ÖZ
Bu çalışma ile ekofeminist teori temel alınarak toplumsal cinsiyet bağlamında kuir öznellikler ve hayvan hakları perspektifinden de abolisyonist vegan yaklaşım temelinde bir ekofeminizm eleştirisi yürütülmeye çalışılmıştır. Hem ekofeminizm hem de kuir ekoloji ile bir takım vejetaryen/vegan oluşların bir arada görüldüğü kalıp yargılar bu çalışmanın şekillenmesine katkı sunmuştur. Ayrıca daha evvel Türkçe yapılan çalışmalarda özellikle feminist veya kuir öznelerin beraberinde sahip oldukları vejetaryen/vegan kimliklere dair çalışmaların da oldukça eksik olduğunu belirtmek gerekir. Ekofeminizm, hem kadın özneleri hem çevreyi ve bunun içinde bulunan insan olmayan hayvanları kapsamak noktasında bir takım noktalarda eksik kalmaktadır. Bu sebeple ekoloji ve feminizmin kesişimselliğinde bu sorunlara eğilmek gereklidir.
Anahtar kelimeler: Ekofeminizm, kuir, kesişimsellik, kuir ekoloji, abolisyonist vegan.
ABSTRACT
With this study, based on ecofeminist theory, an ecofeminist criticism was carried out on the basis of queer subjectivity in the context of gender and abolitionist vegan approach from the perspective of animal rights. Both ecofeminism and queer ecology and mold judgments, which together with a number of vegetarian/vegans, contributed to the shaping of this study. In addition, it should be noted that the studies on vegetarian/vegan identities that feminist or queer subjects have with them are quite incomplete in the studies carried out in Turkish before. Ecofeminism is lacking in a number of points to include both female subjects, the environment and the non-human animals involved in it. For this reason, it is necessary to focus on these problems in the intersectionality of ecology and feminism.
Keywords: queer, intersectionality, queer ecology, abolitionist vegan.
1. Giriş
Ekolojiden, kadın ve LGBTQIAA+ haklarını önceleyen hareketlerin birbirleri ile ve diğer ezilen gruplarla olan ilişkilerinde çok daha kapsayıcı ve her türlü şiddet eyleminin karşısında duran bir yerde olması beklenmektedir. Ancak kuir ve vegan özneler; Türkiye’de yer alan vegan aktivizmi ve yapılanması içerisinde, kuir kimlikleri ile feminist örgütlenme içerisinde hem kuir kimlikleri hem vegan oluşları ile ve yeşil hareketin içerisinde de yine kuir ve vegan oluşlarıyla ötekileştirilebilmektedirler. Ayrıca Abolisyonist Vegan hareketin dışında insan olmayan hayvan hakları savunucularının tamamı yukarıda bahsedilen hareketler ile benzer olarak insan merkezli ve yalnızca insan öznelerin çıkarlarını gözeterek hareket etmektedirler. Bu sebeple kuir ve vegan kimliğin kesişimselleştirilmesi ve bunu yaparken konuyu insan olmayan hayvan öznelerin de birey statüsünde kabul edilmesi gerektiğini savunan tüm oluşları kapsayıcı bir bakışla yapmak önemli görülmüştür.
Kesişimsellik teorisi, ırk, cinsiyet, cinsellik, toplumsal cinsiyet, sınıf gibi kategorilerin birbirleriyle olan ilişkileri ve maruz kaldıkları baskılar etrafında düşünülerek geliştirilmiştir. Teori ilk etapta feminist teorinin tarihsel gelişimi içerisinde çokça andığımız siyahi feminist bireylerin, orta sınıf beyaz feministlere yönelik eleştirel tutumu ile ortaya çıkmıştır (Sarıgöl, 2013, s. 23). Kavram; her türlü farklılığa duyarlı, kapsayıcı ve içerici bir hareket oluşturarak ezilme ilişkilerinin karşısında daha büyük direnişler gerçekleştirmeyi sağlama amacıyla kullanılmıştır (Avcil Ceren, 2020, s. 1303). Ancak kesişimsellik teorisinin sunduklarının, toplumsal cinsiyet kavramıyla ifade edilebileceği her türlü farklı tahakküme uğrayan öznenin esasında sırf ezilmeleri sebebiyle bir ortaklık kuramayacağı iddiası da ortaya atılmıştır. (Bora, 2017) Kesişimsellik kavramının bu şekilde işlevinin yitirdiği bir tanımlama yukarıda da belirtildiği üzere var olan ayrımcılıklar üzerine kurulan yapılarda bile insan merkezci olmanın ve bir grup özneyi dışlama davranışının sonucudur. İnsana ait her türlü oluş halinin kesişimsel teori ile tahakküm ilişkilerinden kurtulacağı fikrini sunan kesişimsel teori, bu anlayış ile ele alındığında en baştan türcü ve dışlayıcı bir konumda kalmış oluyor. Bu sebeple kesişimsel teorinin, vegan ve kuir özneler arasındaki ilişkiyi, insan olmayan hayvanların birey olma hakkı ve diğer haklarının savunulması anlayışıyla ele aldığı bir çalışma sunmak, kavramın iddia ettiği kapsayıcılığa ulaşılması için önemlidir. 1962 yılında resmen tanınan “veganlık” kelimesinin sunduğu kimliğin bir tanımı, her şeye karşı şefkat duyma, anlayış ve empati üzerine temellenmiştir (Adams, 2019, s. 165). Aynı şekilde kuir bireylerin de tüm farklı beyanlara karşı anlayışlı ve duyarlı olması beklenir. Tam da bu sebepten kuir ekolojinin sunduğu teorik altyapının üzerine inşa edilecek bir kuir ve vegan oluş halinin varlığı önemsenmelidir.
Hem yeşil hareket, hem de kadın ve LGBTQIAA+ oluşların kesişimselliğinde ortaya çıkan iki temel yaklaşımdan bahsedebiliriz: Ekofeminizm ve Kuir Ekoloji. Kuir ve vegan oluş kesişimselliğinde kapsayıcı bir anlayış sunma ihtiyacı bu iki hareketin türcü, dışlayıcı pratikleri ile özellikle insan olmayan hayvanların birey sayılmasına yönelik bir alan açmamalarının eksikliğinden dolayı gereklidir.
Bu sebeple ilk etapta ekofeminizmin ve kuir ekoloji kavrayışının kavramsal ve tarihsel yapısı sunulmuştur. Bu iki yaklaşımın tanımlanmasının ardından “veganizmin” ne anlama geldiği, abolisyonist vegan bir anlayışa varana kadar etik, felsefi ve ele alış noktasında ne gibi teorilerin ileri sürüldüğü ve nihayetinde abolisyonist vegan anlayışın ne olduğu aktarılmıştır. Sonraki kısımda, çalışmanın temel aldığı ve önerdiği abolisyonist vegan yaklaşım kullanılarak insan haklarına ve ekoloji tabanlı kadın ve kuir hareketine yönelik literatür tarafından sunulan ve eleştirel bir okumayla bunlara eklenebilecek eleştiriler ifade edilmiştir.
Bu çalışma, ekofeminizmin hem tüm insan bireylere dair yeterince kapsayıcı olup olmadığı sorusunu sormakla birlikte, aynı zamanda insan olmayan hayvanlara dair sunduğu çıkış noktalarını da ele almak üzere hazırlanmış bir literatür taramasıdır.
2. Ekoloji ve Feminizmin Kesişimi: Ekofeminizm
Batı felsefesinin temelinde, bir diğerinden değersiz görülen ve kesin sınırlarla ayrılan “öteki” öznenin bulunduğu ikicil (düalist) bir kavram inşası söz konusudur. Bu ikiciliklerden bazıları; “kadın-erkek, doğa-kültür- doğa-akıl, insan-hayvan, efendi-köle, “kamusal-özel, akıl-duygu” olarak ifade edilebilir (Plumwood, 2017, s. 63-65). Ekofeminizm kavramı, 1974 yılında Françoise d’Eeubonne adlı feminist teorisyenin kaleme aldığı “La Feminizime ou la Mort” adlı eserle karşımıza çıkmıştır. Ekolojik ve feminist hareketin birlikteliği, yeni değerler ve sosyal yapılar üretmeyi hedeflemekle beraber kadınların ve doğanın birer kaynak konumuna indirgendiği bir sistem yerine, kadınların ve erkeklerin doğayı da kapsayıcı ve koruyucu şekilde eşit olarak rol aldığı bir yapı oluşturmayı hedefler (Merchant, 1983, s. xix). Ekofeminist anlayış; kadın hareketini ve yeşil hareketi birbirine bağlar ve bunların uğradığı tahakkümü ortadan kaldırmayı hedeflerken insanların tüm aktiviteleri ve insan-olmayan dünya üzerinde de özgürleştirici bir etki yaratmayı vaat eder (Mellor, 1997, s. 1). Bu noktada “insan olmayan dünya” ile ifade edilmek istenen daha ziyade ekolojik bakışla korunması amaçlanan su kaynakları, hava ve kaynaklardır. Ekolojik kriz, ikili diyalektiği de yaratan, doğal ve dişil olan şeylerden nefret eden, batılı, beyaz ve eril bireylerin ürettiği pozitivist bilim anlayışı ve bunun uygulamaları ile ilintilidir. İşte bu sebeple, var olan ekolojik kriz üzerinden feminist ve ekolojik hareketin birleşmesi oldukça anlaşılırdır. Bu anlayışı bir zemine oturtan ise yukarıda da değinilen ve işçi sınıfını, kadınları, hayvanları ve siyahileri aşağılamak üzere işletilen düalist anlayıştır. Ekofeminizm örneğinde erkek akıl ile özdeşleştirilirken, kadının aşağı görülen ve ehlileştirilmesi gereken doğa ile özdeşleştirildiğini görürüz (Berktay, 2012, s. 73). 1980’ler ile akademik alanda da görünürlük kazanmış ve dünyanın geri kalanında kullanılır bir hale gelmiştir. Ekofeminizm, toplumsal tahakküm ve doğa üzerindeki tahakküm arasında bir bağlantı kurar. Pozitivist bilim ve aydınlanmacı düşünce, hem hayvanları, hem de kadınları erkeklerden aşağı bir yere konumlandırması ve hayvanları ve kadınları birer araç haline dönüştürmesi yönüyle iki yaklaşımın da ortaklaşa direndiği anlayışlardır (Özdemir & Aydemir, 2019, s. 266-268).
Ekofeminist yaklaşımın içerisinde farklı anlayışlar geliştirilmiştir ve bunlar hem ekoloji bilgisinin, hem de feminist geleneğin sunduğu anlayış ve yaklaşımdan çokça faydalanmışlardır. Bunlardan ilki, eleştirel olmayan liberal ekofeminizm, tıpkı liberal feminizmin sunduğu gibi kurallar ve reformlar ile insan-doğa ilişkilerinin düzenlenebileceğini düşünmektedir. Liberal ekofeminizm, fırsat eşitliği sağlanarak var olan eşitsizliklerin çözüleceğine, özgürleşme yaşanacağına ve doğanın-kadının dışlandığı sistemin ortadan kalkacağına inanırlar. Liberal ekofeminizm, fırsat eşitliği ve hak kazanımları ile kadınların getirildiği noktada, kadınların eril bir kavram üzerinden tanımlanması söz konusudur zira kadınların farklılıkları ortadan kaldırılmış ve bir erkek konumuna varması gereken bireyler haline indirgenmişlerdir. Bu durumda da erkekleşmiş insan anlayışı ortaya çıkar. Böylece doğa, kadınlar ve hayvanlar üzerinde her türlü tahakküm sürdürülmeye devam eder (Üzel, 2006, s. 137). Ekofeminist radikalizm; feminizmin ve radikalizmin sunduğu ortak kavramlardan beslenmiştir. Toplumsal ve kültürel bir dönüşüm yaşanmadıkça doğa ve kadın üzerinde tahakküm sürdürüleceğini ileri sürmüştür. Radikal feminizm tüm hiyerarşiyi ortadan kaldırmayı hedefler ve bunu yaparken, erkeğin seviyesine çıkarılması gereken bir kadın özne amacı olmadan hareket eder. Radikal feminizmden beslenen bir anlayış olarak sosyal ekofeminizm, insanın insan üzerinde kurduğu tahakküm modelini, insanın doğa üzerinde kurduğu tahakküm modelinde yeniden ortaya koyar.
Sosyalist ekofeminist yaklaşım, kadınların tarihsel konumlarına dair teoriler üretmesi ve anaerkil bir tarihsel dönem iddiasında bulunması açısından önemlidir (Üzel, 2006, s. 144.147). Sosyalist ekofeminizmin bir diğer katkısı, özellikle kapitalizmin gelişmesiyle birlikte zarar gören ve tekrar tekrar sömürüye maruz kalan kadınların durumunu açığa çıkarır erken tarihli veriler sunmasıdır (Mies, Bennholdt-Thomsen, & Von Werlhof, 2014, s. 52). Toplumsal ekofeminizme göre, sosyalist ekofeminizm tahakkümü yalnızca insandan insana veyahut insandan doğaya uygulanan bir düzlemde ele alıyor olması pek çok grubun göz ardı edilmesini içerir. Bu noktada toplumsal ekofeminizm; azınlık, kadın, siyahiler, LGBTQIA+’lar gibi tüm ezilenleri kapsadığını iddia eder.
3. Kuir Ekolojiyi Anlamak
Bahsedilen ekofeminist yaklaşım, biyolojik özcülük ve ikili cinsiyet kavramlarına dayalı olarak inşa edildiğinden, bunu eksik bulan çoklu ve kapsayıcı bir kuir ekoloji anlayışı üretilmiştir (Morton, 2010, s. 274). Heteronormatif yapının ekofeminist teori tarafından sorunsallaştırılmaması kuir ekolojik bir yaklaşımı zorunlu kılar. Zira vejetaryen veyahut vegan olmak normatif yapının belirlediği şartlar altında erkeklerin yapamayacağı/yapmaması gereken bir eylemdir. Bu sebeple yalnız kadınların erkekler ile eşit, veyahut daha fazla hakka sahip olması üzerine tartışmak yerine ekolojinin kuirleşmesi ve kapsayıcı olması gerekir. LGBTQIA+ hareketi olmadan heteronormatif yapının hayvan yeme ve sömürme pratikleri üzerinde kurduğu hegemonik etkiyi yıkmak mümkün değildir (Aytekin, 2015). Kuir ekoloji terimi, kesişimsel bir kavram olarak, heteroseksist anlayışın dayattıklarını ve cinsellik ve doğa üzerinden inşa edilmiş yapıları ortaya çıkarmayı amaçlar. Bunu yaparken; evrimci biyoloji, LGBTQIA+ hareketi, kuir coğrafya ve tarih, feminist çalışmalar, ekofeminizm ve çevresel adalet gibi kavramların hepsinden bir arada faydalanılır. Güç ilişkileri içerisinde algılanan “cinsiyet ve “doğa” kavramlarını anlamlandırmaya çabalar (Catriona, 2015, s. 169). Materyal ve kültürel bağlam arasında çevresel konular üzerine bir düşünüm gerçekleştirirken biyopolitika fikrinden faydalanır. Yaşam üzerinde kurulan iktidar, gücünü iki şekilde sergilemiştir. Bunlardan birisi bedenin makine olarak ele alındığı ve bedenin bir makine olarak kabul edilerek terbiye edilmesi, yeteneklerinin artırılması, yararlılık sağlanması üzerine kuruludur. Diğer görüş işe, biyolojik süreçlerin merkezine insan bedenini koyar. Özellikle geç zamanlarda insan gücünün önem kazanmasıyla da bağlantılı görülebilecek bir biçimde doğum, ölüm, sağlık ve yaşam süresi gibi koşulların denetimi ve düzenlenmesi için bir güce ihtiyaç duyulmuştur ve bu da nüfusun biyo-politikasının oluşmasını sağlamıştır. Bu noktada iktidarın sahip olduğu öldürme gücünün, yaşam vermeye evrilmesi, özellikle iktidara ait olan güç kullanma yetisinin de ortadan kaldırıldığında insan olmayan hayvanlar için de uygulanabilecek kapsayıcı ve şiddetsiz bir anlayışın önünü açmaktadır (Foucault, 2007, s. 102-103)
İnsanlar ve insan olmayanlar (insan olmayanlar ifadesi ile ifade edilen insanın dışında kalan canlı cansız tüm varlıklardır) arasındaki ilişkinin yeniden ele alınmasına kuir ekoloji ile imkan tanınır. Kuir ekolojinin, bahsedilen bireyler arasındaki ortaklığı ele alırken kullandığı görüş, insan olan ve insan olmayan (öznelerin) DNA’yı paylaştıkları ve kolektif şekilde bir arada bulunmalarıdır. Kuir ekoloji ile yalnız kendimizi anlamak üzere değil, dışarıda ve doğada olanın ne olduğunu anlamaya yönelik düşünmemiz gerektiği öğütlenir. Kuirleşmiş bir ekoloji anlayışı sunarken insan olmayan kategorisine konan canlıların “özne” oluşlarını kabul etmemek, kuir bir kavram üretmenin önünde bir engel olduğu gibi, kuir oluşu ve çeşitliliği kabul etmeyen heteronormatif yapının yöntemini yeniden uygulamaktır (Arons, 2012, s. 568-570).
Hem kuir teori, hem de bazı feminist teorisyenler insan cinselliğinin ve toplumsal cinsiyetin “doğallaştırılmış” formlarına dair sorgulamalar geliştirirler. Bu sorgulamayla birlikte yalnızca akademik tabanda değil, aktivist tabanda da hakim cinsellik, toplumsal cinsiyet ve doğa algısına karşı bir hareket gelişmiştir. Böylece ortaya baskın anlayışın sunduğu eril bilginin yapı sökümüne uğratıldığı bir süreç çıkmıştır. Kuir ekolojinin doğal dünya kavramına bakışı ve bu kavramı biyolojik ve sosyal kavramlar üzerine inşa edilmiş olarak yeniden yorumlama uğraşı, kuir bilginin ve ekoloji bilgisinin bir arada kullanılmasını mecburi kılar.
İki kavramın bir arada kullanımları yeni olmasına karşın, LGBTQIA+ hareketi ve ekolojik hareket, uzunca bir süre farklı hedeflerle mücadelelerini sürdürmüş köklü eylemliliklerdir. Esasında hem LGBTQIA+ hareketinin, hem de ekolojik hareketin uzunca yıllar sürdürdükleri bu mücadele birbirlerinden farklı taleplerde bulunmuşlardır Buna karşın, LGBTQIA+ bireyler, çevrecilik hareketi ile ilgilenmeye çok daha ilgili görünmektedir. 2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre düzcinsel bireylere kıyaslandığında, kuir bireylerin, çevresel sorunlarla üç katı oranında daha fazla ilgilendiği görülmüştür (Sbicca, 2012, s. 33-34).
Kuir ekoloji aynı zamanda mekan ve cinselliğin performative edildiği alanlarla ilgilenir. Burada karşımıza kent ve kırsal ayrımı çıkar ki kuir oluşumların kentsel gelişimleri pek çok teorisyeni bu alanla ilgilenmeye iter. Kentli kuir kimliğiyle şekillenen “metronormativite” gibi “elitist” sayılabilecek kuirlerlere yöneltilen ilgi, kırsalda yaşayan başka kuir grupları göz ardı ettiğinden eleştirilir. Bu bir anlamda kentsel yaşamın, kırsal yaşamdan üstün tutulduğu bir anlayışın ürünüdür (Bladow, 2013, s. 468-469).
Butler da kuir ekolojiyi toplumsal cinsiyet kavramını değerlendirirken kullanılabilir görmüştür. Toplumsal cinsiyetin performatif yapısını kullanarak “içeride ve dışarıda” ikiliği üzerinde durur.Bu kavramlar üzerinden kimliklendirme yeniden üretilir ve kuir ekolojik bir yaklaşımla bunun ifşası ve yapısökümü sağlanabilir. Beden, geçirimsiz ve eğilip bükülmeyen bir şey değildir. “Doğa” ile ifade edilen de aynı şekilde eğilip bükülebilir ve bunun ön koşulu içeride ve dışarıda kavramlarını üreten heteroseksist yapının yapı sökümüne uğratılmasıdır. Bunun yapılması, hem insan hem de insan olmayan hayvanların yaşadığı çevresel alanın yeniden şekillendirilmesini sağlar (Morton, 2010, s. 274). Bu anlayış ile erken ekofeminist kuramcıların kullandığı “erkek ve kadın”, “hayvanlar ve insanlar”, “doğa ve kültür” gibi inşa edilmiş ikili anlayışların karşısında kuir ekoloji, bu kategorilerin yıkımını olanaklı kılar. (Bladow, 2013, s. 467-468).
4. Abolisyonist Veganizm ve Abolisyonist Vegan Yaklaşımla Ekofeminizm ve Kuir Ekoloji’nin İnsan Olmayan Hayvanlara Bakışına Dair Eleştiriler
4.1. Abolisyonist Veganizmin Tanımlanması
Veganlık kelimesi, etimolojik olarak vejetaryen kelimesi ile aynı kökenden gelmektedir. Her ne kadar veganlığın tanımlanmasında sıklıkla vejetaryen harekete değinilmek durumunda olsa da, abolisyonist bir veganizme dair tanım geliştirirken vejetaryenliğin oldukça eksik ve türcü bir konumda bırakılacağını ifade etmek önemlidir. Kelime; bitki, sebze, hayat dolu anlamlarına gelen Latince kökenli “vigare-vegatabilis” kelimelerinin dönüşümüyle ortaya çıkmıştır. Et tüketiminin sorgulanmasına dair bilinen en eski ve açık örnek Yunan filozoflarından Plutharkos ile başlar. Plutarkhos, et yemeyi bir katliam üretmek ve katliam ürününü tüketmek olarak yorumlamıştır. Başka bir canlının öldürülmesi, yaratılan acı ve ölüm fikrinden nasıl keyif alınabileceğini sorgulamıştır (Ryan, 2019, s. 205-206). İlk defa 1842 yılında İngiltere’de bir grup kendilerini “vejetaryen” olarak tanımlamışlardır. Vegan kelimesi ise, Donald Watson tarafından 1944 yılında vegan ve vejetaryen bireyler arasındaki farkı göstermek amacıyla üretilmiştir. Watson vegan bir dünya tahayyülünü;
“Nasıl ki geçmişteki medeniyetler, kölelerin sömürülmesi üzerine kurulu idiyse, açıkça görebiliyoruz ki şu anki medeniyetimiz de hayvanların sömürülmesi üzerine kurulu ve insanlığın ruhani kaderinde bir zamanlar hayvan bedenlerinden elde edilen ürünlerle beslenmiş olduğumuz fikrinin tiksintiyle karşılanacağı günlerin yattığına inanıyoruz.”
ifadesiyle açıkça ortaya koyar (Altınal, 2020).
İnsan olmayan hayvan haklarına dair bir çerçeve çizebilmek için ilk olarak bu konunun etik yanının ele alınması gerekir. Bu konuyu ele alan etik yaklaşımlar, “zarar perspektifi” ve “haklar perspektifi” olarak iki temel grupta ele alınabilir. Zarar perspektifi ve haklar perspektifi arasındaki ayrışma, Bentham ve Mill’in sunduğu “faydacı” (utilitarian) yaklaşıma ve Kant’ın sunduğu ödev/yükümlülük etiği arasındaki ilişkiye dayanır. Hayvan refahı hareketinde de önemli bir teorisyen olarak adı anılan Bentham’ın fikirleri, haz faydacılığı üzerine kuruludur. Bu yaklaşıma göre toplumun refahı için haz iyiyken acı kötüdür ve mutlu bir toplum, hazzın arttırıldığı, buna karşın acının azaltıldığı bir yerdir. Bir toplumun mutlu bir toplum olup olmadığına, haz miktarının acı miktarından fazla olup olmamasına göre karar verilir. Bentham, insan olmayan hayvanların da acı çektiğini ve bu sebeple haz ve acı arasındaki fark hesaplanırken insan olmayan hayvanların çektiği acının da bu hesaplamaya katılması gerektiğini öne sürer. Hayvanların acı çektiğini varsayan bu görüş, iyi şartlarda bakılan, düzenli beslenen ve acı çektirmeden öldürülen hayvanların katledilmesine dair bir endişe duymaz. Buna karşın, Bentham’ın görüşlerinden etkilenen Singer’ın da açıkça ifade ettiği üzere bilişsel kapasiteye ve gelecek algısına sahip olan yunuslar ve primatlar gibi gelişmiş olduğu iddia edilen hayvanlar öldürülme eylemine uğramaktan kurtulabilir. Bu algısal süreçlere sahip olmayan hayvanların acı çektirilmeden öldürülmeleri, zarar perspektifinin görüşüne göre problematik değildir. Böyle bir görüş, her türlü savaş ve eril devlet politikasının altında yatan fikri güçlendirir. Bu anlayışına göre çoğunluğun iyiliğini sağlayacaksa bir miktar hayvanın deneyler yoluyla telef edilmesi sorun değildir.
Zarar perspektifinin bu görüşlerinin karşısında ise ise haklar perspektifi bulunur. Bu anlayış temelde, bir öznenin öldürülmesini, deneye tabi tutulmasını ve işkence görmesini hiçbir sebeple haklı görmez. Bu bakışın sahip olduğu; eylemlerin doğru veyahut yanlış olmasının sonuçlarından bağımsız düşünülmesi fikrinin önünü açan kişi Kant’ın etik yaklaşımıdır. Ancak Kant’ın sunduğu yönteme karşın insan harici hayvanları hiçbir zaman etik toplumda bir yere oturtmadığını belirtmek gerekir. Buna karşın sunduğu yöntem kullanılarak tüm canlıların hissedebilir ve içkin bir değere sahip olduğu görüşü geliştirilmiştir. İçkin varlıklar olarak tanımlanan insan olmayan hayvanların kendileri ve varlıkları bir değere sahiptir. Değer kazanmaları için araç haline dönüştürülmeleri gerekmez. Vegan olmak da, hissedebilir bu varlıklara karşı etik bir yükümlülük ve gerekliliktir (Altınal, Berk Efe, 2015).
4.2. Abolisyonist Vegan Yaklaşımın, İnsan Bireylere Dair Ayrımcılığa Bakışı
İnsan hakları ve insan olmayan hayvan hakları mücadelesinin bir aradalığı, toplum tarafından oldukça görünmez bir yere itilmiş durumdadır. İnsan olmayan hayvan sömürüsünü ve insanların uğradığı her türlü ayrımcılığı bir arada görmek önemlidir. Tüm sömürü ve dışlama pratiklerinin temelinde şiddet bulunur ve şiddetin herhangi bir türünü görmezden gelmek veyahut uygulayıcısı olmak, tüm şiddet ve tahakküm biçimlerinin sürmesini sağlar. Bu sebeple herhangi bir alanda mücadele veren hiçbir hak savunucusu, kendisini tek bir alana adayarak mücadelesini sürdürmemelidir (Francione, 2014a). Bu çalışmanın da konularından birini oluşturduğu üzere bir bireyin hayvan haklarını desteklediği, buna karşın kendisini kadın veya LGBTQIA+ haklarını desteklemek zorunda hissetmediğini ifade ettiği bir durumda abolisyonist veganların tutumu bunun yanlışlığını ifade etmekten yana olacaktır. Zira türcülük aynı ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm, kölelik gibi nefrete dayalı bir kriter üzerine inşa edilir. Bu sebeple türcülük fikrine bir karşı duruş geliştirilecekse, diğer ayrımcılıklara da karşı durulmalıdır (Francione, 2014c). Heteroseksizm de bu noktada özellikle sorunsallaştırılan kavramlardan birisidir çünkü ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi, heteroseksist yaklaşım da heteroseksüel matriste olmayan diğer cinsel pratiklerin geçersiz, doğal olmayan ve aşağı eylemler olduğunu ifade eder (Francione, 2014e). Bunların dışında insan olmayan hayvanlar ve hayvanlar arası kurulan ilişkilerin en çok sorunsallaştırılan yanlarından birisi de, özellikle insanların herhangi bir küçümseme veyahut ayrımcılık ifadesi kullanmayı kasten istedikleri durumlarda, aşağı bir yerde nesneler olarak konumlandırılan insan olmayan hayvan öznelerin kullanılmasıdır. Ayrımcılık ve adaletsizlik içeren hemen hemen her durumda, insan harici hayvana indirgeme davranışının görüldüğüne günlük yaşam deneyimimizde de sıklıkla tanık oluruz.
Bu sebeplerle, abolisyonist vegan anlayışa göre, insan olmayan hayvanlara karşı her türlü nesneye indirgeme ve şiddet davranışı sona erdirilmelidir. Ve insan öznelere tanınan temel hakların hepsinden faydalanmalarının önü açılmalıdır. Francione, bu talebi hakkında elbette insan olmayan hayvanlara verilmesi gereken bir oy hakkından değil, yaşama gibi daha temel ve hayvanların çıkarlarını sağlayan haklardan bahsettiğini de ayrıca vurgulamıştır (Francione, 2020).
4.3. Ekofeminizmin Abolisyonist Vegan Bakış Açısıyla Eleştirilmeleri
İnsan olmayan hayvanlar üzerine başta felsefecilerin ürettikleri olmak üzere pek çok farklı teori geliştirilmiştir. İnsan-Hayvan (insan olmayan hayvan) ikiliğinin ikinci kısmında kalanları temsil eden “Hayvan” adı, insanın kendisinde başka bir canlıyı adlandırmaya yönelik bulduğu bir hakkın sonucu olarak üretilmiştir. Böylece insan, kendisinden aşağıda gördüğü diğer canlıları ayrı bir kavramla adlandırarak üstenci bir yaklaşımla kafese tıkmıştır. Derrida, hayvan kavramının kullanılmasını;
“Hayvan dediğiniz anda bir şeyleri anlamamaya ve de hayvanı bir kafeste kapatmaya başlamışsınız demektir. İnsan olmayan tüm canlıları tek bir kategori altında toplamak, öncelikle aptalca bir tutumdur, teorik açıdan saçmalıktır ve tam da insanların hayvanlara uyguladığı gerçek şiddete iştirak etmek demektir. Mezbahanelere, endüstriyel muamelelere maruz kalmalarına ve tüketilmelerine yol açan şey budur.” şeklinde açıkça problematize etmiştir (Derrida, 2006, s. 89).
Ekofeminizm, feminizm koyduğu sınırları aşmayı başaramamış, politik ve stratejik bir anlamı olup olmamasından bağımsız olarak ikililik üzerine kurulu biyolojik özcülüğe saplanmıştır. Ekofeminist yaklaşım, fallik anlatı etrafında şekillenen ve eril baskı unsurunun karşısında ezilen kadın oluşu koyan ikili insan ilişkilenmelerini temel sorunu haline getirmiştir (Morton, 2010, s. 274). Bu ifadeyle de açıkça görüleceği ve yazarın da ifade ettiği gibi, ezilme ilişkilerini yalnızca ikili biyolojik özcü anlayış ile sunmak, kuir’in karşı çıktığı heteronormatif yapıyı yeniden inşa etmek ve çok çeşitli kuramların önünü kapamaktır. İnsan kadın ve insan erkek üzerinden ifade edilen bu ilişki açıkça insanı merkeze koymaktadır. Bununla beraber, ekofeminist teorisyenlerden evvel 19. yüzyıl feministleri ekolojik sorunları fazlaca anmamakla birlikte, hayvan hakları kavramından haberdar görünmektedirler. Gilman’ın kadınların giydiği şapkalarda hayvan tüyü kullanımını eleştirdiği, Woolstonecraft, Stanton ve Anthony gibi erken dönem feministlerin vejetaryen kimliklerini öne çıkardıkları bilinmektedir. İngiltere’de gerçekleştirilen süfrajet hareketlerinin hapishanede tutulan öznelerinin çoğunun maruz bırakıldığı zorla beslenmeler ile, denek hayvanları arasında bir kesişimsellik de o dönemin bakış açısını yansıtan eserlerde karşımıza çıkmıştır. Ayrıca Ynestra King gibi ekofeministler hayvanların ezilmişlikleri ile kadınların kendi durumları arasında bir yakınlık kurmasını faydalı ve eril tahakkümden çıkışın bir yolu olarak görmüştür (Donovan, 2019, ss. 397-398). Veganizmin oldukça yakın zamanda meydana çıkmış bir kavram olduğu göz önünde bulundurularak bahsedilen feminist teorisyenlerin vejetaryen kimlik geliştirmiş olmalarına dair doğrudan bir eleştiri sunmak tarihsel açıdan oldukça problemli bir yaklaşım olacaktır. Ancak görüldüğü üzere, hayvanlarla ilgili geliştirdikleri hassasiyetlerin, “tek konulu kampanyaların” içeriğiyle benzeşir biçimde yalnızca belirli hayvanların haklarının savunusunu içerdiği anlaşılmaktadır. Bu sebeple erken dönem feministlerinin neden vegan olmadığına dair bir sorgulama yapılmasa bile türcü bir bakış açısına sahip olduklarını açıkça ifade etmek mümkündür. Bunun dışında, hayvanların ve doğanın tahakküm altına alındığının fark edildiği noktada, doğa ve hayvanlar ile gerçekleştirilecek bir özdeşim halinde bunun eril tahakküme karşı koyacak bir araç olarak görülmesi söz konusudur. Hayvan sömürüsünü refah kampanyalarıyla sürdüren sermaye kurumları gibi, kadın hareketinin özneleri de hayvanlarla kurulacak bir özdeşimi ve hak savunusunu kendi haklarını genişletmek ve korumak yolunda hizmet sunduğu sürece sürdürmüşlerdir. Ekofeminizmin küresel amaçları tanımlanırken, doğal varlıkların yok edilmesinene karşı canları pahasına direnen bireylerin oluşturduğu bir eylemlilikten bahsedilir. Bu bireyler, ağaçların, toprağın bitki ve hayvan türlerinin yok edilmesine, her türdü doğal kaynağın kirletilmesine, insana ait olarak ifade edilen “toprağın” kaybına karşı hareket ederler (Tamkoç, 2012, s. 84). Buradan da görüldüğü üzere ekofeminizmin hayvanları koruma tanımı oldukça sınırlıdır. Hayvanları öldürmemeyi, nesne konumuna indirgememeyi ve her anlamda sömürmemeyi açıkça talep etmez. Ayrıca tüm doğal kaynakları kendine ait gördüğü üzere, açıkça hayvanları da hem bu kaynaklar üstündeki haklarından mahrum bırakır hem de bu kaynaklar arasına katar. Bookchin de, ekolojik feminist hareketin 1970’lerde radikal feminizmin de etkisiyle ortaya koyduğu yüksek enerjili hareketi ve hiyerarşi karşıtı tutumu destekler. Ancak güncel ekofeminist anlayışın, tanrıça kültleri, cadılık ve şifacılık gibi kadınlara ait ruhani değerleri kullanarak kadınları erkeklerden üstün bir yere konumlandırmasını sorunsallaştırmaktadır. Bu eylemin ekofeminizmin başlangıçta sahip olduğu kapsayıcı ve eşitlikçi tutumu ortadan kaldırdığını ifade eder (Bookchin, 1996, s. 9). Esasında kadınların görünür kılınma gücünü sağlayacak bir eylemlilik olarak kadınların üstün durduğu bir hiyerarşi kurmak kadın hakları savunucuları tarafından faydalı bulunabilir. Ancak görülen yaklaşımın yine insan merkezci olmasının ötesinde, hiyerarşik yapıların tümü insanların dışında kalan canlı cansız tüm oluşları yeni bir baskı mekanizması altında değersizleştirmek anlamına gelir.
Feminist, vejetaryen ve hatta vegan bireyler tarafından “Etin Cinsel Politikası adlı kitabı ile çokça atıf verilen Carol J. Adams’ın eseri, hem kuir, hem de abolisyonist vegan bakış açısıyla derinlemesine yapılacak bir inceleme ile oldukça cinsiyetçi ve türcü yaklaşımlar sunuyor görünmektedir. Bu eserin bahsedilen bireyler tarafından sıklıkla başka bireylere okumadan bile önerilecek bir konumda bulunması bu çalışmanın bakış açısıyla eleştirilmesini önemli hale sokmaktadır. Adams, kitabın tamamı boyunca insan olmayan hayvanları dişilleştirme, kadın özneleri de hayvansallaştırma temasını işler. (Adams, 2019, s. 24). Kitap boyunca bahsedilen hayvanların özellikle “dişil” olarak tanımlanması ve var olan eril politikanın kadın bedeni, kadının maruz kaldığı şiddet ve travmanın yeniden üreticisi olarak sunulması, kavramın cinsiyetlenmiş bir yapıya dönüşmesine sebep olur. Bunun yanında başka pek çok hayvanların maruz kaldığı şiddeti görünmez kılar (Mun, 2015). Sunulan vejetaryen odaklı feminist okuma, insan harici hayvanların yalnızca konuyu pekiştiren unsurlar olarak kullanıldığı ve kölelik statülerinin açıkça ifade edilmediği bir anlayışla yazılmıştır. Yani insanı merkeze almaktadır ve kuir ekolojinin talep ettiği kapsayıcılıktan uzaktır (Erdem, 2018, s. 58). Kitapta, heteronormatif sistem tarafından atanan toplumsal cinsiyet rolleri açıkça kabul edilmiş, bu normatif yapı sorgulanmak yerine anaç, ve anlayışlı kadın vejetaryen olmaya yatkın olmakla, erkekler ise ancak kadınları anlayarak vejetaryen olabilecek bir toplumsal cinsiyet rolüyle tanımlanmışlardır Ayrıca bahsedilen cinsiyetler bireylerin doğuştan atanan cinsiyetleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu, günümüzde de oldukça tartışmalı bir konuya varan oldukça dışlayıcı ve fobik bir ele alış biçimidir. Adams, Amerika Birleşik Devletleri ordusunda tıp hizmeti veren James Barry’nin öldükten sonra kadın olduğunun anlaşıldığını ifade ediyor. Bu noktada bahsedilen bireyin cinsel organına bakılarak bu atama gerçekleştiriliyor ve bireyin yaşarken bulunmuş olabileceği herhangi bir beyanı hiçe sayılıyor (Adams, 2019, s. 310-311). Ayrıca Adams’ın insan olmayan hayvanların, mülk statüsünden bağımsız olarak cinsiyetsiz bir zamirle tanımlanıyor oluşunu da sorunsallaştırdığı ve cinsiyetsiz olarak tanımlanmalarının onlar için ötekileştirme sebebi olduğunu ifade ettiği görülmektedir (Adams, 2019, s. 138-139). Savaş ve savaşın sebeplerinin sunulduğu kısımda da yine kadınların et yemeyen barışçıl ve anaç bir yere konumlandırıldığını, buna karşın erkeklerin et yiyeni militer ve savaş yanlısı bir noktaya konumlandırıldığını görüyoruz (Adams, 2019, s. 252). Böylece toplumsal cinsiyete dayalı ikili kalıp yargılar yeniden üretiliyor. Adams’ın özellikle anaerkil vejetaryen döneme ait fikirlerinin eleştirilmesi kısmında ise karşımıza yine ikili cinsiyetler üzerine kurulu, yalnızca egemen “cinsiyetin” değiştiği, bununla birlikte hayvan yeme eylemi bulunmasa bile sütünün, gücünün, yününün kullanıldığı bir dönem tasvir ediliyor (Adams, 2019, s. 315). Adams, başka bir çalışmasında da yerleşmiş hayvan katliamlarının varlığından ve etkilerinden uzun uzun bahsetmekle birlikte çözüm önerisi olarak bilinç geliştirme eylemleri düzenleyerek başka bireylerin et yemesini önleme fikrini sunar (Adams, 2021, s. 322).
5. Sonuç Yerine
Konuya dair Türkçe literatür özellikle kuir olarak kendini ifade eden bireylerin pek çoğunu göz ardı etmektedir. Benzer biçimde, özellikle hayvan hakları mücadelesinden bahseden çalışmalar olsa da, hayvanların birey olarak sayıldığı ve her türlü tüketim ve nesneleştirilme eylemlerinden kurtarılmalarını savunan fikirler içeren akademik çalışmalar da oldukça sınırlı düzeydedir.
Kadın hareketi ve LGBTI+ hareketi, insan olmayan hayvanlara dair ötekileştirmelerin yanında çeşitli özne gruplarına dair de ötekileştirici olabilmektedir. Kadın hareketinin içerisinde çeşitli grupların trans oluşlara ve bireylerin herhangi bir beyanına bakarak kapsayıcı olmaya başlaması gerekmektedir. Kuir öznelerin veyahut trans oluşların atanmış cinsiyeti erkek olan üyelerinin çeşitli avantajlardan yararlanarak büyüdüklerini iddia etmek; kalıplaşmış “erkeklik” davranışlarını sergilemediği için zorbalık, intihara sürüklenme ve öldürülme gibi durumlara itilen kuir özneleri görünmez kılmak ve bir grup insana dair üretilen şiddete ortak olmak demektir. LGBTI+ hareketi de özellikle kendi içerisinde bulunan herhangi bir grubun diğerinden daha görünür olmaması gerektiğini ve bu oluşun kapsadığı tüm bireylerin eşit söz alabildiği ve eşit derecede görünür olabildiği bir anlayış geliştirmeye çabalamalıdır. Bahsedilen alana dair çalışmaların arttırılması hem farklı araştırmacıların bu konular üzerine fikir yürütmesine katkı sunacak, hem de farklı bakış açılarından akademik üretimler ortaya çıkararak bahsedilen sahayı zenginleştirecektir.
İnsan olmayan hayvan özneleri ve kuirliğin içerisinde bulunan ve tanımlanması noktasında akademik olmayan çalışmalarda bile neredeyse hiç bilgi bulunmayan kuir oluşlar bu çalışmalar yoluyla görünür kılınmalıdır ve bireylerin kendi oluşlarını kavrayabilecekleri kavramlar sunulmalıdır.
Tahakküm altında bulundurulan çeşitli insan gruplarını ele alan çalışmaların, insan olmayan hayvan özneleri birer nesne konumuna indirgemesi, bu özneler üzerinde uygulanan her türlü şiddet eylemini pekiştirici dili tekrar tekrar kullanması ciddi bir sorundur. Bu durum göz önünde bulundurularak insan olmayan hayvanları kapsayan çalışmalar veya bu öznelerin herhangi bir niteliği ile daha aşağı olduğuna dair bir dil kullanan çalışmalar kendilerini güncellemelidir. Toplumda çok çeşitli gruplar ve oluşlar şiddete ve tahakküme maruz bırakılmaktadır. Kapsayıcı ve eşitlikçi bir anlayış başka ezilen öznelerin başka ezilen öznelere dair tahakküm uygulayan dil ve davranışlardan uzak durması ve kendileri için mücadele ederken bunlar için de mücadele etmeleri sonucu ortaya çıkarılabilecektir.
Ezilen, göz ardı edilen, konuşmasına izin verilmeyen ve dinlenme fırsatı olmayan öznelerin hepsine ulaşabilmek akademik sahada yürütülecek yeni çalışmaların başlıca hedeflerinden olmalıdır. Konuşulabilir özneler olarak örneğin kuir özneler, ne yerli, ne uluslararası literatürde yeterince görünür olmayan bireyler olarak hikayeleri dinlenmesi gereken özneler arasındadır. Kendi deneyimlerini paylaşamayan örneğin insan olmayan hayvanlar gibi özneler ile ilgili ise yapılacak çalışmalarda bu bireylerin yeniden travmalara maruz bırakılması engellenmeli, herhangi bir deney ve gözlem sonucunda insan olmayan hayvan bireylerin durumlarını anlatan insan merkezci ve kibirli çalışmalardan kaçınılmalıdır.
DOĞA BAYRAKTAR
Toplumsal Cinsiyet Staj Programı
KAYNAKÇA
Adams, C. J. (2019). Etin Cinsel Politikası—Feminist—Vejeteryan Eleştirel Kuram (4. bs). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Adams, C. J. (2021). Ne Adam Ne Hayvan Feminizmin ve Hayvanların Savunulması (S. D. Karali, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Altınal, B. E. (2020, Temmuz 1). Veganlığın Öncüleri: Kısa Bir Tarihçe. Geliş tarihi 26 Ocak 2021, gönderen Vegan Abolisyon website: https://medium.com/veganabolisyon/veganlığın-öncüleri-kısa-bir-tarihçe-ff4a26b6e5a9
Altınal, Berk Efe. (2015, Ekim 20). Zarardan Kaçınma Yaklaşımı ve Abolisyonist Haklar Yaklaşımı. Geliş tarihi 28 Ocak 2021, gönderen Abolisyonist Vegan Hareket website: https://abolisyonistveganhareket.org/post/131530053276/zarardan-kaçınma-yaklaşımı-ve-abolisyonist-haklar
Arons, W. (2012). Queer Ecology/ Contemporary Plays. Theatre Journal, 64, 565-582.
Avcil Ceren. (2020). Kesişimsellik: Feminizmde Kapsam Genişlemesine Doğru. E-Şarkiyat İlmi Araştırmaları Dergisi, 12, 1290-1312.
Aytekin, M. (2015, Eylül 11). Ekoloji neden LGBT hareketinin gündeminde olmalıdır? Geliş tarihi 27 Ocak 2021, gönderen Kaos GL – LGBTİ+ Haber Portalı website: https://kaosgl.org/gokkusagi-forumu-kose-yazisi/ekoloji-neden-lgbt-hareketinin-gundeminde-olmalidir
Berktay, F. (2012). Ekofeminizm ya da Yüreğin İyimserliği. Kadın Araştırmaları Dergisi, 73-76.
Bladow, K. (2013). America Goes Green: An Encyclopedia of Eco-friendly Culture in the United States. Içinde K. K. White & L. A. Duram (Ed.), America Goes Green: An Encyclopedia of Eco-friendly Culture in the United States: C. II. ABC-CLIO.
Bookchin, M. (1996). Toplumsal Ekolojinin Felsefesi Diyalektik Doğalcılık Üzerine Denemeler (R. G. Öğüdül, Çev.). İstanbul: Kabancı Yayınevi.
Bora, A. (2017, Mart 21). Kesişimsellik. Geliş tarihi 26 Ocak 2021, gönderen Birikim website: https://birikimdergisi.com/haftalik/8225/kesisimsellik
Catriona, S. (2015). Queer Ecology. İçinde J. Adamson, W. A. Gleason, & D. N. Pellow (Ed.), Keywords for Environmental Studies. New York: New York University Press.
Derrida, J. (2006). Gün Doğmadan: Elisabeth Roudinesco ile Konuşma. İstanbul: Dharma Yayınları.
Donovan, J. (2019). Feminist Teori (12. bs). İstanbul: İletişim Yayınları.
Erdem, U. (2018). Veganlık, İnsan Harici Haycanların Hakkını Savunmaktır. Kaos GL Dergisi: Türcülük, (158), 45-51.
Foucault, M. (2007). Cinselliğin Tarihi (2. bs; H. Uğur Tanrıöver, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Francione, G. L. (2014a, Şubat 12). İnsan Hakları ve Hayvan Hakları: Mükemmel Birliktelik. Geliş tarihi 28 Ocak 2021, gönderen Abolisyonist Vegan Hareket website: https://abolisyonistveganhareket.org/post/76434690030/insan-hakları-ve-hayvan-hakları-mükemmel
Francione, G. L. (2014b, Mart 31). Abolisyonistlerin İnsan Hakları Hakkında Bir Görüşleri Var mı? Elbette Var. Geliş tarihi 28 Ocak 2021, gönderen Abolisyonist Vegan Hareket website: https://abolisyonistveganhareket.org/post/81306218982/abolisyonistlerin-insan-hakları-hakkında-bir
Francione, G. L. (2014c, Haziran 24). Heteroseksizm Farklı mı? (B. E. Altınal, Çev.). Geliş tarihi 28 Ocak 2021, gönderen Abolisyonist Vegan Hareket website: https://abolisyonistveganhareket.org/post/89744202111/heteroseksizm-farkl-m
Francione, G. L. (2020, Haziran 8). İnsan ve İnsan Harici Kişilere “Hayvan Gibi” Davranmak (G. Özen Gürkan, Çev.). Geliş tarihi 28 Ocak 2021, gönderen Abolisyonist Vegan Hareket website: https://abolisyonistveganhareket.org/post/619833458914689025/insan-ve-insan-harici-kişilere-hayvan-gibi
Mellor, M. (1997). Feminism&Ecology. New York: New York University Press.
Merchant, C. (1983). Death Of Nature. New York: HarperCollins Publishers.
Mies, M., Bennholdt-Thomsen, V., & Von Werlhof, C. (2014). Son Sömürge Kadınlar (2. bs). İstanbul: İletişim Yayınları.
Morton, T. (2010). Guest Column: Queer Ecology. PMLA/Publications of the Modern Language Association of America, 125, 273-282.
Mun, Z. (2015, Ekim 17). Eleştirinin Eleştirisi: Etin Cinsel Politikasındaki Yanlışlık. Geliş tarihi 28 Ocak 2021, gönderen Abolisyonist Vegan Hareket website: https://abolisyonistveganhareket.org/post/132032051186/eleştirinin-eleştirisi-etin-cinsel
Özdemir, H., & Aydemir, D. (2019). Ekolojik Yaklaşımlı Feminizm/Ekofeminizm Üzerine Genel bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihi Süreci ve Türleri. Akdeniz Kadın Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Dergisi, II, 261-278.
Plumwood, V. (2017). Feminizm ve Doğaya Hükmetmek (2. bs). İstanbul: Metis Yayınları.
Ryan, D. (2019). Hayvan Kuramı Eleştirel Bir Giriş (A. Alkan, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Sarıgöl, P. (2013). Kesişimsellik Teorisi Bağlamında Kadın Deneyimleri: Almanya’daki Türkiyeli Göçmen Kadınlar (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi, Ankara.
Sbicca, J. (2012). Eco-queer movement(s) Challenging heteronormative space through (re)imagining nature and food. European Journal of Ecopsychology, 33-52.
Tamkoç, G. (2012). Ekofeminizmin Amaçları. Kadın Araştırmaları Dergisi, 77-84.
Üzel, E. (2006). Feminizm ve Doğa Ekseninde Ekofeminizm (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi, Ankara.