alınmasının tavsiye edildiği ilk etkinlik olması bakımından önemli olmakla birlikte, salt tavsiye ve temenni niteliği taşımayan, bağlayıcı niteliği olmayan bir sonuç bildirgesi yayınlamıştır. Zirveden çıkan sonuçlar, devletlerin kaynakları nisbetinde çevre kirliliğini önleyecek tedbirleri alması, ilerleyen yıllarda doğanın korunması için atılması olası uluslararası adımların desteklenmesi..gibi, daha çok bir ortak irade zemini oluşturmaya yönelikti.
1992 yılı ise, ekolojizm – çevre ayrımın belirginleşeceği ve doğa sorunlarına yaklaşımda, deyim yerindeyse, “safların netleştiği” bir yıl olmuştur. Nitekim, SSCB’nin henüz çöktüğü ve özellikle ABD’deki muhafazakâr kürsülerde yeni yeni kökleşmeye başlayan neoliberal aydınların “tarihin sonu”nu ilan ettiği günlerin gölgesinde toplanan 1992 Rio Zirvesi, “çevre korumacılığı (çevrecilik)” yaklaşımının kapsamlı ve ilk önemli adımı olmuştu. Her ne kadar ekolojik sorunlar için düzenlenen ilk uluslararası organizasyon olarak kabul edilen 1972 Stockholm Zirvesi olsa da, bu sorunun piyasa odaklı olarak tanımlanması ve sistemleştirilmesindeki başlangıç olarak 1992 Rio Zirvesi’ni kabul etmek gerekir. Nitekim, ekolojik sorunların varlığının ilk kez aleni olarak kabul edildiği ve buna karşı devletlerin duyarlı olmalarını temenni etmekle yetinen Stockholm Zirvesi, düzenlendiği dönem itibariyle de piyasa merkezli bir yaklaşımın kabul edilmesine uygun değildi.
Ekolojik sorunlara karşı çevreci yaklaşımın başlangıcı olarak gösterdiğimiz Rio Zirvesi, çevre korumasında kırmızı çizginin “serbest piyasa dinamiklerinin korunması” ve “serbest piyasa işleyişinin geleceğine herhangi bir zarar getirmemesi” şartını getiriyordu. Başka bir ifadeyle Rio Zirvesi ile dünyanın hızla önlem alınmadığı takdirde geri dönülemeyecek bir doğa felaketi tehdidi ile karşı karşıya olduğu ve buna karşı küresel önlemler alınması gerektiği kabul ediliyor, fakat çevre korumacılığı adına pek çok eylemi teşvik ettikten sonra, açık bir dille “hiçbir tedbirin, uluslararası ticaretin devamlılığına gölge düşürmemesi gerektiği” ifade ediliyordu. Rio Zirvesi’nin ardından, Zirve’den çıkan sonucun içerisinden konuşan zihniyet, kendisini ekolojist bakıştan ayırmak için “çevreci” olarak isimlendirecekti.
Eklememiz gereken en önemli ayrıntı, hem Stockholm Zirvesi’nin, hem de bu zirveden sonraki diğer iki zirvenin de hukuki bir bağlayıcılığa sahip olmadığı, sadece sorunların çerçevesini ana hatlarıyla ortaya koyan ve yakın vade planlarını açıklayan ve bunu serbest piyasa mekanizmasının devamlılığı üzerine inşa eden bir işleve sahip olduklarıdır.
1992 Rio Zirvesi’nin ardından yaklaşık 10 yıllık bir aradan sonra, 2002 yılında ise Johannesburg Zirvesi düzenlenecekti. Bu zirvenin en önemli yanı, Rio Zirvesi sonrası süreçte, 1992 – 2002 arasında, Gündem 21 çalışmaları ve AB, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası eliyle yerleşikleştirilmeye çalışılan piyasa odaklı çevre korumacılığı anlayışını daha marjinal, daha ekstrem neo liberal bir çerçeveye oturtmak olacaktı. Bu noktada kullanılan anahtar kavram, “yönetişim (governance)” olacaktı.
2002 Zirvesi’nde benimsenen ve doğa sorunlarına karşı tedbir alırken piyasa dinamiklerinin sürekliliğini de garantiye alma kaygısını gözeten ve eko – realist bir zemine dayandığını ileri süren “sürdürülebilir kalkınma” prensibine temelden eklemlenen yönetişim anlayışına göre, “Sivil Toplum Kurumları’nın da mutlaka politika üretme sürecinde (policy) aktif olarak yer almaları gerekliydi, böylelikle demokratik bir karar alma sürecinin yaratılabilirdi”. Çok masum gibi gözüken fakat özde belli başlı piyasa aktörlerini politik aktörlerle eşitleme ve politik süreçlere doğrudan eklemleme amacı güden bu zihniyet, en insani ve kitlesel konuları dahi piyasa aktörlerinin tercihlerine bırakmaya yarayacaktı. Sözgelimi ormanlık arazilerle ilgili bir karar alma sürecinde, sivil toplum kuruluşu olarak, elbette ekoloji örgütlerinin değil de odun ticareti gerçekleştiren firmaların temsilcileri yer alacak, konuyla ilgili politika üretme sürecinde söz konusu piyasa aktörleri etkili ve belirleyici olacaklardı.
Neoliberal zihniyet algısı, hâlihazırda dünyamızı ağır bir şekilde etkileyen ve yakın gelecekte daha da ağır olarak etkilemesi öngörülen küresel iklim değişikliğinden çok daha ağır bir tehdit olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim egemen neo liberal dil, ekolojizmi de kendi söylem dünyasında asıl işlevinden uzaklaştıracak bir söylemsel çarpıtmaya uğratarak parlak cümlelerle kamuoyuna sunmakta ve bu yaklaşım, uluslararası örgütler eliyle de devletlere benimsetilmektedir. Ve son tahlilde “hâkim” devletler de, mutlak ve evrensel doğrunun kendisinde saklı olduğuna inanmış bu evrensel söyleme, dışlanma korkusunu da ekleyelim, teslim olmak zorunda kalıyorlar.
Küresel ekolojik sorunların çözümü, öncelikle zihniyet dünyalarının değişmesinden başlayan bir süreçle anlam kazanabilir. Neo liberal zihniyetin içerisinden konuşan bir dil varlığını devam ettirdikçe, dürüst olmak gerekirse, emisyon oranlarının ne ölçüde azaltılacağı pek önem taşımayacaktır, nitekim alınacak her tedbirin piyasa dinamiklerine uyumlandırıldığını bilmiş olacağız.
Emrah ASLAN
Hamburg Üniversitesi