Egemenlik kavramı özellikle son 400 yıllık süreç içerisinde, başta Siyaset Bilimi ve klasik politika bilimlerinde olmak üzere pek çok disiplinin merkezinde önemli bir yer tutmuş ve gerçekleştirilen çalışmaların temelini oluşturmuştur. Kavramın ortaya çıkışı çok daha eski medeniyetlere uzanmakla birlikte, günümüze gelinceye kadar önemli değişikliklere uğramıştır. azı zamanlarda dönemin devlet yapıları egemenliğin tanımında belirleyici olurken; çoğu zaman da var olan egemenlik tanımı devlet yapılarının oluşmasını etkilemiştir.
Ortaya çıkış sürecinden beri değişik anlamlarda kullanılan egemenlik kavramı dar anlamıyla, devletin sınırları belirlenmiş toprakları üzerinde bir başka erkin güç kullanmaması anlamına gelmektedir. Ancak, egemenlik böyle tanımlanmaya başladıktan sonra, bir yandan egemenin gücünün sınırları sorunu ortaya çıkarken, diğer yandan gücün kaynağı itibariyle meşruiyeti sorunsalı da gündeme gelmektedir. Bu bağlamda bir kısım düşünürler egemenliği sınırsız, süresiz ve mutlak bir güç olarak ortaya koyarken, diğerleri bunu sınırlandırmaya ya da birkaç elde bölmeye çalışmıştır.
Literatüre ilk defa kavramı tanımlayan ve sistemleştiren Jean Bodin’in Devletin Altı Kitabı adlı eseri ile girmiştir. Bodin egemenliği, ülke üzerinde yaşayan bütün insanlar üzerinde kanunla kısıtlanmayan ve üstün iktidar olarak tanımlamıştır. Bodin ortaya attığı egemenlik kuramını sistematik bir hale getirmek için, egemenliğin niteliklerini ve sınırlarını belirlemiştir.
Egemenlik mutlaktır: En yüksek yönetme erki olan egemenlik bir başka güç tarafından sınırlandırılamaz ve toplumdaki diğer iktidar odakları egemenden kaynaklanırlar yani onun izin verdiği ölçü ve süre içinde var olurlar.
Egemenlik süreklidir: Egemen ile yöneticiyi sert bir çizgi ile ayıran Bodin’e göre, süreyle kısıtlı olan ya da istendiği zaman geri alınabilen bir iktidar egemenlik değil, sadece bir yetkidir.
Egemenlik bölünmez ve devredilemez: Egemenliğin mutlak ve sürekli oluşu, onun bir olmasını gerektirir. Bundan ötürü, egemenlik parçalanmamak ve bir bütün olarak kalmak koşuluyla bir azınlıkta ya da toplumun tümünde olabilir.
Bugün bilinen anlamıyla egemenlik kavramı, pratikte Avrupa’da yaşanan 30 Yıl Savaşları sonrasında imzalanan 1648 Vestfalya Barışı ile ortaya çıkmıştır. Dönemin hakim anlayışına göre egemenlik; Avrupa’da, siyasal iktidarın bölündüğü bir sistemi ifade eden feodalizmden ulus devlete geçişte önemli rol oynayan dönemin mutlak monarşileri, gerçek egemen devletlerdi. Çünkü, egemenlik, mutlak, bölünmez ve sınırlanamaz nitelikleriyle bir tek kişiye, monarka aitti. Egemen gücü, ne ülke içinde ne de ülke dışında sınırlayan bir güç yoktu.
Uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan karşılıklı bağımlılık olgusu, egemenlik kavramına nispi bir anlam yüklemiş, özellikle dış politika konularında devletin mutlak egemenliğine önemli sınırlamalar getirmiştir. Bununla beraber, hukuksal anlamda egemenlik, devletin davranışları üzerinde kendi rızasına dayanmayan hiçbir dışsal beşeri sınırlamanın meşruiyetini tanımaması şeklinde ifade edilmektedir. Ancak uygulamada çoğu zaman bunun böyle olmadığı görülmektedir. Ekonomik bağımlılığın ötesinde uluslararası alanda söz konusu olan askeri ve siyasi bağımlılıklar devletlerin kendilerinin ve halklarının istemediği birtakım davranışlara ve pozisyonlara yönelmelerini gündeme getirmektedir. Günümüzde devletler, içinde yer aldığı organizasyonların veya ittifakların kararları doğrultusunda hareket etmek veya müttefik ülkelerin politikalarını desteklemek zorunda kalmaktadır. Tüm bunlar günümüzde artık mutlak egemenlik anlayışının değiştiğini göstermektedir. Ancak yine de ne bu gelişmeler ne de uluslararası hukukun varlığı egemenlik ilkesini ortadan kaldırmaz. Zira tüm bu ilişkiler devletlerin kendi egemen iradeleriyle yani kendi rızalarıyla girdikleri ilişkiler olduğundan onların egemenliğine zarar vermez. Aynı şekilde uluslararası hukuk da devletlerin üzerindeki bir üstün otorite tarafından konmuş kurallar olmayıp; devletlerin açık veya örtülü rızaları ile olmuş ilke ve kurallar bütünü olduğundan devletlerin egemenliği ile çelişmez.
Bazı durumlarda devletler içsel anlamda tam yönetme yetkisine sahip olsalar da dışsal anlamda egemen olamayabilmektedir. Örneğin; BM’ye üye olan devletler hem içsel hem de dışsal anlamda egemendirler. Ancak geçmişten günümüze bazı devletlerin içeride egemen görünseler de dışarıda ya da diğer devletlerle ilişkilerinde egemen olmadıkları görülmüştür. Bunlara yan-egemen devletler denilmektedir. Bunlar sömürge halindeki devletler, koruma altındaki devletler ve manda yönetimlerdir. Örneğin; geçmişte sömürge döneminde pek çok devlet bu durumdaydı. İngiltere’nin Körfez’deki emirliklerle ilişkileri himaye ilişkisiydi. 1. Dünya Savaşı’nın bitimiyle Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’dan çekilmesiyle bu bölgedeki devletlerden Filistin, Irak ve Mısır İngiliz mandasına, Suriye ve Lübnan ise Fransız mandasına verildi. Bu tür devletler içsel konularda kendi halkını yönetme yetkisine sahip olsa da diğer ülkelerle doğrudan doğruya ilişkiye geçmemektedir. Aynı şekilde iki savaş arası dönemde Danzig Serbest Şehri, 1945-1954 arası dönemde Trieste Serbest Bölgesi veya günümüzde Monaco’nun durumu yarı-egemen devletlere başlıca örneklerdir. [1],[2]
ONUR Bektaş
TUİÇ Stajyeri