Viyana Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümü lisans mezunu olan Dr. Enes Bayraklı, aynı üniversitede Siyaset Bilimi alanında Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini tamamladı. 2009-2010 yılları arasında İngiltere Nottingham Üniversitesinde Doktora tezi için araştırmalarda bulundu. 2011-2013 yılları arasında Londra Yunus Emre Türk Kültür Merkezinde uzman ve Müdür Yardımcısı pozisyonunda çalıştı. 2013 yılından beri Türk Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesidir. Çalışma alanları arasında, Türk Dış Politikasının dönüşümü, İsrail’in Kuzey Irak politikası, Kültürel Diplomasi, Dış Politika Analizi, Alman Siyaseti ve Dış Politikası bulunmaktadır.
Kavramsallaştırma açısından İslamofobi’ye yönelik görüşleriniz nelerdir? Sürekli olarak kullandığımız bu kavram İslamiyet korkusunu mu yoksa İslamiyet’e karşı olan düşmanlığı mı ifade ediyor?
Kamuoyunda, İslamofobi ile ilgili “İslamiyet korkusu mudur yoksa İslam karşıtlığı mıdır?” şeklinde bir tartışma var. Acaba İslamofobi örümcek korkusu gibi psikolojik bir korkuyu mu ifade ediyor? İslam düşmanlığı olarak mı betimlemek lazım veyahut anti İslamizm olarak mı? Yoksa antisemitizm gibi mi? İslamofobi’yi tanımlamaya yönelik tartışmalar bu şekilde devam ediyor ama artık bu kavram yerleşmiş bir kavramdır. O yüzden bana göre bunu değiştirmek çok da mümkün değil. Literatürde farklı manaları da olmasına rağmen, temelde İslamiyet’ten nedensiz olarak korkmak, İslam ve Müslümanlar hakkında korkulara, kaygılara sahip olmak, onlardan nefret etmek anlamlarını ifade ediyor. İslamiyet ve İslam kültürü ile ilgili şeylerden nefret etme olarak da genelleyebiliriz.
Avrupa kamuoyuna yansıyan boyutta bir İslamofobi olduğunu düşünüyor musunuz? 11 Eylül saldırılarının İslamofobi’ye sebebiyet verdiğini düşünüyor musunuz?
İslamofobi dediğimiz kavram ilk olarak 1997 yılında İngiltere’de Runnymede Raporu’nda ortaya çıkıyor. Ama Batı’daki İslam korkusu ve düşmanlığının çok eskiye giden tarihsel temelleri var. Bunun izlerini gerek Osmanlı Devleti, gerek Endülüs Devleti, gerekse Haçlı savaşlarında görebiliyoruz. Yani Batı’yla İslam arasında tarihsel bir ilişki var, bunun getirdiği tarihsel bir yük var. Dolayısıyla da İslam ve Müslümanlarla ilgili Batı’da çok olumsuz kültürel bir alt yapı var. Bütün bunların üstüne bir de İslam coğrafyasındaki güncel siyasi mücadeleleri de eklediğimiz zaman, Batı’da son dönemde bunun bir histeri halini aldığını görüyoruz. Tabi 11 Eylül de bunu en fazla körükleyen olaylardan birisi oldu. Avrupa’da İslamiyet’i ve Müslümanları ana düşman olarak gösteren çeşitli akımlar türedi. Radikal sağ partilerin aşırı derecede kullanmaya başladıkları bu söylemler ne yazık ki ana akım siyaseti de etkilemeye başladı. Bu süreçte de aşırı sağ partilerin popülaritesi yükselmeye başladı. Bunlara bağlı olarak İslam karşıtı hareketlerin de doğduğunu görüyoruz. Bunun en son örneği Almanya’daki, tamamen İslam ve Müslüman karşıtı olan PEGİDA hareketi olarak dikkat çekiyor. İslamofobi’nin Avrupa’da son dönemlerde ciddi olarak arttığını görüyoruz ve bu bağlamda da bir endüstrinin ortaya çıktığı görülüyor. Yani İslam korkusunu, Müslüman düşmanlığını yayarak bundan makam, mevki ve şöhret elde eden insanlar ortaya çıkmaya başladı. Bununla ilgili Amerika’da son dönemde Türkçeye de tercüme edilen “İslamofobi Endüstrisi” diye bir kitap yayınlandı. Bu kitap bu networku çok ciddi ve güzel bir şekilde incelemektedir. Avrupa’da da bu network var ve Amerika’daki networkle beraber çalışıyor. Hollanda’daki Geert Wilders gibi siyasi parti liderlerinden tutun da diğerlerine kadar bir sürü yapı bu networkle bağlantılı olarak ortaya çıktı. Tabi bu işin terör boyutu da göz ardı edilemez. Sözde İslam korkusu sebebiyle, Avrupa’da Müslümanlara karşı teröristçe saldırıların arttığını görüyoruz. Cami yakma, Kur’an yakma, sokak ortasında Müslümanlara saldırı eylemleri gibi… Bunun en trajik örneklerinden biri de Norveç’te yaşanan, Breivik’in yapmış olduğu saldırıdır. Onun tarafından yayınlanmış olan manifestoda birçok İslamofobik içeriğin bulunduğunu görebiliyoruz. Keza Amerika’da yayın yapan ve İslamofobi’nin önünü çeken bazı kişilerin yayınlarına, fikir ve düşüncelerine atıflar yapıldığını görüyoruz. Tabi daha sonra bunlar Breivik’in manifestosundan çıkarılıyor. O yüzden, 11 Eylül’den sonra Batı’daki İslamofobi’nin git gide artmaya başlaması, en son DAEŞ’in ortaya çıkması ile de körüklenmiş oldu.
Peki, Müslümanlara yönelik bu baskıların Avrupa’nın önde gelen iki ülkesi Almanya’da ve Fransa’da daha çok meydana gelmesinin sizce sebebi ne olabilir? Bu bağlamda Almanya’daki PEGİDA oluşumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu durum, iki ülkenin Müslüman nüfus sayısı bakımından Avrupa’nın önde gelen ülkelerinden olmalarından kaynaklanıyor. Almanya örneğine bakacak olursak; Almanya, tarih boyunca farklı kültürlerle bir arada yaşama alışkanlığına sahip olmayan bir ülke. Bu yüzden de son 60 yılda, yani 1960’lardan sonra Müslümanlar yeni yeni Almanya’da yerleşmeye başladılar. Bu durum, Almanya içerisinde ciddi bir krize sebebiyet veriyor çünkü buna hazır değiller. Burada halen milliyetçi duygular çok yoğun. Pek ön plana çıkmasa da, Almanya’nın nasyonal-sosyalist bir geçmişi de var. Bu doğrultuda, hala çeşitli nasyonal-sosyalist hareketler ve yer altı hareketleri faaliyetlerine devam ediyorlar. Örnek olarak da Türklere yönelik yapılan saldırıları, NSU cinayetlerini gösterebiliriz. Fransa’da ise durum biraz farklı. Fransızlar, sömürge geçmişine sahip olmalarına rağmen, Müslümanlarla ilişkilerinin olmasına rağmen, kendi kültürlerini aşırı derecede yücelten bir anlayışa sahipler. Yani kısaca, kendisi dışındaki şeylere değer vermeyen bir anlayışları var. O yüzden Müslümanları barbar olarak gören genel bir kanıya sahipler. Müslümanların orada yerleşik bir şekilde yaşıyor olmaları ise bu tarihsel korkuları kaşıyor bir nevi.
Günümüzde Batı’nın İslamlaştığını dair bir görüş var. Araştırmalara göre şu an Avrupa nüfusunun %5’ini Müslümanların oluşturduğu ifade ediliyor. 2050 yılında bu sayının %20’e çıkacağı tahmin ediliyor. Acaba bu durum da korkuyu tetikliyor olabilir mi?
Bu tahminler aslında abartılı tahminler. Ortada bir gerçek, bir de algı var. Mesela insanlara “Almanya’da ne kadar Müslüman yaşıyor?” diye sorduğumuz zaman, “Nüfusun %20’si Müslüman” diyorlar, “Fransa’nın ¼’ü Müslüman” diyorlar ama bu oran gerçekte %5 ya da %3. Rakamlar böyle olduğu zaman, Batı medyasında, özellikle de bulvar gazetelerinde yapılan yayınlar bu korkuları köpürtüyor. Sanki Müslümanlar Batı’yı ele geçiriyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Yapılmış ciddi çalışmalarda bu oranların çok daha düşük olduğu ifade ediliyor. O yüzden, Batı’nın Müslümanlaşması, İslamlaşması gibi şeyler tamamen yaratılmış bir korkudan, hayali bir düşman oluşturma çabasından ibaret. Yani böyle bir şeyi doğrulayan istatistiki veriler de yok. Öyle bile olsa, Avrupa’nın iddia ettiği ve sürekli övündüğü çok kültürlülüğü için böyle bir şeyi tehdit olarak algılamamak gerekiyor. Sonuçta insanlar kendi iradeleriyle İslamiyet’i, Hristiyanlığı, Yahudiliği seçebilirler. Bunun bizatihi bir tehdit olarak görülmesi temelde tamamen farklı bir algının olduğuna işaret ediyor. Yani bu, Müslümanların ikinci sınıf vatandaşlar olarak görüldüğünü gösteriyor. Dolayısıyla da, Avrupa’nın, kendisinin savunduğunu ilan ettiği değerlere tamamen zıt bir yaklaşım oluyor.
Bu konuda yayınlanan bir yazınızda, Avrupa’da siyasetçilerin Müslümanlara entegrasyon için çizdikleri yol haritasında asimilasyona ait izler bulunduğuna dair bilgiler olduğunu ifade etmiştiniz. Sizi bu tespite götüren nedenler nelerdir?
Bu tabi çok uzun bir tartışma. Örneğin Almanya içerisindeki tartışmalara bakacak olursak, oradaki Türklerden entegrasyon yerine aslında dolaylı yoldan bir asimilasyon beklentisi ifade ediliyor. Entegrasyon dediğimiz şeyin temel göstergeleri var. O ülkenin vatandaşı olup dilini öğrenmek, yasalarına saygılı yaşamak, eğitim hayatına adapte olmak, sosyal hayatta yükselmek gibi şeyler. Fakat beklenti bunları aşıyor. Yani Müslümanların batı değerlerine daha fazla uyumlu olmaları, Batı değerleriyle çatışan kendi değerlerinden vazgeçmeleri, kendi dinlerinden, kültürlerinden, geleneklerinden vazgeçmeleri ile ilgili bir çatışma söz konusu oluyor. Ve burada böyle bir asimilasyon beklentisi oluyor. Bu tabi irrasyonel bir beklenti, yani bunun gerçekleşmesi çok mümkün değil. Gerçekleşmiyor da, gerçekleşmediği için de bu büyük bir çatışmaya dönüşüyor. Çatışmadan kastım, göçmenler ve Avrupalılar arasında büyük bir siyasi gerilime sebebiyet veriyor. Aslında bugün Türkler, hem Almanya’da hem diğer Avrupa ülkelerinde bu sorunu aşmış gözüküyorlar. Özellikle ikinci, üçüncü, dördüncü nesil olanlar zaten otomatikman doğup büyüdükleri ülkenin yaşam tarzına entegre oluyorlar. Tabii ki kendi ailelerinin sosyo ekonomik yapısından kaynaklanan bazı dezavantajları var. Bu sorunu aşmaları için bazen belki 1-2 nesil daha geçmesi gerekiyor. Bu tarz eğitim düzeyi, geliri düşük ailelerin çocuklarının, bir sıçrama yapıp, üniversiteye gidip akademisyen olmaları da dolayısıyla çok fazla mümkün olmuyor. O yüzden böyle bir sıkıntı olduğundan söz edilebilir fakat bu zamanla aşılacak doğal bir süreç aslında. Devletler de bu süreci çeşitli politikalarla destekleyerek hızlandırabilirler ama dediğim gibi, istenilen şey çok farklı. Beklenti asimile olunması, o ülkenin değerlerine tamamen uyulması. Tamamen kendi renklerini kaybederek o toplum içerisindeki farklılıklarının hiç hissedilmeyecek bir duruma getirilmesi.
Avrupa’da Müslümanlara karşı böyle bir algı oluşmasında, Müslümanların payı var mıdır? Varsa nelerdir?
Müslümanların payı olabilir elbette ama burada ben esas sorumlu olarak Müslümanları görmenin çok da adil olacağını düşünmüyorum. Avrupa’daki Müslüman nüfusunun büyük bir çoğunluğu zaten işçi sınıfı. Bu insanların organize bir şekilde hareket edecek, “Müslümanların imajı ne olmalı, nasıl davranmalıyız?” diye stratejiler belirleyecek bir üst siyasi akılları bile yok. Yani insanlar doğal süreç içerisinde çeşitli Müslüman ülkelerden oraya gitmişler ve orada yaşıyorlar. Yani bu durum Avrupa’da özellikle problematize edilip basında sürekli işleniyor ve korkular körükleniyor. Ondan sonra bu durum IŞİD gibi terör örgütleriyle bağdaştırılıyor. “Avrupa’ya şeriat gelecek, Avrupa Müslümanlaşacak” gibi söylemlerle korkular körükleniyor. O yüzden, Avrupa’da yaşayan Müslümanların bu kampanyaya karşı daha organize bir şekilde karşı koymaları ve kendilerini daha iyi anlatmaları gerekirdi fakat bunu gerçekleştirebilecek ne insan kaynakları ne de ekonomik kaynakları mevcut. Bununla ilgili daha yeni yeni ayakları yere basan çeşitli kurumlar kurulduğunu görüyoruz. Fakat şunu da göz ardı etmemek lazım. Müslümanlar, Avrupa’da 50-60 yıllık tarihi olan yeni bir grup. Kendi kültürünü, kendi geleneklerini oluşturamamış; akademide, siyasette, sanatta ve medyada yeterince temsil edilmeyen bir grup. Bu korku kampanyaları karşısında kendilerini anlatmaları çok kolay değil. Öz eleştiri yapmaları gerekir ama esas sorumluluk bence karşı tarafta.
Yani o zaman medyanın, ulusal ve uluslararası aktörlerin payı çok çok daha fazla oluyor diyebilir miyiz?
Tabi tabi, çok daha fazla. Yani nasıl sesinizi duyuracaksınız ki? Baktığınız zaman, Alman medyasında Müslüman kökenli yazarların oranı %1 bile değil.
Müslüman Arap coğrafyasında uzun yıllardır süregelen çatışmalar ve terörize olan grupların varlığı İslam korkusunu etkiledi mi? Etkilediyse bunun ne boyutta olduğunu düşünüyorsunuz?
Tabi ki, IŞİD’in Ürdünlü pilotu yakması, esirleri boğması, kafalarını kesmesi.. İslam tarihinde görmediğimiz vahşeti sergiliyor bu terör örgütü. Bu yüzden de, Batı’da İslamiyet’in imajına çok ciddi zararlar veriyor. Yani şu anda bütün Batı Dünyası’nda Müslümanlarla ilgili temel algının arkasında DAEŞ imajı yerleştirilmiş durumda. Hâlbuki İslam tarihinde bu gibi şeylerin örneklerini görmüyoruz. Müslümanların büyük çoğunluğu, bu örgütün yaptıklarını reddediyor. Buna rağmen, Avrupa’ya gittiğiniz zaman birçok yerde IŞİD’in oluşturduğu bu algıyla karşılaşabiliyorsunuz. Ne yazık ki bu DAEŞ olayı, Batı’daki Müslüman karşıtı, İslamofobik oluşumların ve siyasetçilerin eline çok büyük bir koz vermiş durumda ve onlar da bunu sürekli kullanıyorlar.
Peki, bu algıların önüne geçilmesi için bireysel veya kitlesel olarak neler yapılmalı?
Bireysel olarak Müslümanların normal bir Müslüman ahlakıyla yaşamaları, komşuları ile iyi geçinmeleri, sosyal hayatta bulunmaları lazım. Bulundukları toplumun kültürüne, yasalarına, insanlarına saygılı bir şekilde yaşamaları gerekmektedir. Yani kısaca, iyi birer vatandaş olmaları lazım. Kurumsal olarak ise, izleme-takip merkezleri kurup İslamofobik saldırıları belgelemek, bununla ilgili istatistikler çıkarmak lazım. Devamında da ilgili ülkelerin ilgili mercilerinde çeşitli yasal girişimler yapılıp konu uluslararası alana taşınmalı. Böylece İslamofobi meselesi daha ciddi bir hal alacaktır fakat bununla ilgili daha yeni yeni cılız adımların atıldığını görmekteyiz.
Son olarak, İslamofobi le mücadelede Avrupa’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeterli adımların atılmadığını görüyoruz. Bu sorunun ciddiye alınmadığını görüyoruz. Mesela bir antisemitizm ile ilgili atılan ciddi adımlar, çıkarılan yasalar varken, Müslümanlara karşı uygulanan ayrımcılık ve saldırılar ile ilgili ciddi yasaların çıkmadığını görüyoruz. Bunun sonucunda da Müslümanlara, mültecilere, yabancılara yönelik saldırıların her geçen gün arttığını duyuyoruz. Bu tabi gelecekle ilgili kaygı verici bir durum. Özellikle AB ve Avrupalı devletlerin bununla ilgili ciddi adımlar atmaya yanaşmadığını gözlemliyoruz. Yakın bir dönemde de böyle bir şeyin olacağını düşünmüyorum. Ta ki böyle bir olayı tetikleyecek ciddi bir saldırının olmasına kadar. Böyle bir şey bekleniyor sanki. “Müslümanlara karşı ciddi bir saldırı olsun da ondan sonra harekete geçelim” gibi… Yani Avrupa’da aslında böyle bir saldırının psikolojik zemininin oluştuğunu görüyoruz. Böyle bir şeyi artık bundan sonra beklemek lazım çünkü ciddi bir ajitasyon var Avrupa ülkelerinde ve bu aşırı sağ hareketler Müslümanlara karşı yavaş yavaş terörizme yöneliyor. Böyle bir saldırıyı Avrupa’da ciddi olarak artık birçok uzman bekliyor. Avrupalı devletlerin böyle bir olay gerçekleşmeden, bununla ilgili önlemleri alması lazım. Ama sanki birazcık da, alttan alta bu İslamofobik olaylar destekleniyor, körükleniyor gibi… Özellikle oradaki Müslüman nüfus geriye göç etsin, geri dönsün diye bu anlayışın desteklendiğini düşünüyorum.