Merve Özdemirkıran ile Türk dış politikası ve Ortadoğu’daki Gelişmeler Üzerine Söyleşi

 Yüksek lisans ve doktorasını Sciences PO Paris’te Ortadoğu ve Kürt Bölgesel Yönetimi üzerine tamamlamış olan Bahçeşehir  Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Dr. Merve Özdemirkıran ile Türk dış politikası ve  Ortadoğu’daki gelişmeler üzerine konuştuk. Yoğun iş temposunda bize vakit ayırdığı için kendisine TUİÇ ailesi olarak çok  teşekkür ederim.

 Dr. Merve Özdemirkıran kimdir? 

 Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Dr. Merve Özdemirkıran, yüksek lisans ve doktorasını    Fransa’nın seçkin okullarından biri olan Institut d’Etudes Politiques de Paris ‘te tamamladı. Ortadoğu ile ilgilenen            Özdemirkıran, doktora sonrası Sciences PO Paris’te kalarak Ortadoğu, Türk ve Amerikan dış politikası üzerine dersler verdi.    Uluslararası basında da birçok röportajı yayınlanan Özdemirkıran, şuan Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası    İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmaktadır. 

 

 

 

 Ortadoğu’ya bakıldığında en merak edilen politikalardan biri kuşkusuz ki Türkiye’nin Suriye politikası. Bu  bağlamda siz Suriye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce mevcut politika komşularla  sıfır sorun politikası bağlamında başarılı bir politika oldu mu yoksa işler daha da mı kötüye gitti ?

Öncelikle konuyu ‘komşularla sıfır politikası’ bağlamında değerlendirdiğimizde Suriye ile ilişkilerde düzeltilme yoluna gidildi. Bana göre bu, olumlu bir dış politika tercihiydi. Çünkü Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kuruyor olması en azından komşularla sorunsuz ilişkiler içinde olması oldukça önemliydi. Özellikle 90’lı yıllarda Türkiye’nin sınır komşuları olan Irak ve Suriye ile yaşadığı problemler göz önüne alındığında durumun önemi daha da belirginleşiyor. (1998’de Adana’da Türk askeri konuşlandırılmıştı ve Türkiye, Suriye’de savaşa girme eşiğine gelmişti) Abdullah Öcalan’ın yakalanma sürecinin bir parçası olan bu kriz, daha sonraları tarihe Suriye Krizi olarak geçti. Bu olayda Suriye açık şekilde PKK’ya destek verdiğini ifade etmiş ve Abdullah Öcalan’ı da uzun süre Suriye’de barındırmıştı. Bu durum 90’lı yıllarda Türkiye’nin komşularıyla pürüzlü ilerleyen ilişkilerindeki en büyük dış politika örneğidir. Dolayısıyla bunun düzeltilmesi ve temel sorun kaynaklarının giderilmesini doğru yönde atılmış bir adım olarak görüyorum. Bu çerçevede  Suriye ile hem ekonomik ilişkiler hem de özellikle ticaret ilişkilerinin geliştirilmesi gibi önemli adımlar atıldı. Bu bağlamda Halep ve Gaziantep ikiz şehirler  ilan edilerek aralarında ticaret ilişkilerinin geliştirilmesi gibi adımlar atıldı. Tüm bunlar dış politika ve komşularla sıfır politikası açısından bence olumlu gelişmelerdi.

 Bu bağlamda günümüze bakıldığında Türkiye-Suriye ilişkileri pek de parlak görünmüyor.

 Bahsettiğim bu olumlu gelişmeler yapısal gelişmelerdir. Dış politikada da yapısal olarak takip edilmesi, altının doldurulması gereken konulardır. Bunun ötesinde günümüzde bir de işin vitrin tarafı düzenlendi. Erdoğan ile Esad arasındaki sıcak ve yakın arkadaş ilişkilerinin yanı sıra sık sık ailece görüşüp kamera önüne geçmeleri de vitrinsel algıları güçlendirdi. Bu da ilişkilerin iyi gittiğine dair bir görüntü sunabilmek için atılabilecek en doğru adımdı. Bence buraya kadar yapılanların olumsuz bir tarafı yok. Çünkü komşularla ilişkilerin düzeltilmesi birçok sorun kaynağının da çözülebiliyor olması anlamına gelir. Ama anlaşılan o ki sorun kaynakları giderilememiş. Öyle ki; kriz patladığındaEsad kısa sürede hükümetin hedefine konuldu ve Türkiye, Suriye’deki krizin hemen ardından oldukça net bir tavır sergiledi. Fakat dış politikada bu kadar net tavır sergilemek manevra alanınızı daraltır ve karar alma süreçlerinizi sıkıntıya sokar. Bu kadar net bir tavır sergilemek hiç kuşkusuz ki Türkiye’yi de bu anlamda böyle sıkıntılı bir sürecin içine sürükledi. 

 Ahmet Davutoğlu (o dönem Dışişleri Bakanı olarak) Suriye politikasını, ‘Tarihin doğru tarafında yer almak’ olarak yorumladı. Bu kadar sert bir politika ile gerçekten doğru tarafta mı yer aldık ?

 Evet dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bunu tarihin doğru tarafında yer almak olarak yorumladı. Yani bu ne demek? ‘Orada mazlumlara Esad rejimi zulm ediyor, halkına zulm ediyor, biz ise bu duruma karşı çıkıyoruz. Bu tarihin doğru tarafında yer almaktır. “Biz zalimlerin karşısındayız, tarih bunu yazacaktır’ diyor. Bu ilkesel bir duruş, birçok ülke bu ilkesel duruşu sergileyebilir fakat dış politikada bu kadar net bir tavır sergilemek manevra alanınızı daraltır ve size sıkıntılı süreçlerin içine doğru sürükler. Burada Esadın zulmüne zulm demek net bir dış politika değil bu ilkesel bir duruştur, bunu Fransa’da yapıyor, Amerika Birleşik Devletleri’de yapıyor. Burada anlatmak istediğim şey, Türkiye’nin tutumunun oldukça katı bir politika olması. Bu katı politika, müttefikleri ile konuşup bir anlaşmaya varmaya çalıştığında müttefiklerinin de elini kolunu bağlayan sert bir tutum olmasına neden oluyor. Yani “önce Esad devrilsin, sonra ne yapılacaksa yapılsın” anlayışı müzakerelerde Türkiye’nin elini ciddi anlamda daraltan bir politika oluyor. Dolayısıyla bu durum gerçekçi bir politika değil.

 Her ülkenin elbette kendine özgü bir dış politika tercihi vardır. Suriye’de yaşanan insanlık dramına ses çıkarmamak, karşı çıkmamak elbetteki imkansız. Fakat Suriye ‘de yaşananlara dünyanın birçok ülkesi tepki gösterirken Türkiye’nin dolaylı olmak yerine direk olarak dahil olması, Suriye’ye karşı bu kadar kesin bir tavır sergilemesi, hem iç savaşın yaşandığı Suriye’yi hem de Esad rejiminin karşısında duran  Türkiye’deki vaziyeti daha da kötüye götürmez mi ? Çünkü Türkiye de artık bu sürecin bir parçası olmuş durumda. Türkiye geneline baktığımızda resmi kaynaklara göre milyonlar ile ifade edilen bir Suriyeli mülteci göçü gerçeği var. Tüm bu durumlar Türkiye içindeki işsizlik, güvenlik ve bunun gibi sorunları doğrudan etkilemez mi?

Çok doğru. Fakat IŞİD’in de devreye girmesi ile artık Suriye’de yaşananlar bölgesel olmak yerine uluslararası bir mesele hatta transnasyonel (ulusaşırı) bir mesele haline geldi. Yani Türkiye zaten en başından beri tepkisini koydu ve Esad rejiminin gitmesi gerektiğini söyledi. Eğer bu, iç işlerine karışmaksa iç işlerine karışmak, bölgesel bir sorunla politika üretmekse, bölgesel bir sorunla politika üretmek. Adına ne derseniz deyin. Bu durum öncelikle Suriye’nin kendi halletmesi gereken bir meseleydi fakat olmadı ve dolayısıyla bugün yaşanan çatışmalar bir şekilde civar ülkeleri de etkileyen bir çatışma haline geldi.

 Ortadoğu’da yaşanan tüm bu çatışmaların neredeyse tamamı aslında bir mezhep savaşı. Olaylar Sunni-Şii açısından ele alındığında Ortadoğu’daki bu mezhepsel ayrımcılığı nasıl değerlendiriyorsunuz ?

 İşin en kötü tarafı da zaten bu. Sunni-Şii meselesi devreye girdiği andan itibaren bütün bölgeyi çok olumsuz yönde etkileyeceği açıktı. Türkiye’ye de ucu dokunacak bir mesele bu. Ve görülen o ki bu durum giderek daha da belirginleşmeye ve ayrışmaya başladı. Suriye krizi mezhepsel anlamda da bütün bölgeyi maalesef ki etkiledi. Daha da kötüsü bu iki mezhep arasındaki makas açılıyor ve bu ayrışım maalesef daha belirgin bir hal almaya başlıyor.

Tüm bunların yanı sıra bir de sınır güvenliği ve tabiki Türkiye’de yaşanan çeşitli göç problemleri var. Tüm bu somut durumlar sizce Türkiye’yi ilerleyen süreçlerde nasıl etkileyecek?

Şunu belirtmem gerekir ki güvenlik açısından şuan Türkiye’nin sınırı korkunç durumda. Türkiye-Suriye sınırı maalesef kontrol edilemiyor. Kobani’de yaşanan olaylar Türkiye’ye çok yakın bir noktada. İnsanlar Kobani’de yaşanan tüm gelişmeleri Türkiye sınırından izleyebiliyorlar. Çatışma bize o kadar yakın. Ceylanpınar sınır kapısında somut bir güvenlik problemi var ve bu durumun biran önce çözülmesi şart. Sınırdaki güvenliğin yanı sıra bir de Türkiye’de, Suriyeli mültecilerden kaynaklanan ve kentin içinde gözlemlediğimiz bir güvenlik sorunu var, yani bir asayiş sorunu. Suriye krizi düzensiz göçe bir katkı sağladı. Bırakın mültecilerin gelmesini bir de ‘göç sorunu’ gibi bir olumsuz etkisi oldu.

Sınır güvenliği çerçevesine dönecek olursak bölgedeki halkın da can güvenliği ciddi şekilde tehdit altında. Bir de bunun yanı sıra ciddi şekilde militan geçişleri var. Yani IŞİD militanından tutun, orada yapılanan örgüt militanlarının ya da militan olmasada bir sekilde eli silah tutan bir takım insanlar Türkiye sınırından kolaylıkla geçer hale geldi. Bu hem Türkiye’nin güvenlik sınırını hemde Türkiye’nin istihbaratını olumsuz yönde etkiliyor. Yani nereden bakarsanız bakın Suriye bütün bölgede ve Türkiye üzerinde ciddi anlamda güvenlik sorunu yarattı ve bunun bir an önce kontrol altına alınması gerek.

 Aslında merak ettiğim bir diğer soru da ‘islamofobi’. Terör örgütleri listesine baktığımızda yüzdenin büyük bölümünü kendilerini ‘radikal islamcı’ olarak tanımlayan cihatçı örgütler oluşturuyor. Ortadoğu’da islam adı başlığı altında örgütlenip dünyaya yayılan bir çok terör örgütü ve uzantıları dünya kamuoyunda da çok konuşulur noktada. İslam ile terör neden bu kadar bağdaştırıldı ?

 Öncelikle islamofobi dendiğinde akla ilk gelen yer Avrupa’dır. Fakat ben bu soruya Amerika’dan başlamak istiyorum. Amerika totaliter bir devlet mi?  Yani tüm yetkilerin merkezileştirildiği, devlete mutlak itaat beklenen diktatörlükvari bir devlet mi?  Hayır. Aksine, demokrasinin beşiği diye anılıyor. Fakat bence demokrasinin beşiği Avrupa’dır. Çünkü Amerika’da hala sosyal haklar tam anlamıyla rayına oturtulmuş değil, Amerika demokrasi yerine bence özgürlüklerin ülkesi. Oraya baktığınızda da büyük oranda ‘islamofobi’ diye bir kavram var. Birçok kişi bu kavramın Amerika’da çıkış tarihini 2001(11 Eylül saldırıları sonrası) diye ele alır. Fakat gerçek öyle değil. Evet 2001’de, 11 Eylül saldırıları ile birlikte Amerikalılar için bu durum çok daha farklı bir hal aldı ve İslam doğrudan terörle özdeşir hale geldi. Fakat şu unutulmamalıdır ki Amerika farklı komünitelerin bir arada yaşadığı bir devlettir ve bu noktada ideal bir Amerikalı yaratmak gibi bir efsane onlar için söz konusu değildir. Yani tabiki bir Amerikalı kavramı vardır ama Çinli de o kavramın içinde yerini bulur, Hispanik de Müslüman da.  Avrupa’da ise durum daha farklı ve derindir. Özellikle Fransa ve Almanya gibi göçü yoğun alan Avrupa ülkelerinde islamofobi daha belirgin. Çünkü Avrupa’da Amerika’dan farklı olarak bir kimlik, ulus, din kavramı vardır. Almanya’da Alman vatandaşı olmak önemlidir ya da Fransa’da Fransız kimliği taşımak. Dolayısıyla İslam konusu Avrupa’da çok daha eski ve derin bir mesele. Bu coğrafyada İslam ve terör algısı maalesef  islamofobinin oluşmasına büyük ölçüde zemin hazırlamıştır.

 “Niye müslümanlar bu kadar hedef haline geldi aslında bunu sorgulamak lazım”

Maalesef  çok somut olan bir durum var. Bugün terör örgütü listesine baktığınız zaman özellikle küresel alanda faaliyet gösteren terör örgütlerine, bunların çok önemli bir çoğunluğu cihatçı, yani radikal İslamcı örgütler. Dolayısıyla insanların böyle bir fobi geliştiriyor olması ne yazıkki bu durumun doğal bir sonucu, yani sürpriz filan değil. Var olan durumun toplumlara yansıması böyle olunca, devletler de politikalarında bunu ön plana çıkarıyor.

Tüm bunların arka planına bakacak olursak izlenen yanlış göç politikasından kaynaklandığı kesin. Müslümanlar durduk yere hadi biz cihat yapalım da bu hristiyanları öldürelim gibi bir din savaşı içerisinde değillerdi. Yani Haçlı seferlerindeki gibi bir din savaşı bu noktada söz konusu değildi.

 Nedir peki bu durumun gerçeği?

Büyük ölçüde soğuk savaş dönemindeki İslamcı yapıların, özellikle Amerika Birleşik Devletleri istihbaratı tarafından Sovyet gruplara karşı kullanılması durumudur. 1979 Afganistan Savaşı’nda Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’ne karşı desteklediği mücahitlerden biri birgün büyüdü ve İkiz Kuleleri vurdu. Usame bin Ladin’den bahsediyorum. Yani görüldüğü üzere tüm bunlar yanlış politikaların sonuçlarında yaşanan durumlar. Yaser Arafat başkanlığındaki Filistin Kurtuluş Örgütü, İsrail karşısında güçlenmesin diye o dönem Amerika Birleşik Devletleri tarafından Hamas desteklendi. Filistin bugün Hamas tarafından İslamcı değerler üzerinden yönetiliyor ve yine bugün bir dönem Amerika’nın desteklediği Hamas, ABD’de şuan terör örgütü listesinde.

Tüm bunların yanı sıra bugün Filistin’de El Fetih yani Mahmud Abbas, Batı’nın bir şekilde muhatap olarak kabul ettiği isim. Niye böyle? Çünkü İslamcılarla olmadı, bir yere kadar gitti. İşte tüm bu örnekler büyük güçlerin ve mevcut yönetimlerin hatalı politika tercihleri ve hatalı ittifaklarının neden olduğu durumlardı. Böyle örnekler unutulmadan günümüz konjonktürü de bu bağlamlarda değerlendirilirse doğru bir analiz yapılmış olur diye düşünüyorum.

 Kürt Sorunu Türkiye’de bir türlü anlaşılamadı. Kürtler gerçekten ne istiyor? Nasıl bir politika uygulanırsa sonuç başarıya ulaşır?

Türkiye’de Kürt sorunu toplumsal bir sorun. Dolayısıyla PKK’da bunun bir uzantısı, toplumsal tabanı ve desteği var. PKK’ya zaman zaman dışarıdan yardım geliyor. Bu bir gün Suriye oluyor, başka bir gün Irak oluyor, diğer gün Amerika Birleşik Devletleri oluyor, başka bir gün İran oluyor. Durum tamamen ülkelerin politikalarına göre, Türkiye ile olan alışverişlerine göre karar verilen bir süreç. Ama şu unutulmamalıki PKK kesinlikle toplumsal tabanı olan, toplumsal desteği olan, insanların destek verdiği bir örgüt. Bunu yadsımamak lazım; çünkü o zaman sorunu yanlış anlar ve yanlış değerlendiririz. Daha somutlaştırmam gerekirse; PKK’nın ve Türk ordusunun sayısı karşılaştırıldığında elbetteki ordunun sayısı fazla çıkacaktır. Türkiye istese bir operasyonla yok eder gibi görünebilir fakat durum pek de öyle değil. Çünkü ölen PKK’lının yerine hemen bir yenisi geliyor. Dolayısıyla burada halk ikna olmamış, Kürt toplumunda savaşılması gerektiği bilinci hakim ve bu bağlamda militan ihtiyacı hiçbir zaman bitmiyor. Bu kandırarak olacak bir şey değil. Toplum bu mücadeleye güçlü bir şekilde inanmış durumda. Her iki tarafın da ikna edilmesi şart.

 Peki Kürt toplumu bu bağlamda nasıl ikna edilecek?

Bir kere konunun şeffaf olarak tartışılması lazım. Her şeyden önce ikna olmak bu noktada çok önemli. Eğer hem Türk halkı hem de Kürt halkı ikna olursa bu sorun kesinlikle doğru bir sonuca ulaşabilir. 1978 yılında PKK kurulduğunda Kürtlerin farklı talepleri vardı, bugün ise daha farklı talepleri var. Kürt hareketi gerçekten ciddi şekilde evrildi. Devletle ve Türk toplumu ile olan ilişkisi olumlu yönde değişti, neyseki Türkiye’de hiçbir zaman iç savaş durumu yaşanmadı. Yani Türk ordusu ile PKK arasında çatışmalar oldu ama bu durum hiçbir zaman halklar arasına inmedi, sen Türksün sen Kürtsün diyerek iç savaş ortamı  neyseki yaşanmadı.

Ama tam da bu bağlamda geçenlerde okuduğum bir röportajda KCK Yürütme Başkanı PKK’lı Cemil Bayık, Tayyip Erdoğan’ın aynı politikalarda ısrar etmesi halinde ‘açık konuşuyorum, bu politikalarda ısrar edilirse Türkiye’de ya darbe olacak ya da iç savaş çıkacak’ diye bir açıklama yaptı. Korkunç bir durum değil mi bu ?

Çok korkunç bir şey bu, işte onun için durumun biran önce çözülmesi gerekiyor diyorum. Çünkü Kürtlerin bir takım talepleri var; 1970’lerin sonunda talep ettikleri bağımsızlık, Büyük Kürdistan hayali, Kürt milliyetçiliği vs. Bir dönem PKK bunun için mücadele etti. Ama bu istek, Türkiye için pazarlık konusu olabilecek bir şey elbette ki değildi. Toprağını biri gelip senden istiyor yani bu devletin bölünmez bütünlüğü ilkesini bir tarafa bırakın somut olarak da devletin tartışmaya açabileceği bir şey değildi. Ama bu evrildi. Bugün geldiğimiz noktada HDP’nin talebi bağımsızlık falan değil. Kürtler bağımsız olmak, ayrı bir devlet olmak niyetinde değiller. Ama yerel temsiliyet istiyorlar. Yerel temsiliyet ne demek ? Biz yeterince temsil edilmiyoruz, bir kere yüzde 10 barajı var Türkiye’de. Bu temsiliyet sorununun çözülmesini istiyorlar ve özellikle yerel yönetim talebinde bulunuyorlar. Birleşik Krallık’da IRA, İspanya’da Bask-Katalan sorunu nasıl çözüldüyse buna benzer çözümler ile Türkiye’de de insanların taleplerinin tatmin edilmesi gerekiyor. Şu açık ki karşılıklı istenilenler karşılanmazsa Kürt tarafından Kürtlerin tekrar silaha sarılacağını tahmin etmek çok zor bir şey değil. 80’lerin başından beri bunu yapıyorlardı. Bunun için toplumsal taban da, toplumsal militan da buluyorlar. Dolayısıyla bu süreç en kısa zamanda iyi bir şekilde sona ermezse ve karşılıklı pazarlıklar sonucunda iki tarafı da tatmin edecek bir sonuca varılmazsa bunun tekrar çatışmaya dönmesi çok da sürpriz bir gelişme olmayacaktır.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş %9 ile büyük ölçüde oy oranını arttırdı ve sol cenahın yanı sıra diğer sağ görüşlü tabanlardan da oy almayı başardı. Demirtaş’ın Kürt meselesine yaklaşımını ve bu bağlamda Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki performansını ve BDP’nin kapatılıp HDP’nin kurulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?  BDP ile HDP arasındaki fark ne?

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) kurulduğu günden itibaren Kürt partisi, Kürt sorununa odaklı ve Kürt milliyetçisi, Türkiye’yi kucaklamıyor sadece Kürtleri seviyor gibi bir imaj oluştu kamuoyunda. Ki bu görüş bence de doğrudur. Çünkü kuruluş döneminden ilerleme dönemine doğru bakacak olursanız Kürt meselesi üzerinden gelişen bir partidir ve Türk toplumunda da Kürt milliyetçisi olarak algılandı. Dolayısıyla da Kürt olmayan birçok insan şunu düşündü.; “ Böyle bir partiye neden oy vereyim?”. Hakların Demokratik Partisi (HDP), bu bağlamda bölgesel bir partiyi ulusal bir parti haline getirebilmek için kuruldu.

Parti bu anlamda başarılı oldu mu sizce?

Bir kere Selahattin Demirtaş’ın bireysel anlamda başarıları çok büyük. Her şeyden önce genç, dinamik, ve söylemleri güzel oturttu. Kürtlüğü biraz olsun söyleminden çıkarttı. Bütüncül bir şeyler yaptı. Demirtaş’ın kişisel başarısı ile insanlar şunu gördü; bu insan sosyal demokrat, sol eğilimli ama ille de sosyalist sol olması gerekmiyor. Selahattin Demirtaş, diğer sol partilerden beklediğini bulamayan insanlar için de yeni bir alternatif oluşturdu. Halk nezdinde en beğenilen tarafı iktidara laf yetiştirmekle uğraşmıyor, yeni bir şeyler söylüyor, Kürt Türk Alevi demeden herkesi kucaklıyor. E dolayısıyla bu durum insanları heyecanlandırdı. Yüzde 9, bu anlamda Selahattin Demirtaş’ın kesinlikle bireysel başarısıdır. Ben öyle olduğunu düşünüyorum en azından. Ama tabi şunu da söylemeden edemeyeceğim, inşallah bu başarıya kapılıp da seçime parti olarak girmezler çünkü barajın (%10’un) altında kalma riskleri her zaman var,  öyle olursa parlamentodaki sandalye dengesinin nasıl olacağını biliyorsunuz. Yani yine bağımsız adaylar ile girerlerse parlamento biraz daha dengeli kalır. Bu durumda en azından 20-30 kişilik grup oluşturuyorlar orada ve bir şekilde bir temsiliyet hali ortaya çıkıyor. Parlamentoda parti olarak %10 barajını geçerler mi maalesef ben bu konuda çok emin değilim.

Röportaj:  Büşra ERDEM

Ek alanı

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...