Doç. Dr. İsmail Ermağan ile Göç ve Avrupa Üzerine Röportaj

Röportaj konuğum Doç. Dr. İsmail Ermağan, lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde gerçekleştirdikten sonra 2002 yılında Hamburg Üniversitesinde yüksek lisans yapmış, 2007 yılında ise Erfurt Üniversitesinde doktorasına başlamıştır. Yüksek lisans tezinin konusu “Almanya’daki Türk Göçmenlerinin Toplumsal Uyumu” iken doktora tezi ise “Türkiye’de AB Şüpheciliği – CHP, MHP ve AKP’nin Tutumları” konusu üzerinde olmuştur. Hali hazırda İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde akademisyen olarak görev yapmakla birlikte özellikle son yıllarda akademik literatüre kazandırdığı oldukça önemli çalışmalar da bulunmaktadır.

 

1- Potansiyel göçmeni göçe iten başlıca faktörler sizce nelerdir?

Bu konuda dikkatimizi vermemiz gereken iki ayrım söz konusudur: dünyada göçün nedenleri ve bölgeden bölgeye göçü tetikleyen değişen faktörler. Hepimiz dünyanın en çok göç eden ülkeleri arasında Suriye’nin olduğunu bilmekteyiz. Suriye, 24 milyonluk nüfusa sahipken 6 milyonu iç, 6 milyonu da dış göç olmak üzere 12 milyonluk bir insan göçüne maruz kaldı. Burada en temelde iç savaş kaynaklı bir göç süreci olduğunu gördük. Afganistan, iç huzurunu bulamadığından dolayı siyasi istikrarsızlıkların da etkisiyle göç veren ülke konumuna geldi. Afrika’daki göçlerde ise bölgedeki fakirlik ve siyasi huzursuzlukların yarattığı istikrarsızlıklar başta olmak üzere tarihsel sürecindeki “kolonyalizm” yansımalarıyla yaratmış olduğu düzensizliğin getirisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Asya Pasifikte ve Orta Asya’da yaşanan göçler ise genelde ekonomik kaygılar ve parasızlık sebepli. İnsanlar karınlarını doyurabilecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri, ekonomik-siyasal-kültürel açılardan rahat edebilecekleri yerlere gitmek isterler. Bu bazen legal yollardan olurken (başvuru süreci vs.) bazen de illegal yollardan gerçekleşir. Bu bahsettiklerimle beraber ana kapsamda; siyasal, ekonomik ve kültürel faktörler göçmeni göçe iter.

 

2- Avrupalı Devletlerin “göç ve göçmen” konusunda yaşadığı sorunlarla geçen bu süreç, gelecekte AB’yi nasıl şekillendirir?

Avrupa Birliği ve göç dediğimizde tarihsel geçmişteki birkaç vurucu konudan bahsetmek gerek. Birincisi kavimler göçü, “barbar” diye genel bir nitelendirmede bulunacağımız toplulukların bölgesel fetihleri ve Osmanlı fetihleri. Bütün bunlar Avrupalının beyninde bir bellek yarası açmıştır. Bu bellek yarası ise günümüzde göçlere karşı bir sorun algısı taşımaktadır, kısacası bu sorun algısı tarihinden gelmektedir. Avrupalılar bellek yaralarını halen aşabilmiş değiller. Fakat 2.Dünya Savaşı sonrası Avrupa büyük insan kaybı yaşadığı için insan ihtiyacı duymuştur. Örneğin, Almanya üzerinde oluşturma gereksinimi duyduğu misafir işçi programları bu insan kayıpları sonucunda ortaya çıkmıştır. İtalya’dan Yugoslavya’ya ve Türkiye’ye kadar bu programlar dahilinde göçmen işçiler Almanya’ya göç etmişlerdir. Soğuk Savaş sürecinde ve sonrasında yine bu devletlerin kolonyal olarak yönettiği farklı coğrafyalardan Avrupa’ya gelen göçmenler oldu. Mesela, 300 yıl Endonezya’yı yönetmiş Hollanda’ya o coğrafyadan göçmenlerin gelmesi buna bir örnektir. Daha sonrasında yine farklı bir örnek olarak Latin Amerika’da Surinam’dan gelenleri gösterebiliriz… Hindistan-Bangladeşli göçmenlerin Avrupa devletleri içerisinde en çok İngiltere’de oluşu da yine tarihsel etkileşim kaynaklıdır.

Yani tüm bunlar, Avrupa’nın kolonyal süreciyle alakalı geri dönüşler olarak karşımıza çıkmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında da Avrupa özelinde farklılıklar mevcuttur. Savaş bitse de düşman şekil değiştirmiştir. Artış Avrupa için eriyen demografiler, ilerlemesi gereken insani kalkınma ve istihdam sorunu söz konusu. Almanya’nın bile yetişmiş beyne ihtiyacı var ve bu insani sermaye açığını “kontrollü göç” yoluyla kapatmaya çalışmaktadır.

 

3.a-  Lisans sonrası eğitimini Almanya’da gerçekleştirmiş biri olarak, Almanya’nın beyin göçünde hedeflenen ülke olması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Almanya üzerinde çok yazı yazan, araştıran, bir dönem orada yaşamış ve orada doğmuş birisi olarak şunu söyleyebilirim. Türkiye’nin kendisini bazı basın yayın organlarınca Almanya’yla kıyasladığını görüyorum. Bunun yanında “Almanya bizi kıskanıyor,” gibi söylenen masallar var ve bu masallarla kendimizi kandırmamamız gerekir. Oxford 2020 Raporunda, dünya genelinde yapay zekaya yatırım yapan ilk beş devlet arasında Almanya var. 1870-1910 yılları arasında dünyanın ikinci büyük sanayi hamlesini yapan ve röntgen cihazlarını bulan da Almanya’ydı. Fakat her zaman şartlar onlar için bu kadar iyi değildi. Trajik dönemler de yaşadılar, özellikle Hitler’in Yahudi karşıtı hareketlerinin içerisinde yetişmiş Yahudi bilim insanlarını kovması söz konusu olmuştu. Şu an patent sayılarında da geriye gidiş görüyoruz. Ama yine bakıyoruz Pfizer aşısını yapan bir Türk kökenli.

Almanya dünyada hem dijital dönüşümde, hem artık yapay zekaya ayırdığı bütçe ile en başta gelen ülke olmasa da ilk sıralarda yer almakta. 3 milyon Türkiye kökenli insan orada. Türk sermayesine sahip, Türk-Alman iş adamlarına sahip ve bu kişiler oranın gelişmişliğinden nasiplenmeliler, oradaki etkileşimi de Türkiye ile sağlamalılar. Öğrenciler sadece ABD’yi ve Kanada gibi ülkeleri değil, Almanya’yı da düşünmeliler.

Fakat Almanya’nın ABD ile karşılaştırılacak bir çizgiye sahip olmadığını da belirtmeliyiz. Siber güvenlik, siber altyapı konuları olsun; uzay bağlamında Space X kadar bile olmadıklarını söyleyebilirim. Ama bunlara rağmen çok büyük sanayisi ve dünya çapında ünlü markaları var. Bu büyük sanayiyi ve markalarından sonra dijital dönüşümden nasiplenmezlerse süreç onlar adına dezavantajlı olacak farklı bir noktaya kayabilir.

Zaten şu an Almanya’da da tersine bir beyin göçü söz konusu. Neden tersine peki? İsviçre’ye gidiyorlar, ABD’ye gidiyorlar, Türk kökenlilerin bir kısmı da Türkiye’ye gelmişti. Çünkü internet ekonomisi, internet altyapısı ve dijital sistemleri o kadar iyi değil. ABD ile karşılaştırıldığı zaman muazzam bir fark olduğu görülüyor. Almanya’nın ise karşısında duran büyük bir problem ve bu Almanya’yla beraber zaten bütün Avrupa ülkelerinde görülüyor. Örneğin bu dijital dönüşümde Avrupa’da en ileride olan ülke İngiltere. Almanya arkasından geldiğinden dolayı bu sorunu, dışarıya doğru beyin göçünü çözmesi lazım. Ama unutmamak gerekir ki dışarıdan da her zaman Almanya’ya talep var.

 

3.b- Türkiye beyin göçü meselesinde hedef ülke olmak konusunda kendisini ne şekilde geliştirebilir?

Az önce üzerinde yoğunlaştığımız dijital dönüşüm hamlesini yakalamaya yönelik düzenlemelerin alınması gerekiyor. Bununla beraber Türkiye’ye; Gürcistan’dan, Nijerya’dan, Afganistan’dan yetişmiş tabakadan insanlar gelirken Finlandiya’dan, Japonya’dan insanlar gelmezlerse yakalamaya çalıştığı dijital dönüşüm de, endüstri 4.0 da yalan olur.

Altyapının kurulması lazım, bu bakımdan Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi ve Sanayi bakanı Varank her ne kadar emek sarf etseler de ülkenin topluca buna hazırlanması lazım. En son uzay hedeflerini gördük. Bu hedefler sadece göstermekle olmuyor, alt yapıyı değiştirmek lazım, özgür bir eğitim sistemi olması lazım. Özgür eğitimin sağlayacağı fikir üretimi ile işliyor bu olaylar. Fikir üretirken de insanların bağımsız şekilde düşünmesi lazım.

Bunların yanında Türkiye’nin matematik adına olduğu nokta raporlara, çalışmalara ve verilere yansıyor. Bu veriler değişmediği sürece rekabet seviyesinde durum Türkiye aleyhine olur. Türkiye’de rekabet seviyesinin düşük olduğunu gören insanlar nerelere gidiyor; Silikon Vadisi’ne gidiyor, İsrail’deki Silikon Vadisi’ne gidiyor, Çin’deki Shenzhen’e gidiyor… Singapur bile Türkiye’den çok daha ileri giden hareketler yapıyor. Birleşik Arap Emirlikleri yapay zeka üniversitesini kurmuş vaziyette. Burada değindiğim örnekleri çoğalttıkça çoğaltabiliriz.

Yani beyin göçü olması için altyapı kurulmalı, büyük projeler üretilmeli, üniversitelerde araştırma merkezleri çok daha özgür ve proje bazlı ilerleyebilmeli, buradaki bürokrasinin yarattığı negatif etkilerin önü alınmalı. Kutuplaşma siyaseti bırakılmalı, insanların farklı kültürlü oluşlarını özümseyebilen çok kültürlü toplum yapılarını içselleştiren bir toplum yapısı ortaya çıkarılmalı.

           

2020 yılında pandemi koşullarıyla beraber Avrupa’ya daha az iltica edildiğine yönelik bir hava oluşmuş olsa da sürecin dinamikleri değişmediğinden bölge devletleri tarafından “mülteci ve sınır krizi” önemi giderek artan bir sorun şeklini almıştır. Bu bağlamda;

4.a- Konu bazında yaşanan gelişmeler ve göçmen sayısı artan Avrupa, “Avrupa şüpheciliğini” güçlendiriyor mudur? Güçlendiriyorsa bunu hangi kanallar vasıtasıyla gerçekleştiriyor?

İngiltere’de Brexit ve sonrasında pandemi sürecinin yansımaları AB adına değişimin ve olumsuzlukların bol bir dönemi olarak yorumlandı. Avrupa Birliği farklı bir örgüt, Almanya’nın ekonomik ve siyasal önderliğinde Fransa’nın arka planında. Bu örgütte ve coğrafyada yenilik/gelişim seslerinin olabilmesini sağlayan küçük aktörler de var. Finlandiya, İsveç, Estonya bu aktörler arasında.

Şimdi en büyük sorun Avrupa’nın içinde büyüyen ve siyasal temsil olmuş “aşırı sağ”. Bu aşırı sağın temsil durumu insanların göçmenlere karşı tutumlarından destek alırken aynı zamanda onu da körüklemekte. Bu bakımdan çok kültürlü medeniyet seviyesinin geriye gitmesi, Avrupa’yı frenleyen en büyük etken, tabi bu mesele ülke bazlı da konuşulabilir.  Almanya’daki AFD partisi var mesela; eyaletlerin birinde seçimleri iktidar partisi kazandı ve AFD ile ilkesel olarak çok farklı yönlerde olan bu parti eyalet bazında beraber çalışma kararı aldı. Bu örnekte iktidardaki partilerin gerektiği yerde ilkesel olarak hiç uyuşmasalar dahi aşırı sağ partiler ile iş birliği içerisinde olabileceğini gördük.

Artık Merkel sonrasında Almanya’ya aşırı sağ bir isim gelirse ve Macron’un İslam’ı hedef almasıyla siyasi olarak aşırı sağ belki puan alabilir ama toplumların gazı bu şekilde yönetilmemeli. Göçmenlerin de elbet görevleri, ödevleri var. Hakları kadar onlar da bulundukları toplumun kültürüne, tarihine, normal vatandaş seviyesinde gayret ve saygı göstermeli. O çok kültürlükten nasiplenmeli. Yoksa aşırı sağın ve “Avrupa şüpheciliğinin” eline koz vermiş olurlar.

Avrupa ekonomik olarak da son dönemlerde biraz gerilese de özellikle gelişmiş ülkelerin bu standartları diğer ülkeler için çok çekici bir etken olarak görülüyor (Afrika, Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya ve Balkanlar üzerinde). Bu çekiciliği ve dış dünyaya sunduğu imaj da aslında Avrupa’yı bir birlik statüsünde tutan faktörlerden. Bu bakımdan Avrupa’da devletlerin her birinin iç siyasetinde daha hararetli tartışmalara ve Avrupa şüpheciliğini destekleyen söylemlerin sıklığına işaret edilse de dikkat edilmesi gereken nokta, dış dünyaya karşı sundukları imajın Avrupa’nın halen lehine olması.

 

4.b- İspanya yoğun göç alan bir Avrupa devleti olarak bilinmektedir. Buna rağmen bölgede diğer ülkelere nazaran göçmene daha olumlu yaklaşmakta ve popülist liderleri ya da söylemleri daha nadir görülmektedir. Peki göçün yarattığı etki bakımından İspanya neden Almanya’dan farklıdır?

İspanya’nın öncelikle hem bulunduğu coğrafya dolayısıyla Cebelitarık Boğazının güneyinde kalan ülkeler ile hem de Latin Amerika coğrafyası ile arasında çok taraflı bir ilişki söz konusu. Ama bunlara rağmen göçmenlerin hedef ülkesi konumunda görülmemektedir. Bu konuda öncelik olarak dünya genelinde ABD, Kanada gibi ülkeler hedef görülürken Avrupa’da ise Almanya hedeftir. Bu sebepten İspanya, Avrupa ülkesi olmasına karşın göç tercihinde bu konjonktürde yer almamaktadır. O yüzden İspanya, Akdeniz etkileşimi olmasına karşılık Suriyelilerin hedef ülkesi konumunda da yer almamıştır.

Hedefte olup olmamasına oranla ülkelerin göç yönetimlerinde farklılıklar da görülmektedir. Bütün Avrupa’da yaklaşık 5 milyon Mağrip kökenli siyahi insan var. Bu kökenden gelen insanların yoğunlaştığı ülke olarak da karşımıza Fransa çıkıyor. Fransa’nın göçmen politikaları ve göç algısına da bu gelişme üzerinden etkileşimler gerçekleşiyor. Fransa kimliği üzerinden “biz hepimiz Fransızız” argümanından yapılanma görülüyor. Almanya’da ise yakın zamana kadar kan bağı üzerinden atanmışlık vardı, bu durum Soğuk Savaş sonrası konjonktüre uygunluk bağlamında değiştirilmişti ve sonrasında da göçmenler adına hedef ülke konumunda oldu.

Yani göçmenlerin yaşamlarını idame ettirecekleri ülkelerin politikalarının daha katı olması normal görülürken şu da biliniyor ki her ülkenin kapıları sonsuz derecede açık değildir. Türkiye’ye açık kapı politikası ile 5 milyon Suriyeli insan geldi. Bu durumu psikolojik olarak, felsefi olarak ya da dinsel olarak farklı yorumlayabilirsiniz ama ekonomik olarak muazzam bir yük, Almanya’da veya Avrupa’da bu sebepten göçmen alımına yönelik Türkiye’nin tam tersi yönünde düşünen insanlar partilerin oluşmasını sağladılar. Almanya’da AFD partisini buna örnek olmuştu.

 

SEMİH ÇİNKILIÇ

Göç Çalışmaları Staj Programı

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...