Doç. Dr. Bekir Günay Son Dönem Türk Dış Politikasını Değerlendirdi

BİLGESAM yazarı Doç. Dr. Bekir GÜNAY ile gerçekleştirilen ve son dönem Türk dış politikasının ele alındığı mülakat aşağıdaki gibidir:

Soru 1: Son yıllarda Türk Dış Politikasında gözlemlenen değişken gelişmelere paralel olarak ulusal ve uluslarararası gündemde yer bulan “Türk Dış Politikası eksen mi değiştiriyor?” tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 B. Günay: Son zamanlarda oldukça sık karşımıza çıkan bu sorunun esasında yanlış sorulduğu kanısındayım. Soru, “1989 sonrasında oluşan yeni dünya düzeni tartışmaları çerçevesinde ve bu bağlamda yeni bir dünya düzeni kurma çabalarında Türkiye’nin yeri nerededir?” şeklinde sorulmalıdır.

Soruyu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye, 19. yüzyıla kadar var olan dünya siyasi sahnesinde oyun kurucu olarak yerini almıştır. 20. yüzyıla gelindiğinde ülke varoluşsal tartışmalara girmiş ancak bu dönemde de varlığını ispat etme yolunda büyük çaba sarfetmiştir. Bu anlamda 20. yüzyılda yaşanan değişime ayak uydurabilmek adına önemli adımlar atmıştır. Fakat Soğuk Savaş dönemi ülkenin imajında büyük bir değişim yaratmıştır. İç ve dış politikasında bir türlü istikrarı yakalayamayan, enerjisini korkularıyla mücadele için harcayan Türkiye bu süreçte oyun kuruculuktan çok oyunda bir figürana dönüşmüştür. Dönemin siyasetçilerinin içselleştirdiği bu yeni rol ışığında Türkiye NATO’nun uysal üyesi olmuş; Soğuk Savaş dönemi diplomatı Kamuran İnan’ın da yerinde tabiriyle “Hayır diyemeyen” bir ülke imajına bürünmüştür.

Her ne kadar 1989 sonrası Özal dönemi ile birlikte aktif dış politika söylemlerinde bir artış gözlemlense de statükocu devlet bürokrasisinin Soğuk Savaş döneminde de benimsemiş olduğu pasif dış politika anlayışı yeni dönemde de etkisini belli ölçüde hissettirmiştir. Şu hiçbir zaman unutulmamalıdır ki dış politikanın esasını dinamizm ve risk oluşturmaktadır. Bilhassa yeni dünya düzeni arayışında ülke olarak risk almazsanız, sürecin yönetiminde etkin söz sahibi olmanız düşünülemez. Özal ile birlikte temel prensipler benimsenmiş olmakla birlikte devlet bürokrasisinin dış politika mentalitesi Soğuk Savaş dönemini çağrıştırdığından özellikle 1990-2000 yılları arasında ele geçirilen kimi fırsatlardan ne yazık ki yararlanılamamıştır. Sonuç itibariyle, günümüz Türkiyesini değerlendirirken, dış politika ekseni kayan değil, rotasını bulan bir ülkeyi esas almak daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.

Soru 2: Samuel P.Huntington’un ‘The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order’ adlı kitabında dünyanın yeni bir düzen ile yönetilmesi gerektiği fikri işlenmekte, medeniyetlerin sabit ve potansiyel verileri üzerinden hakimiyet kurdukları iddia edilmektedir. Bu bağlamda siz Türkiye’nin konumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

B. Günay: Medeniyetlerin sabit ve potansiyel verileri üzerinden hâkimiyet kurdukları tezine şahsen katılıyorum. Fakat Huntington’un ortaya koyduğu medeniyetleri çatıştırma tezine katılmadığımı söyleyebilirim. Şunu unutmamak gerekir ki medeniyet, bir topluma değil, herkese ait bir olgudur. Baktığınızda Eflatun, devleti tanımlarken ideal devlete erişimde modernite (teknik gelişme) ile erdemin birlikte olması gerektiğinden bahsetmektedir. Öte yandan, Aristoteles’in ‘asker hükümdar’ tiplemesinde, yönetimin seçkinler arasında paylaştırılmasının ve bu paylaşımda “ben ve öteki” kurgusunun kurulmasının ön planda olduğunu görürsünüz. Bu anlayış bir bakıma Avrupa medeniyetinin özünü oluşturmuştur. Bir diğer ifade ile Avrupa medeniyetinin sabit verilerinden bazıları bu anlayışa dayanmaktadır. Ben sabit verileri ‘sosyal gen’ olarak adlandırıyorum. Avrupa’nın sosyal genlerine baktığımızda ise Roma medeniyetini, Katolikliği, aklı ve ihtilali görüyoruz.

19. yüzyıldan bu yana medeniyet olgusunu tekelinde bulundurarak modernite bağlamında zirveye ulaşan Avrupa, Doğu’yu yeniden şekillendirmek adına büyük uğraş vermiştir. İhraç etmeye çalıştığı ise sadece şekilsel modernite olmuştur. Tarihe baktığınızda “Doğu kendi kendini yönetmekten acizdir” söylemi 1919 tarihli Paris Barış Konferansı’nda net bir biçimde dile getirilmiş; 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. Bu yaklaşıma karşı olarak Doğu toplumları da ‘oksidentalizmi’ (Doğu’nun oryantalizme karşı kendi Batı’sını oluşturma ve moderniteyi Batı tekelinden kurtarma gayreti üzerine kurulu düşünce) terennüm etmeye başlamışlardır. Oryantalizm ve oksidentalizm arasında yaşanan bu egemenlik mücadelesi medeniyet ve düzen arayışlarının ana mantığını teşkil etmiştir. Batı, 20. yüzyılın ortalarında Arnold Toynbee ile “Medeniyetleri Yargılarken”, içinde bulunduğumuz yüzyılda Samuel Huntington ile “Medeniyetleri Çatıştırma” gayreti içerisindedir.

Bu noktada sorulması gereken bir diğer soru, Batı’nın batısında bulunan ABD’nin nasıl bir medeniyet tanımlamasına yöneldiğidir. II. Dünya Savaşı sonrası dönemin başat aktörü olarak dünya sahnesinde yerini alan ABD, değişken verilerden istifade ederek hakimiyetini sürdürme çabası içerisindedir. Yukarıda da ifade etmiş olduğum gibi, medeniyetin tesis edilebilmesi için sabit verilerin bulunması zaruridir. Esasında sabit veriler bir kimliği, kimlik de bir milleti tanımlar. Nitekim bu gerçeğin farkında olan Huntington, ilerleyen yıllarda kaleme aldığı “Biz Kimiz?” adlı eserinde bu soruya yanıt aramıştır. Bu bağlamda ABD, uzun yıllar boyunca etkinliği değişken birçok potansiyel elde etmiş, bunları kalıcı hale getirmek adına da hakimiyetini sabit veriler üzerinden sürdürmeyi tercih etmiştir.

Burada unutulan bir diğer husus şudur ki, esasında sabit veriler bugünden yarına oluşan değerler değildirler. Sabit verilerin sağlıklı bir şekilde oluşturulabilmesi için asırlar gerekmektedir. Bu açıdan baktığınızda Türk toplumu, medeniyet kuran bir millettir. Yazının icadından bu yana geçen sürece baktığımızda medeniyet kuran çok da fazla toplum olmadığını görüyoruz. Ancak kalıcı medeniyetler inşa edilirken, kadim medeniyetlerin asla çatıştırılmadığını, tam aksine her medeniyetin olumlu yanlarının alınarak daha güçlü medeniyetlerin oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Türkiye açısından duruma baktığımızda ise 19. yüzyılda medeniyet olgusunda zayıflamaların olduğunu kabul etmekle birlikte sabit verilerin kaybedilmediğini görmekteyiz. Günümüzde söz konusu deformasyonlar düzeltilip değişken değerlerle bunların güce dönüştürülmesi yönünde çaba sarfedilmektedir.

Soru 3: Obama’nın Türkiye danışmanı Philip H.Gordon tarafından kaleme alınan “Winning Turkey” adlı kitapta resmedilen tabloda, Türkiye’nin ABD ve AB’den gelebilecek baskılara rağmen bağımsız bir politika izleyebileceği, NATO antlaşmalarını askıya alabileceği ve ABD’den uzaklaşabileceği belirtilmektedir. Bir stratejist olarak 21. yüzyıl Türk dış politikasını bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

B. Günay: Bir önceki sorunuzun yanıtında da değindiğim gibi 21. yüzyılda karşımıza çıkan esas sorun medeniyetin inşası problemidir. Yeni dönemde medeniyet inşasında öncü rol oynamak isteyenler, tarih boyunca medeniyetleriyle dünyaya yön veren milletler olacaktır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye de güçlü adaylar arasındadır. 20. yüzyıl boyunca Türkiye, önceki dönemlerde üzerine oynanan oyunları bertaraf ederek ayakta kalma mücadelesi vermiştir. Ve ne yazık ki bu mücadele sırasında gerek NATO, gerekse AB tarafından istismar edilmiş, uzunca bir süre “Hayır diyemeyen ülke” imajını sergilemiştir.

2000’li yıllar ile birlikte Türkiye büyük bir değişim-dönüşüm içerisine girmiştir. Özellikle ülke içerisinde yakalanan siyasi ve ekonomik istikrar, ülkeyi uluslararası arenada daha aktif bir dış politika izlemeye yöneltmiştir. Philip Gordon’un değerlendirmelerinin esasını da bu mantık teşkil etmektedir. Türkiye devlet politikası olarak AB ve NATO’ya üyeliği her daim ön planda tutmuştur. Halbuki bu kurumların 21. yüzyılda da varlıklarını sürdürüp sürdüremeyecekleri oldukça tartışmalıdır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte konsept değiştiren NATO, halen günümüz beklentilerine yanıt vermekten uzaktır. Öte yandan AB’nin son yıllarda tecrübe ettiği derin küresel ekonomik kriz ve buna yönelik süreç yönetimi bu kurumun da yetersizliğini gözler önüne sermektedir.

Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, her yüzyıl yeni oyuncular ve yeni kurumlar ortaya çıkarır. Eğer siz var olan kurumlarınızı yeni dünyanın ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmezseniz bir sonraki yüzyılda var olmanız oldukça güçtür. Bu yorumdan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki ilerleyen yıllarda NATO’nun, AB’nin ve hatta BM’nin yer almadığı bir uluslararası sistemin inşası kaçınılmazdır. Ve bu sistemdeki yeni güç dengelerinde Doğu medeniyetleri daha etkin bir rol oynayacaktır. Medeniyet meşalesini taşıma sırası şimdi Doğu’dadır.

Burada yanıt aranması gereken temel soru şudur: “Doğu ve Türkiye gerçekten bu dönüşüme hazır mıdır?” Samuel Huntington’ın da ifade ettiği gibi Doğu Batı ile çatışmaya devam ederek, Usame Bin Ladin gibi suni düşmanların gölgesinde mi kalacak, yoksa yeni dönem medeniyet inşasında atalarının izinden mi gidecektir?

Bu sorulara Türkiye’nin penceresinden bakacak olursak, Türkiye yaşanmış bir Batı medeniyeti gerçeğini kabul etmketedir. Bu medeniyet gelişmiş ancak erdemden yoksun bir modernite üzerine kuruludur. Türkiye’nin boşluğunu doldurması gereken değer ise erdemdir. Ve erdemi bulabilmesi için öncelikle “ben kimim?” sorusuna yanıt verebilmelidir. Bu soru cevaplandırıldıktan sonra medeniyet inşasına başlanacaktır. Bu doğrultuda Türkiye’nin öncelikle kendi içerisinde toplumun her kesimini kucaklayacak yeni bir sivil anayasaya ihtiyacı vardır. Ardından kurumlar ileri bir reforma tabi tutulmalı, sürecin ilk kazanımları sırasıyla yakın coğrafyasına ve tüm dünyaya yansımalıdır.

Bunun yanı sıra, dış politika gerçek anlamda bir devlet politikasına dönüştürülmelidir. Bu noktada şunu da göz ardı etmemek gerekir ki Türkiye’yi bugün yöneten siyasi figürlerin ömürlerinin neredeyse yarısı korku imparatorluklarının hakim olduğu Soğuk Savaş döneminde geçmiştir. Dolayısıyla halen o dönemin izlerine gerek iç gerekse dış politikada rastlamak oldukça doğaldır. Ancak bundan sonraki dönemde yapılması gereken ilk icraat, ayakları daha sağlam yere basan, geniş bir küresel vizyona sahip ve bunu uygulama cesareti sergileyebilen yeni bir genç kuşak yaratmaktır. Daha önce de ifade ettiğim gibi yeni dönemde NATO ve AB gibi günümüzün öncü oluşumları birer birer uluslararası sahneden silinecektir. Bunların yerine belki de Polonya önderliğinde yeni oluşumlar, Kanada, Meksika, Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda, İngiltere eksenli farklı güç birlikleri, Hindistan, Çin, Brezilya, Şili, Çin, Arjantin ve elbette Türkiye’nin baskın olacağı bir dünya düzeni tesis edilecektir. Ve bu sistem devletlerin değil STK’ların ön planda olacağı bir kurgu ekseninde dizayn edilecektir. Son olarak unutulmaması gereken, geçmişin geleceği şekillendirdiği gerçeğidir.

Mülakatı Gerçekleştiren: Emrah Usta (USAK)

Mülakatın Editini Gerçekleştiren: Ceren Mutuş (USAK)

Bu mülakat ilk olarak USAK Gündem’de yayınlanmıştır.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Yapay Zeka Diplomasisi: AI Diplomasisinin Yükselen Çağı

The Emerging Age of AI Diplomacy To compete with China,...

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...