Röportaj Başlığı: Brexit Sürecinde İngiltere Parlamentosu ve İngiliz Hükümeti’nin Rolü
1) Avrupa Birliği’ne (AB) giriş süreci ile ilgili 1967’de ikinci başvuruyu gerçekleştiren Harold Wilson yönetimindeki İşçi Partisi, 1970’ten sonra bu anlayışını değiştirerek şüpheci anlayışı benimsemiştir. Fakat Tony Blair ve sonrası gördüğümüz İşçi Partisi, AB’ye daha ılımlı yaklaşmış, hatta 2016 referandum sürecinde de İşçi Partisi AB’de kalma yönünde kampanya gerçekleştirmiştir. Bu eksen değişimlerinin sebebi nedir?
AB, bütünleşme süreci içinde İngiltere’yi değerlendirirken sadece 1970’lerdeki değil, 1930’lardaki İngiltere’yi de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. AB bütünleşmesi çok uzun bir siyasi ve ekonomik geçmişe sahip, 1950’lere dayanmıyor. Dünya savaşları arasında birleşme çabaları hız kazandı. Bunun sebebi de bildiğiniz gibi kalıcı barışın sağlanması, savaşların önlenmesi, kan akmamasıdır. Bu hedef yeni bir hedef değildi. Birinci Dünya Savaşı sonrası bu hedef dile getirilmişti. Ancak Avrupa’daki bütün devletler bunu istemedi. Federalistler Avrupa bütünleşmesini desteklediler. Avrupa’daki birçok devlet mensubu fikir önderleri, ekonomik ve siyasi birliklerin iç içe geçmesini savundular. Buna Kalergi ve Spinelli’yi örnek verebiliriz. Diğer mensupların da buna karşı olarak birliğin herhangi bir uluslararası örgütün ötesine geçmemesi, ulus devletin egemenliğinin korunması ve uluslararası egemenlik olmaması gerektiğini söylediler. İngiltere’yi de bu açıdan değerlendirmek gerek. 1930’larda İngiltere’de Avrupa’nın bütünleşmesine sıcak bakan kesimler vardı. Bu kesimler gelecekte AB’ye üye olmayı amaçlamışlardır ve İngiltere’nin de üyeliği hedeflemesinin gerektiğini, ancak uluslararası örgüt olarak sınırlanması gerektiğini vurgulamıştır. Avrupa, uluslar adına topyekûn karar alacak bir birlik mekanizmasına mı sahip olacak yoksa uluslararası örgüt şeklinde mi kalacak? Klasik uluslararası örgüt kavramında üyeler adına karar alan bir mekanizma yoktur. Üyeler, veto gibi haklarla kendi kendilerine karar alırlar. Fakat AB’nin ulus üstü yapısında üyeler adına karar alma yetkisine sahip kurumlar var: Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu. Bu yapı, kısaca bütünleşme içerisindeki bu ulus devlet egemenliğini sulandırma fikri, İngiltere’nin AB’ye şüpheci yaklaşımının temelini oluşturdu. Yine de bu, İngiltere’de her kesim için geçerli değildi. Federalistler olduğu gibi anti-federalistler de vardı. 31 Ocak Brexit referandumu, AB’ye karşı çıkanların zaferi ile sonuçlandı. İngiltere’nin bu anlamda temelde karşı durduğu 2 konu vardı: İlki siyasi bütünleşmenin hızla ilerlememesi, ikincisi de işin ekonomik boyutuydu. İngiltere, tarım sübvansiyonları bağlamında nüfus ve coğrafyadan dolayı çok fazla para ödüyordu. Ülkesinde tarım olmadığı için bu sübvansiyonlardan çok az para alıyordu. Bu sebeple İngiltere, AB’nin kendisini sömürdüğünü düşündü. Muhalefet ve iktidar ne zaman köşeye sıkışsa AB’yi günah keçisi ilan etti veya halkın egemenliğini savunan politikalar gündeme getirdi. İşçi partisinde de benzer politikalar oldu. Bir yandan destekleme bir yandan da karşı çıkma olabiliyordu. Aslında bu, İngiltere’nin AB’ye karşı net bir bakış açısı ortaya koymamasından kaynaklanıyordu. Bu konuda belki yalnız Thatcher’ı dışarıda bırakabiliriz. Kısacası İngiltere’nin iç ve dış politikadaki değişimlerine göre AB süreci hem desteklendi hem eleştirildi. Genel bağlamda baktığımızda İngiltere’nin AB’den çıkış süreci aslında AB’ye girdiği andan itibaren; hatta giremediği andan itibaren başladı da diyebiliriz. Çıkış süreci De Gaulle’ün vetosuyla başladı. De Gaulle’ün İngiltere’nin üyeliğini reddetme sebebi ise İngiltere’nin bir kıta, bir ada devleti olmasıydı. İngiltere’nin bir Avrupa devleti olmadığını, dolayısıyla gelecekte başlarına iş açacağını savundu. Nitekim dediği gerçekleşti, AB’nin karar alma mekanizması kilitlendi. Çünkü İngiltere hiçbir zaman veto hakkının elinden alınmasını ve AB’nin kendi adına karar almasını istemedi. Bu durum AB’yi hem iç hem dış politikada ciddi şekilde sekteye uğrattı. Hatırlarsınız ki AB’ye gelen en büyük eleştiri, Bosna’da ve diğer bölgelerde olduğu gibi küresel meselelerde hızlı hareket edememesidir. Çünkü karar alınması için 28 devletin onayı gerekmektedir. Ancak İngiltere hiçbir zaman kendisini AB’nin bir parçası olarak görmedi ve kendi isteği dışındaki kararlara destek olmadı. De Gaulle’ün de aslında vurgulamak istediği İngiltere’nin “transatlantik”, yani ABD ile ilişkilerine AB ile ilişkilerinden daha çok önem vermesidir. İngiltere, ABD ile çıkarlarını her zaman AB’den ve AB çıkarlarından önde tuttu, bu da AB’yi yavaşlattı. Blair’e baktığımızda ise o, Irak işgalinde AB ve Almanya ile taban tabana zıt bir politika izledi. İç ve dış politika ekseninde İngiltere siyasi partileri genellikle karşı olmakla beraber, hiçbir zaman AB’den çıkmaya Cameron kadar veya Cameron’ın yaptığı yanlış kadar yaklaşmadı. Sonucunda ise İngiltere bugünkü durumuna geldi.
2) Olaya Muhafazakârlar çerçevesinden bakarsak, 1973 yılında Britanya’nın Ortak Pazar’a girmesini sağlayan Edward Heath yönetimindeki Muhafazakâr Parti’nin, Thatcher döneminin de etkisiyle günümüzde Boris Johnson yönetiminde AB şüphecisi konumunda yer aldığını ve birlikten çıkmak için büyük çaba sarf ettiğini gördük. Muhafazakâr Parti’nin tavrı neden keskin bir değişime uğramıştır?
Tek başına parti politikası değil fakat temel nedeni uluslararası politikadaki değişimlerdir diyebiliriz. Söz konusu dönemlere baktığımızda uluslararası örgütlenmenin arttığı ve devletlerin işbirliğine açık olduğu bir dönem görülüyor. Henüz soğuk savaşın adı konmamış ama devletlerin belirli kutuplar içinde hareket etmeye çalıştığı; hatta kendi gücünü tarttığı dönemlerdir. Johnson’ın dönemine bakarsak, bambaşka bir tablo ile karşılaşmaktayız: Göçmen tartışması, küresel ekonomik kriz, AB’nin kendisine bir yol çizemediği bir süreç, uluslararası konjonktürde AB’nin tartışılması ve özellikle ekonomik anlamda eleştirilmesi gibi konular hâkimdir. Hem üye ülkelere hem aday ülkelere bakarsak siyasal partilerin benzer şekilde mevcut süreçten oy devşirmeye çalıştığı bir dönem görüyoruz. Johnson bunu iyi kullandı. Çünkü Johnson bunu üretmedi, süreci elinde buldu. Referandumu kendi yapmadı ama o sonucun üzerine giderek oy topladı. 31 Ocak’ta yaptığı açıklamada halkın verdiği kararı yerine getiriyoruz dedi. Bunun üzerine politika inşa etti ve bunda başarılı oldu. Aslında ikinci bir referanduma gidilseydi belki de Johnson elindeki gücü kaybedecekti. Çünkü referandum parlamentoda çok söz konusu oldu. Kolay bir süreç değildi. Bunun nedeni şudur: Cameron bir karar aldı, insanlar da o dönem AB’ye kızgınlıklarından dolayı Cameron’ın yanında durdu. Ancak daha sonra AB’den çıkmanın onlar için de dezavantajlı sonuçlar doğuracağını anladılar. Parlamentoda çok zorlu oylamalar geçti. Brexit olmaması daha olasıyken, Johnson’ın adımlarıyla bir şekilde durum tersine döndü. Dahası Brexit’in nasıl gerçekleşeceği belli değil. Liderlerin ve politikacıların takip ettiği bazı politikalar var ama Johnson’ın şansı, uluslararası konjonktürün buna yardım etmesi oldu. Dünyadaki ekonomik çalkantılar Johnson’ın rüzgârı arkasına alarak hareket etmesini sağladı. O sebeple diğer dönemlerle karşılaştırma yapmamız biraz sıkıntılı olabilir. Çünkü aynı sahada top oynamadılar. Dolayısıyla birinin daha kolay diğerinin ise daha zor bir politika ile karşı karşıya kalması mümkündü. Ancak İngiltere’de her zaman biz AB’ye para veriyorsak bundan biraz gelir elde edelim ya da en azından çok büyük zarar etmeyelim düşüncesi hâkimdi. İngiltere, sübvansiyonlardan para alamadığını belirtiyordu. İtalya, Portekiz, Yunanistan gibi Akdeniz ülkeleri ve daha sonra genişlemelerle gelen düşük refahlı ülkeler mali yük getirdi. Bunların finansman yükü büyük oranda İngiltere’nin üstündeydi. Thatcher da aynısını söylüyordu, yani ayrılığı tarım sübvansiyonlarına yormasının temel nedeni ondan ne elde ettiğiydi ve bu yüzden İngiltere’de her zaman bu bir tartışma konusu oldu. AB’de her zaman bir yabancı düşmanlığı vardı ama kriz ve göç artınca bundan faydalanacak kesimin etkisi daha fazla artmaya başladı. İngiltere de benzer bir süreç yaşadı. İngiltere’de iç sıkıntılar arttıkça AB’ye karşı olan şüphecilik arttı ve destek azaldı. Bunu da siyasetçiler kendi çıkarlarına göre kullandılar.
3) “Demir Leydi” adıyla da bilinen Margaret Thatcher’ın AB’ye karşı sert ve taviz vermeyen tutumu ikili ilişkileri nasıl etkilemiştir? Thatcher’ın, Komisyon Başkanı Fransız Jacques Delors ile işçi hakları konusunda karşı karşıya gelmesinin Britanya- AB ilişkileri ve Brexit süreci açısından ne gibi etkileri olmuştur?
Thatcher’ın politikaları aslında liberal politikalardır. O dönem de çok ciddi liberal politikalar takip edilen bir dönemdi. Dediğimiz gibi bu damar Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerinde de var. Bu damar dediğimiz ulusalcılık damarı, ulusal egemenliğin ön planda tutulduğu ve ulusal egemenliğin ileriki zamanda sulandırılmasına karşı olan bir yaklaşımdır. İngiltere, siz uzun dönemde birleşik federal bir yapı düşünüyorsanız biz yokuz dedi. Kendi ulusal kimliğini, varlığını, aidiyetini birinci aşama olarak gördü. Aslında Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde de yaşadığımız bir sorun var. Bu sorun hem aday olmak isteme hem kuralları kendine göre koyma sorunudur. Benzer şekilde bu İngiltere’de de var. Birliğin içerisinde ama oyunun kurallarını kendi koymak istedi. Şu an AB ile yapılan anlaşmayla İngiltere hem birlikten ayrılmak istiyor hem de bunun kurallarını kendi koymak istiyor diyor. Aslında 2020’den 1970’lere gittiğimizde, İngiltere hep oyunun kurallarının kendisine göre oynanmasında diretiyor. Ayrılmasının temel nedeni de bu. Thatcher’ın komisyon ile yaşadığı sıkıntının benzerini bugün müzakerelerde görüyoruz. Thatcher, İngiltere çıkarlarını ön planda tutarak AB ile ilişkilerini geliştirmeyi istemişti. Bugün de aynı durum var. Zaten ayrılma isteğinin temel nedeni de buydu. Lizbon Antlaşması’nda AB’den çıkılması kararının anayasada var olmasının nedeni de İngiltere’dir. İngiltere bunu planladı, belki de yakın zamanda çıkarım diye düşündü. Lizbon Antlaşması’na o yüzden öyle bir madde ekletmişti. Dolayısıyla Thatcher’ın politikalarının bugüne etkisi vardır. Fakat bu Thatcher’ın politikası mı yoksa İngiltere devlet politikası mı onu iyi irdelemek lazım. İngiltere’nin AB’ye ve ulusal egemenliğe bakış açısı birçok Avrupa devletinden çok farklıdır. Zaten ayrılma sürecinde bunu çok net gördük. Brexit müzakere sürecinde de öyle. Sonuçta İngiltere’nin tezahür ettiği AB ile Fransa, Belçika, Almanya’nın tezahür ettiği AB arasında çok büyük bir fark vardır. İngiltere, ekonomik açıdan birbirine yakınlaşmış ama siyasi bütünleşme açısından tamamen düşük yoğunlukta bir AB istedi. AB’de ekonomik bütünleşme ilerledi, parasal birlik de sağlandı. Artık siyasi bütünleşme, yani “Avrupa Birleşik Devletleri” tabirini kullanmaya başladı. İngiltere de bunun üzerine öyle bir birlik içinde olmayacağını söylemeye başladı. Thatcher da bu söylemleri benzer şekilde dile getirdi. Bu aslında anlaşamadığı konuların ortaya çıkış süreciydi. O yüzden bugünkü İngiltere’nin bakış açısı bu çerçevede gelişmiştir. Yani ekonomik ve siyasal bütünleşmeyi İngiltere ve AB nasıl gördü, nasıl algıladı sorusunu sormak gerek. Bu ilişkiler zorunlu bir birlik, ekonomik ve siyasi çıkar olarak devam etti. Ancak ne zaman ki AB, ben artık küresel aktör kimliğimi gerçekleştirmek, daha etkin bir aktör olmak ve ABD ve Çin’in karşısında daha güçlü bir AB olmak istiyorum dedi, o andan itibaren sorunlar yaşandı. Bunun içerisine anayasal anlaşmayı, Lizbon Antlaşması’nı eklemek lazım. Bunların hepsi aslında bir niyetti, o niyet de “Avrupa Birleşik Devleti”nin yaratılması fikriydi. Federalistler bu niyette ancak AB üyesi devletler bu niyette değildir. Bunun da en somut göstergesi İngiltere oldu. Thatcher ve İngiltere politikalarına baktığımızda Brexit boyunca pek de şaşırılası bir süreç yaşanmadı.
4) Tony Blair ve Gordon Brown dönemlerinde tartışılan “AB Anayasası” fikri ve devamında gelen Lizbon Antlaşması ülkede AB karşıtlığının artmasına sebep olmuş mudur? Bu gelişmeler bir sonraki Başbakan Cameron üzerinde baskı yaratmış mıdır?
2005 yılında, o zamanlar “AB Anayasa Taslağı” denen ve başında Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’nın bulunduğu AB Konvansiyonu’nun ortaya konduğu taslak, kurucu üyelerden olan Fransa ve Hollanda’nın vetosuyla reddedildi. Bu AB bütünleşmesini ciddi anlamda sekteye uğrattı. “AB parçalandı, bölündü, mahvoldu” şeklinde haberler vardı. 2005’teki referandumdan hayır çoğunluğu alınca AB, 2007 yılına kadar anayasa kelimesini ağzına almadı. Bunun nedenlerine baktığımızda, ilk olarak iç politikada karar alan mercilere yönelik tepkiler vardı. Fransa ve Hollanda’da hükümetlerin aldığı kararlar tatmin edici değil, dolayısıyla insanlar ekonomik olarak hükümetlerden memnun değildi. Bu tepkiler “anayasaya hayır” diyerek gösterildi. Özünde bu durum, iç politikanın etkilediği bir AB tepkisiydi. İkinci olarak da Brüksel’e duyulan bir tepki vardı. İlk sebep olarak İngiltere’nin yanında Fransa ve Hollanda da her şeyi Brüksel yapacaksa biz meclisleri ve bayrakları kapatalım şeklinde tepkilerini dile getirdiler. Özellikle Fransa’da Marine Le Pen, Hollanda’da Geert Wilders, Avusturya’da Heinz-Christian Strache Avrupa’da ciddi bir AB karşıtlığı kampanyası yürüttü. İngiltere’de de UKIP (United Kingdom Independence Party) bu kampanyayı takip etti. Sonuçta 2 ülke reddetti. İkinci sebep ise Türkiye’nin adaylığı meselesiydi. Türkiye hızlı bir şekilde süreçte ilerliyordu. 3 Ekim 2005’te müzakereler başladı ve Türkiye’nin AB üyeliği ciddi bir şekilde gündemdeydi. AB şüphecileri ise anayasaya evet denirse Türkiye’nin otomatik olarak AB’ye gireceği yönünde propagandalar yaptılar ve bu söylem çok tutuldu. Bu nedenlerden dolayı önce Fransa ve Hollanda daha sonra İrlanda anayasayı reddetti. Polonya ve Çek Cumhuriyeti bu devletler evet diyene kadar evet dememe kararı aldı. En nihayetinde anayasanın yürürlüğe girebilmesi için her devletin onaylaması gerekiyor. Daha sonrasında Lizbon Antlaşması yapıldı ve anlaşma yürürlüğe girdi. Bu tabii ki AB’deki her siyasal iktidar üzerinde baskı yarattı. Bugün hala o sürecin etkilerini görüyoruz. AB, birleşik devlet olamadıysa veya anayasasında bayrağını ve marşını tarif edemiyorsa yani bir federal devleti belirleyecek simgelerden yoksunsa bunun nedeni anayasa taslağının reddedilmesidir. Bu İngiltere’de çok büyük bir mutlulukla karşılandı tabii ki. Çünkü İngiltere, bir siyasi bütünleşmeyi istemiyordu. Bu Cameron’ın üzerinde baskı yaratmaktan çok AB karşıtlarının elini güçlendirdi. Brexit’ten sonra Frexit (Fransa), Grexit (Yunanistan) gibi meseleler gündeme geldi. Bu moda kavram her ülke için kullanılmaya başlandı. Çünkü bunun mümkün olduğunun farkına varıldı. Referandum sonrası diğer ülkelerde de böyle bir endişe oluştu. Devletlerdeki AB muhalifi iktidarlar, bu söylemi daha rahat kullanmaya başladı. Cameron da buradan güç alarak belki de hiç istemediği bir sonuç elde etti, yani belki de referandumun sonucunun hayır çıkacağını düşündü. Cameron referandum öncesi bu süreci baskı altında değil, isteyerek yönetmiş oldu. Baskı altına ancak referandum sonunda girdi.
5) David Cameron’ın tekrar iktidara gelebilmek amacıyla 2015 genel seçimlerinde “referandum” sözü vermesi ve bu referandum sonucunda Brexit sürecinin başlaması sizce Muhafazakârlar açısından bir strateji hatası mıydı?
Cameron için bir strateji hatası olabilir ancak Muhafazakârlar için değil. Sonuçta Muhafazakârlar istediğini bir şekilde elde etmiş oldu. Muhafazakâr derken parti içindeki şüphecilerden bahsediyorum. Muhafazakâr Parti içerisinde, AB içinde kalmak isteyenler de vardı. Cameron için ise onun siyasi hayatını sona erdiren bir süreç oldu tabii. Çünkü sonraki gelişmeler Cameron’ı ayakta tutamadı. Aslında AB’yi de biraz rahatlattı bu süreç. AB daha rahat bütünleşebilirdi. Çünkü “çok vitesli Avrupa, çekirdek Avrupa” kavramları konuşulmaya başlanmıştı. Bunun bağlamda İngiltere, dış çeperde yer alıyordu ve AB ondan kurtulmuş oldu. İngiltere, ticari antlaşmalarına çok önem veriyordu ama AB İngiltere’ye serbest ticaret anlaşması yaptırmıyordu. Ülkelere yaptırmıyor daha doğrusu. Durum böyle olunca İngiltere rahatladı ve ABD ve diğer ülkelerle ilişkilerinde AB şüphecilerinin istediği bir duruma gelmiş oldu. Buna zafer veya başarı diyebiliriz ancak bütün bu simülasyonlara baktığımızda her iki taraf da çok büyük kayıp yaşayacak. Ticari müzakereler devam ediyor ve iki taraf da birbirini suçluyor. Bu müzakereler bir süre daha uzayacak gibi görünmektedir. Özellikle pandemi bu süreci uzattı. Fakat bu süreçte İngiltere’de AB şüphecileri önemli bir başarı elde etti.
6) Britanya halkının 2016 referandumundan sonra internet üzerinden “Avrupa Birliği nedir?” araması yapması kamuoyunda gündem olmuştu. Sizce Britanya halkı bilinçsiz bir şekilde mi oy kullandı? Konuya daha hâkim bir seçmen kitlesi olsaydı yüzde 52’ye 48’lik oy oranı değişir miydi?
Bu farkındalıkla ilgilidir. İngiltere’de sonuçlar çıktıktan sonra halk tarafından yeniden referandum yapılsın dendi. Çünkü halk, ne olduğunun farkına vardı. Ciddi bir şekilde AB’den çıktıklarını fark ettiler. Benzer bir durum diğer birçok ülkede de var. İnsanlar AB’nin tam olarak ne olduğunu bilmiyor. Erasmus programlarını biliyor, projeleri biliyor, serbest dolaşımın farkında, serbest çalışmanın farkındadır. Aslında AB’deki insanların çoğu Avrupa vatandaşlığı kavramını çok iyi bilmiyor. Bugün insanlar Şampiyonlar Ligi resmi marşına AB marşından daha bağlıdır. Bunun nedeni AB vatandaşlığı kavramının tam olarak anlaşılmamasından kaynaklı. Bu İngiltere’de daha düşük oranda: Araştırmalara veya Avrupa Parlamentosu’na katılım oranlarına baktığımızda çok net görülüyor ki AP’ye katılımda 1979’dan beri düzenli bir düşüş vardır. Bu İngiltere adına biraz daha fazla seviyededir. Çünkü insanlar farkında olduğu ve günlük hayatlarında çok fazla ilgilendikleri bir durum değildir. Özgürlüklerine, hayat standartlarına, maaşlarına, vizelerine, gezmelerine önem veriyorlar. Dolayısıyla İngiltere halkı bunları kaybedeceğini düşündüğü andan itibaren tekrar referandum istemeye başladı. Bence Türkiye’deki gençler bu konuda daha bilgili çünkü sürekli AB üzerinde çalışıyorlar. Ben AB gençleri içerisinde AB’ye ilişkin bu kadar bilgi birikimi ve farkındalığın olduğunu zannetmiyorum. Bu sebeple İngiltere’de durumlar böyle sonuçlandı, yani bilinçsizlik doğru bir saptamadır.
7) Theresa May’in Avrupa Birliği ile yaptığı ve uzlaşıya vardığı anlaşmayı İngiltere Parlamentosu’ndan geçirememesi ve devamında istifasına neden olması Brexit sürecini uzatmış mıdır?
Muhakkak uzattı. Kamuoyunun da kafası çok karıştı, AB ve İngiltere’nin de kafası çok karıştı. Hatta yeniden referanduma gitmek istenmesi bu süreç içindeydi zaten. Halk evet dedi ama büyük olasılıkla neye evet dediğinin farkında değildi. Avam Kamarası da bunun zararlı olacağını düşündü. O yüzden sonuna kadar bu süreci yavaşlattı. Tekrar referanduma gidilseydi, bence sonuç hayır çıkacaktı. İlkinde hayır çıkıp, ikincisinde evet çıkması için bunu yapabilirlerdi fakat evet çıktığı için ikinci bir referanduma gitmediler. İngiltere’de de parlamento Brexit’in yaşanmaması için büyük bir çaba gösterdi, hatta direndi. Ancak sonunda İngiltere Johnson’ın liderliğinde Brexit kararını aldı. Theresa May’in de siyasi sonunu getirdi. Az önce söylediğimiz gibi, Brexit süreci birçok siyasinin politika hayatını sonlandırdı ve birçok siyasi dönüşüm yaptırdı İngiltere’ye. Fakat önemli olan da demokrasinin güzelliği: İngiltere’de demokrasinin var olması böyle bir şeydir. Karar alıcılar, kendilerini halka karşı sorumlu hissettiği ve sorumluluğunu yerine getiremediği zaman görevini bırakma erdemini gösterebiliyor. İngiltere’nin de AB’ye ihtiyacı olmamasının nedeni bu: sağlam demokrasi.
8) Referandum süreci sonrası Cameron’ın yerine geçen ve süreç boyunca kalma veya ayrılma konusunda tarafsız yönetim çabası içinde olan May’in, 2016’ya kadar Londra Belediye Başkanı ve sıkı bir Brexit destekçisi olan Boris Johnson’ı Dışişleri Bakanı olarak ataması bize neyi göstermiştir?
Zaten Brexit’in önderliğini Johnson yapmıştı, UKIP de onu fazlasıyla desteklemişti. Sonunda da Johnson bunun temel aktörü haline geldi. Brexit’in sözünü verdi. Kitleleri de bu sayede arkasına alabildi. “Halktan aldığımız oyun gereğini yapıyoruz.” dedi. O yüzden de Johnson’ın gelişi bu süreci hızlandırdı. Zaten süreci bitiren de Johnson’ın politikaları oldu. İngiltere’nin nötr bakış açısından çıkma hedefi biraz lideriyle ilgiliydi. O süreçte konjonktür onu gerektirdi. Böyle bir politikanın yani Brexit sürecini devam ettirmenin kendisine oy getireceğini öngördü ve damarı iyi yakaladı. Medya bunu pek göstermedi belki ama parti onu iyi sezdi ve üzerine gidip oradan oy aldı. Yüzde 52 kritik gibi görünse de o damarı görüp kartlarını onun üzerine oynadı ve istediği sonucu elde etti. Nötrlüğünü kaybetmiş midir? Tabii ki, muhakkak nötrlüğünü kaybetti.
9) Britanya’nın AB’den ayrılmasına çoğunlukla karşı çıkan İskoçya’nın geleceği hakkında, İskoçya’nın Britanya ve Birleşik Krallık’tan ayrılıp bağımsız bir ülke haline geldikten sonra AB’ye üye olması gibi bir durum söz konusu olabilir mi? İskoçların bu tutumu Britanya’yı nasıl etkiler?
Muhakkak olacak çünkü İskoçya en baştan beri Brexit’e karşı olduğunu söylüyor. Ben son İskoçya bağımsızlık referandumu sürecini de orada takip etmiştim. İskoçya’dan ciddi bir tepki var. Britanya’nın içerisinde AB ile ilişkilerini canlı tutmak isteyen, AB’de kalmak isteyen bölgelerden bir tanesi İskoçya. Bunu tabii ki ilerletmek isteyecektir. Büyük ihtimalle şu anda hem pandemi sürecinden dolayı hem de İngiltere ile AB arasında ticaret anlaşmaları devam ettiği için onun sonucunu bekleyeceklerdir. Ardından hem AB ilişkileri hem de bağımsızlık yolunda kendisine yeni bir yol haritası çizeceğini düşünüyorum. İskoçlar bunu ciddi şekilde istiyor. İskoçya için AB’den çıkış süreci buna ciddi bir meşruiyet kazandırdı. AB içindeyken bunu etkin bir şekilde yapmıyordu. Çünkü AB, İspanya’daki Katalonya ve Bask örneklerinde gördüğümüz gibi kendi içindeki bu gelişmelere sıcak bakmıyor. İngiltere-AB müzakerelerinin sonrasında bence İskoçya’nın bağımsızlık süreci çok farklı olacak.
10) Britanya’nın sancılı geçen bu süreç sonunda AB’den ayrılma hedefini gerçekleştirmesinin önümüzdeki dönemde Britanya’ya ne gibi artı ve eksileri olabilir?
İşin siyasi, kültürel, ekonomik ve sosyal boyutu var. Tabii ticari müzakereler hala devam ediyor. Bunun net bir verisi henüz yok, çıktığında veya kaldığında ne kadar kazanacağına ya da kaybedeceğine dair bir veri yok. İki taraf da mutlaka kaybedecek ama iki taraf da kaybettiği ekonomiden kazanım elde etmek istiyor ve müzakereler bu yüzden tıkanıyor. Kimse ekonomik çıkarlarından vazgeçmek istemiyor. Bununla birlikte bir serbest dolaşım krizi ortaya çıktı. Şimdi İngiltere’de yabancı futbolcu kavramı meydana gelecek. İngiliz futbolu büyük bir darbe yiyecek ve buna nasıl bir çözüm bulacaklar bilmiyoruz. Bununla birlikte bilim insanlarının orada yaşaması ve vize sorunu var. Yani hala büyük bir karmaşıklık söz konusu. Pandemi süreci bunu bir süreliğine dondurmuş gibi görünüyor ancak sorun aynı şekilde kaldı. Vizeden tutun da ticari faaliyetlere kadar çok büyük bir sorun yumağı İngiltere’yi bekliyor. AB de burada elini güçlü göstermek istiyor. “Sen benden ayrıldın, ben senden ayrılmadım” diyor. O yüzden büyük müzakere ve çatışma süreçleri; ticari, siyasi, kültürel ve sosyal boyutları ile bizi bekliyor. Gençlik, değişim ve çalışma programları ve serbest istihdam bunun içerisindedir. Kısacası çok büyük sorunlar olacak ve bunların anlaşılmasının çok zaman alacağını düşünüyorum.
UZAY YÜKSEKKAYA
Uluslararası Örgütler Stajyeri