Türk Dış Politikası’nın en uzun soluklu problemi olarak görülebilecek Kıbrıs konusunda bugünlerde yine büyük çaplı bir hareketlilik yaşanmaktadır. Bu hareketlilik, alışılageldiği gibi Kıbrıslı Rumların atağa kalkması ve Türkiye’nin bu atağa cevap verebilme çabası şeklinde cereyan etmektedir. Ne var ki, bu kez sorunun özüne ilişkin yapısal bir değişiklik söz konusudur. Zira Kıbrıslı Rumlar sorunun kapsamını genişletmekte ve sorunu adadan deniz alanına doğru yaymaktadırlar. Bu durum, mevcut şartlar içerisinde zaten yüksek olan siyasal ve askeri çatışma riskinin daha da artmasına yol açabilecek bir görünümün oluşmasına yol açabilecektir. Üstelik Kıbrıslı Rumların bu kez konjonktürü çok yakından takip ettiğini ve Türkiye ile ilişkiler konusunda tarihinin en kötü dönemini yaşayan İsrail’i de yanına çekmeyi başardığını görüyoruz. İsrail’in yanı sıra, her zaman olduğu gibi Yunanistan ve Rusya da Kıbrıslı Rumların yanında yer almaktadır. ABD ise sondaj krizinin tam ortasında bulunan Noble Energy adlı şirket üzerinden sorunun taraflarından biri haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Kıbrıs, Türk Dış Politikası’ndaki değişimin merkez üssü haline getirilmeye çalışılmış bir coğrafyaya işaret etmektedir. Zira Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı eserinde üzerinde durduğu, komşularla sorunların en aza indirgenebilmesi şeklindeki dış politika yaklaşımı ilk kez Kıbrıs Sorunu’nun çözülebilmesi noktasında kullanılmaya çalışılmıştır. Ne var ki, bu değişimin bir sonucu olarak ortaya konmuş olan Annan Planı Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedilince, Kıbrıs Sorunu’nda çözümsüzlüğü isteyen tarafın kim olduğu net bir şekilde ortaya konmuştur. Annan Planı’nın reddi sonrası Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında adanın tümünü temsil eden meşru bir yönetim olarak AB’ye üye yapılması, Türk Hükümeti tarafından, çözümsüzlüğün bir çözüm olduğunu düşünen Rumların ödüllendirilmesi şeklinde görülmüş ve Türkiye’nin Kıbrıs Sorunu’nun çözüme kavuşturulmasına ilişkin açılım stratejisine de ciddi bir darbe vurmuştur. Üstelik aynı sorun 2005’ten bu yana AB ile üyelik müzakereleri yürütmekte olan Türkiye’nin karşısına çıkarılmış ve artık AB üyesi olan Kıbrıslı Rumların istekleri doğrultusunda Kıbrıs Sorunu’nun çözümlenebilmesi stratejisi ortaya konmuştur. Türkiye’nin, devlet olarak tanımadığı Güney Kıbrıs’ı, AB üyesi bir devlet olarak da tanımayı reddetmesi ve limanları ile havaalanlarını Kıbrıslı Rumlara açmaması, üyelik müzakerelerinin durmasına yol açmasının yanı sıra Kıbrıs Sorunu’nun çözümü yönündeki iradeyi de baltalamıştır. Yine de, Rumların Doğu Akdeniz’de sondaj krizini ortaya çıkarmaları esnasında, BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde, Kıbrıs’taki taraflar arasında çözüme yönelik müzakereler devam etmekteydi. Hatta BM yetkililerinin bu görüşmelerden umutlu olduğuna dair açıklamalar da hemen her gün basına yansımaktaydı.
Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan sondaj krizinin aslını, fiili olarak olmasa da resmi olarak Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla adanın tamamını temsil eden Kıbrıslı Rumların, bir süre önce adanın 185 km. güneyinde Afrodit adı verilen bölgede zengin doğalgaz kaynaklarının olduğunu tespit etmesi ve bu bölgeyi kendi münhasır ekonomik bölgesi içerisinde görerek sondaj çalışmalarına başlamak üzere Noble Energy adlı Amerikan sermayeli bir şirketle anlaşması teşkil etmektedir. Kıbrıslı Rumlar, bu bölgeye ilişkin sondaj çalışmalarına başlamadan önce Mısır, Lübnan ve İsrail ile münhasır ekonomik bölgelerin tespit edilebilmesine yönelik antlaşmalar da yapmış ve özellikle İsrail ile sondaj konusunda beraber hareket etmeye karar vermişlerdir. Bu çerçevede Kıbrıslı Rumların anlaştığı Noble adlı Amerikan şirketi ile İsrail menşeli Delek Şirketi, iki ülkenin ilan ettikleri münhasır ekonomik bölgeleri üzerinde ortaklaşa olarak çalışmalara başlamışlardır.
Türkiye ise, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs’ın tek hakimi gibi hareket ederek adanın güneyindeki doğalgaz yataklarına ilişkin sondaj çalışması başlatmasının karşısında yer almaktadır. Türkiye’nin itirazlarının temelinde, Kıbrıslı Rumların adanın tamamını temsil etmemesi ve adanın güneyindeki doğalgaz yatakları üzerinde Kıbrıslı Türklerin de payının bulunması yatmaktadır. Zira Kıbrıs Cumhuriyeti resmi adıyla tanınan Güney Kıbrıs Rum Kesimi, sondaj çalışmaları sonucunda ortaya çıkarılacak doğalgazdan sağlanan gelirden Kıbrıslı Türklere hakkı olan payı vermeyi düşünmemektedir. Bunun yanı sıra Türkiye, KKTC’nin de münhasır ekonomik bölge ilan ederek Doğu Akdeniz’de sondaj çalışması yapma hakkının bulunduğunu belirtmektedir. KKTC, Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmadığı için münhasır ekonomik bölge ilan etme hakkına sahip görülmemekte, Kıbrıslı Rumların yaptığına benzer bir sondaj çalışması yapamamakta, bu yönde uluslararası şirketler ile görüşmeler yürütememektedir. Başta Kıbrıslı Rumlar olmak üzere AB, İsrail, Rusya ve hatta ABD gibi aktörlerin yaptıkları siyasal ve ekonomik baskılar, uluslararası enerji şirketlerini KKTC ile birlikte hareket etmekten alıkoymaktadır. Türkiye, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip ülkenin kendisi olduğunu da belirterek, Güney Kıbrıs ve İsrail’in giriştiği sondaj çalışmalarının bölgedeki Türk çıkarlarına da aykırı olduğunu kaydetmekte ve müdahale etme hakkını saklı tuttuğunu belirtmektedir.
Aslında bu sorunun belli bir süreç içerisinde olgunlaştığı söylenebilir. Nitekim Kıbrıslı Rumlar, 2009 yılından bu yana Doğu Akdeniz’de ilan ettikleri münhasır ekonomik bölgede sondaj çalışması yürüteceklerini belirtmekteydiler. Bu yönde Mısır, Lübnan ve İsrail ile yapılan antlaşmalar Türk Basını’nda fazlaca yer kaplamamış olsa da, Türk Dışişleri’nin tepkisini çekmişti. Türkiye’nin bu noktadaki en önemli eksiği, Ortadoğu’da artan etkinliğini kullanarak Mısır ve Lübnan gibi ülkeler nezdinde Kıbrıslı Rumların münhasır ekonomik bölge tespitine ilişkin girişimlerini önleyememektir. Yine Türkiye de, tıpkı Rumların yaptığı gibi Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge tespitine giderek ve KKTC ile kıta sahanlığı antlaşması yaparak doğalgaz sondajına ilişkin çalışmalara başlayabilir, sorunun ayyuka çıkmasının ardından bölgeye gönderilen Piri Reis adlı sismik araştırma gemisini çok daha önceden bölgeye göndererek Rumlara gözdağı verebilirdi. Ne var ki, Türkiye sorunların çözülebilmesi noktasında sorumlu bir anlayış gösterdiği için, Kıbrıs ekseninde gerginliğin daha da artmasına yol açacak ve taraflar arasındaki uzaklığı daha da arttıracak eylemlerde bulunmaktan kaçınmıştır. Türkiye, Kıbrıslı Rumların aksine, Kıbrıs Sorunu’nun çözümünü arzuladığı ve Kıbrıs Sorunu çözülmeden Doğu Akdeniz’de paylaşım mücadelesine girişmenin gerginliği ve çatışmayı beraberinde getireceğini bildiği için Kıbrıs ve Doğu Akdeniz ekseninde paylaşım mücadelesine girişmemiştir.
Kıbrıslı Rumların, Doğu Akdeniz’de sondaj ekseninde ortaya koydukları çatışmacı tavrın arkasında başka unsurlar yatmaktadır. Bilindiği gibi Kıbrıs Sorunu’na çözüm bulabilmek için, BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde Kıbrıslı Rum lider Dimitris Hristofyas ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu arasında müzakereler devam etmektedir. Müzakerelerin başlangıcı esnasında adadaki taraflar arasındaki görüşmelerde Ekim 2011’e kadar sonuç alınamaması halinde BM Genel Sekreteri’nin devreye gireceği ve 2012 yılı başı itibarıyla sorunun çözülmesini sağlayacak bir planı taraflara sunacağı ifade edilmişti. Gelinen noktada herhangi bir anlaşmanın sağlanamadığını ve BM Genel Sekreteri’nin devreye girmek üzere olduğunu görüyoruz. Ancak Kıbrıslı Rumlar, BM Genel Sekreteri’nin devreye girmesini ve sorunun BM ekseninde çözülmesini istemedikleri için, çözümü ertelemeye ve dikkatleri başka noktalara çekme çabası içerisine girmişlerdir. Doğu Akdeniz’de gerginliği arttırmak bu işlevi görebilecektir. Rumların hedefi, 2012 Temmuz’una kadar oyalama taktiği izlemek ve AB Dönem Başkanı olacakları bu tarihten itibaren Türkiye’yi AB aracılığıyla zorlamaktır. Bunun yanı sıra Kıbrıs Rum Kesimi’nin ekonomik anlamda ciddi bir kriz içerisine girdiğini ve özellikle Yunanistan’daki krizin adaya da yansımasından çekindiğini görüyoruz. Temmuz 2011’de donanma üssünde yaşanan patlama sonrası ortaya çıkan altyapı harcamaları Rum halkının belini bükme potansiyeline sahiptir. İşte bu noktada doğalgaz kaynaklarından elde edilecek gelir Kıbrıslı Rumların sondaj çalışmalarına olan ilgisini ve desteğini arttırmaktadır. Güney Kıbrıs Hükümeti, sondaj çalışmalarına başlarken halkın ekonomik sıkıntılara olan tepkisini dindirmeyi ve dış politika silahını kullanarak ulusal bütünlüğü sağlamayı da hedeflemiştir. Türkiye ile İsrail arasında gerginleşen ilişkilerden yararlanarak, İsrail ile işbirliği yapabilmek ve Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs-İsrail-Yunanistan İttifakı’nı kurabilmek de Rumların hedefleri arasındadır. Zira aynı çabayı ve isteği İsrail tarafında da görüyoruz. Nitekim İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman, kendileriyle diplomatik ilişkiyi en alt düzeye indiren Türkiye’yi başta PKK ve Kıbrıs Sorunu olmak üzere çeşitli alanlarda sıkıntıya sokacaklarını bir süre önce dillendirmişti. Güney Kıbrıs-İsrail İşbirliği böyle bir çabanın ürünü olarak da görülebilir.
Doğu Akdeniz’deki gerginliğin artmasının İsrail ve Kıbrıslı Rumlar dışında hiç kimsenin işine gelmeyeceği ortadadır. Arap Baharı dalgası nedeniyle zaten oldukça hareketli olan bölgede Türkiye’nin de içerisinde yer alacağı bir çatışmanın bölgeyi ateş çemberine alacağı da görülebilmektedir. Bu nedenle başta ABD olmak üzere, Kıbrıslı Rumların geleneksel temsilcisi Rusya ve Kıbrıslı Rumları 2004’te birlik içerisine alarak sorunun tarafı haline gelen AB’nin sorunun çözülebilmesi ve gerginliğin azaltılabilmesi noktasında harekete geçmeleri gerekmektedir. Nitekim Başbakan Erdoğan da bu gerekliliği BM’de yaptığı konuşma esnasında açıkça vurgulamıştır. Sondaj krizinin çözümü noktasında üzerinde durulması gereken iki çözüm önerisi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Rumların yapacağı sondaj neticesinde çıkarılacak doğalgazdan Türk tarafına da eşit bir pay verilebilmesidir. İkinci çözüm önerisi ise, Türkiye’nin KKTC ile yaptığı kıta sahanlığı antlaşmasının tüm dünya ve Rumlar tarafından kabul edilmesi ve Doğu Akdeniz’de Türkiye-KKTC ortaklığındaki sondaj çalışmalarına uluslararası enerji şirketlerinin katılımına izin verilmesidir. Kuşkusuz her iki tercihin de Kıbrıs Sorunu’nun çözümü noktasında sürecin ne yöne ilerleyeceğine ilişkin simgesel bir değeri olacaktır.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi İİBF
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi