Sahip olduğu 1,2 milyarlık nüfus ile kısa bir süre sonra Çin’i geçerek dünyanın en kalabalık ülkesi haline gelecek olan Hindistan, sosyal refah düzeyinin çok düşük olmasına ve çok ciddi ekonomik ve toplumsal sorunlarla karşı karşıya kalmasına karşın Asya bazında demokrasiyi en iyi işleten ülkelerden biri olarak bilinmektedir. Bu nedenle “dünyanın en büyük demokrasisi” olarak adlandırılmış olan Hindistan, sahip olduğu demografik, teknolojik ve askeri olanaklarla gerek bölgesel gerekse de küresel dengeleri etkileyebilecek küresel bir aktör konumuna evrilmiş durumdadır. Zira Hindistan, uluslararası sistem tabanlı güç mücadelesinin odaklandığı Orta ve Doğu/Güneydoğu Asya Bölgesi’nde yer almakta ve Çin’i batıdan çevrelemektedir.
Hindistan, son dönem uluslararası ilişkilerine yön veren hegemonya-çok kutupluluk çatışması ekseninde her iki cephe tarafından da müttefikliği elde edilmeye çalışılan ve bu nedenle de stratejik önemi çok yüksek olan bir ülkedir. Bilindiği gibi, bu mücadeleyi yürüten taraflar ABD’nin liderliğini yaptığı ve Soğuk Savaş döneminde kurgulanmış olan Avro-Atlantik hegemonyasının uluslararası sisteme yön vermeye devam etmesini arzulayan ittifak ile Rusya ve Çin tarafından temsil edilen ve bağlantısızlık yönünde dış politika uygulamak isteyen bölgesel güçleri de kapsayan çok kutupluluk yanlılarıdır. Hegemonya-çok kutupluluk çatışmasını yapılandıran bu aktörlerin son dönemde üzerine odaklandıkları en önemli coğrafya ise Doğu/Güneydoğu Asya olmuştur. Zira bölgede kaydedilen ekonomik büyüme oranları ile bölge ülkelerinin sahip oldukları ve özellikle Çin’in kaydettiği ilerleme ile sembolize edilen demografik, ekonomik, teknolojik ve askeri potansiyel, tüm küresel ve bölgesel aktörlerin gözünün bu coğrafyaya dönmesine neden olmaktadır.
Hindistan, çok kutuplu bir uluslararası sistemin yapılandırılmasını istese ve bağlantısızlık yönünde bir dış politika uygulamayı arzulasa da, doğu komşusu Çin’den algıladığı tehdidin boyutunun büyük olması, Orta Asya’da kurulacak siyasal nüfuz alanları konusunda özellikle Rusya ile çatışıyor olması ve Pakistan’dan algıladığı askeri ve sosyo-kültürel tabanlı toplumsal tehdit nedeniyle “geçici” kaydıyla kurulabilecek ittifaklara sıcak bakmaktadır. İşte bu noktada, ABD ile Hindistan’ın çıkarları uyumlu bir hale gelmektedir. Zira ABD, en büyük rakibi olarak gördüğü Çin’i coğrafi ve askeri bir kontrol altında tutabilmek için, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı uyguladığı “çevreleme” stratejisini bu kez Çin’e karşı uygulama alanına koymaya çalışmaktadır. Japonya-Güney Kore ortaklığı ile doğudan, enerji akışını kontrol edebilmek için Malacca Boğazı’nı çevreleyen Endonezya, Malezya ile Çin Hindi ülkeleri üzerinden güneyden çevrelemeye çalıştığı Çin’in batı yönünde çevrelenmesi noktasında ise Hindistan’ı devreye sokmaya çalışan ABD, son dönemde Hindistan ile imzaladığı askeri teknoloji aktarımı odaklı ve ticari/ekonomik antlaşmalarla bu ülkeyle ilişkilerini “geçici” müttefiklik seviyesine vardırmıştır.
Hindistan ile ABD arasında gelişen müttefiklik ilişkilerinin, ABD’yi rahatsız eden en önemli zaaflarından biri, dünyanın en büyük demokrasisi olarak adlandırılsa da, Hindistan’ın sahip olduğu etnik/dinsel tabanlı toplumsal çatışmalardır. Hindu inancına dayalı bir devlet kimliği oturtmaya çalışan ve hâkim toplumsal kültürü ülkede yaşayan Müslümanlar, Sihler, Hıristiyanlar, Budistler, Bahaîler ve Animistler gibi çeşitli dinsel azınlıklar üzerine de yansıtmaya çalışan Hinduizm odaklı bu girişimin sonucu ise artan dinsel çatışmalar ve Hindistan’ın sahip olduğu siyasal yapıya yabancılaşan milyonlarca insan olmaktadır. 1,2 milyarlık nüfusun %13,4’ünün Müslüman, %2,3’ünün Hıristiyan, %1,9’unun Sih olduğu düşünüldüğünde ve yaklaşık 400 milyon Hindistan vatandaşının Hindu inancına bağlı olmadığı göz önünde bulundurulduğunda bu ülkede yaşanabilecek dinsel ve etnik çatışmaların ne kadar sancılı bir süreci beraberinde getireceği açıkça gözler önüne serilmektedir.
Nitekim son günlerde Hindistan genelinde artan din tabanlı toplumsal gerilim de bahsettiğimiz toplumsal zaafın dış güçler tarafından her an kullanılabilecek bir mahiyet taşıdığını göstermektedir. Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer alan ve sahip olduğu 31,5 milyonluk nüfusun 8,5 milyonunu Müslümanların oluşturduğu Assam Eyaleti’nde yaşanan Hindu-Müslüman gerginliği başta Mumbai (Bombay), Bangalore, Pune ve hatta başkent Yeni Delhi’yi dahi etkileyen bir toplumsal gerginliğin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Assam Eyaleti’ne komşu ve Müslüman ağırlıklı bir nüfusa sahip Bangladeş’ten bu bölgeye olan göçler ve yine son dönemde Myanmar (Burma)’a bağlı Arakan Bölgesi’nde yaşanan katliamlardan dolayı bölgeyi terk etmek zorunda kalan Rohingya Müslümanlarının, onlara yeterli yaşam imkânlarını sunamayacak bir durumda olan Bangladeş tarafından Hindistan’a gönderilmek istenmeleri, Hindistan’ın Assam Eyaleti’nde yaşayan Müslümanlar ile çoğunluk pozisyonunda bulunan Hindular arasında demografi ve din eksenli toplumsal bir çatışmanın yaşanmasına neden olmuştur.
Öyle ki, son haftalarda yaşanan toplumsal çatışmalar sonucunda, çatışmaların odağı haline gelmiş Assam genelinde çok büyük bir çoğunluğu Müslüman 78 kişi hayatını kaybetmiş ve 400 bin kişi de evini terk ederek başka bölgelere göçmeye, hatta Bangladeş sınırına dayanmaya başlamıştır. Yani Hindistan-Bangladeş Sınırı, Hindular ile Müslümanlar arasında, Arakanlı Müslümanların da dâhil olduğu çok ciddi bir toplumsal çatışma merkezi haline gelmiştir. Yaşanan bu olaylara ve Müslüman katliamına tepki göstermek üzere, Hindistan’ın ticari başkenti Mumbai (Bombay)’da Hint Müslümanlarınca düzenlenen protesto gösterileri esnasında Hindu kökenli 2 kişinin öldürülmesi ve onlarca kişinin de yaralanması, Hindistan genelinde çoğunluğu oluşturan Hinduların Müslümanlara karşı büyük çaplı bir katliam düzenleyebileceği korkusunu beraberinde getirmiştir. Bu nedenle Müslümanların, büyük bir Hindu çoğunluğuna sahip olan Mumbai, Yeni Delhi, Bangalore gibi şehirlerden, başta Assam ve Pakistan sınırındaki eyaletler olmak üzere Müslümanların yaşadığı bölgelere doğru bir göç hareketi başlatmalarına neden olmuştur. Öyle ki, yaklaşık 20 bin hanenin evini boşalttığı ve göç hareketine katıldığı söylenmektedir.
Hint Milliyetçisi Bharatiya Janata Partisi, Bangladeşli ve Arakanlı Müslümanların ülkeye kabul edilmesinin ve yaşanan olayların sorumlusu olarak Sih kökenli Başbakan Manmohan Singh ve iktidar partisi Ulusal Kongre Partisi’ni suçlarken, Singh ise insani gerekliliklerden ve dış güçlerin komplolarından dem vurmaktadır. Aslında olaylara bölgesel ve uluslararası dengeler açısından bakıldığında, Hindistan’ı çevreleyen ve Müslüman kimlikleri ile tanınan Pakistan ve Bangladeş’in, Hindistan’ı siyasal anlamda zor bir duruma sokabilmek amacıyla Müslüman-Hindu çatışmasını ve göç unsurunu kullandığı söylenebilir. Bunun yanı sıra, Afganistan ekseninde yaşanan gelişmeler ve ABD’nin Hindistan ile kurmak istediği müttefiklik bağlarından dolayı bölgesel değerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan Pakistan’ın, gerek ABD’ye gerekse de Hindistan’a, varlığını ve bölgesel dengeler açısından sahip olduğu değeri yeniden ispat edebilmek için Hindistan Müslümanları aracılığıyla bir güç gösterisi yapmak ve Hindistan’ın ulusal bütünlüğünü ve istikrarını istediği an etkileyebileceğini göstermek istediği söylenebilir. ABD’nin ardından uluslararası sisteme yön veren en önemli aktör haline gelen ve ABD’nin çevreleme stratejisi ile yakından takip etmeye çalıştığı Çin ise, Pakistan ve Hint Müslümanları ile geliştirdiği müttefiklik ilişkileri aracılığıyla, ABD’nin çevreleme stratejisine katılması beklenen Hindistan’a toplumsal çatışma odaklı bir mesaj vermek istemiş de olabilir.
Asya genelindeki toplumsal çatışmalar, gerek ülkelerin sahip oldukları demografik yapı gerekse de hegemonya/çok kutupluluk çatışmasının bölge tabanlı olarak şekillenmiş olması gibi nedenler dolayısıyla küresel anlamda ses getirecek bir nitelik taşımaktadır. Hindistan’da son dönemde ayyuka çıkan Hindu-Müslüman gerginliği de bu bağlamda değerlendirilebilecek bölgesel bir çatışma olarak addedilebilir.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü