Doç. Dr. Barış Özdal ile Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkilerinde Güvenlik Politikaları
Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan ÖZDAL, lisansını ve doktorasını Uludağ Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Yüksek lisansını ise İstanbul Üniversitesi’nde yapan ÖZDAL’ın Diplomasi Tarihi, Türkiye – Ermenistan İlişkileri, Avrupa Güvenliği, Türk Dış Politikası alanlarında birçok çalışmaları bulunmaktadır. Uludağ Üniversitesi’nde bizleri konuk eden ÖZDAL; röportajdan sonra TUİÇ ailesini kitap hediye ederek uğurlamıştır.
Soğuk Savaş’ın bittiği dönemde güvenliklerinin ABD’ye bağlı bir NATO yerine, Avrupalı bir örgüt tarafından sağlanması fikri AB üyesi devletler arasında yaygınlaşmıştır. Sizce bunun nedeni ABD’ye duyulan güvensizlik midir? Yoksa AB uluslararası sistem içerisinde daha etkin mi olmak istemiştir?
İkisi de evet, ikisi de hayır. Bu konjonktürel bir durumdur. Soğuk Savaş’ın bitiş süresinde özellikle 1980 sonrası dönemde Tito’nun ölümüyle birlikte Balkan coğrafyasında bir güç boşluğu meydana gelmiştir. Bu bölgesel güç boşluğu özellikle 1985 sonrası dönemde yaşanmıştır. Ardından da Sovyetler Birliği’nin büyük güç olarak kutuplu sistemde ortadan kalkması daha büyük bir güç boşluğunu meydana getirmiştir. Bu güç boşluğu kapsamında sorunuzda yer alan iki unsur ortaya çıkmıştır. Birincisi NATO’nun alan dışılık kavramı sorgulanmaya başlanmıştır. Bilindiği üzere NATO’nun kuruluş sebebi, ilk Genel Sekreteri tarafından tanımlandığı şekilde şöyledir: ABD’yi içerde, Almanya’yı aşağıda Rusya’yı dışarıda tutmak. Bu konseptte kurulan NATO bir öteki unsur olarak bulunan Rusya ortadan kalktığı için “ötekisiz” kalmıştır. Dönemin AB üyesi bazı devletleri (ki biz onlara Avrupacı devletler diyoruz) “NATO’nun kurulma sebebi ortadan kalktığına göre NATO’ya ne gerek var?” görüşündedir.
Güvensizlik kapsamında bakıldığında ise siyasi tarih derslerinden hatırlayacağımız üzere Küba Krizi ile Avrupa’nın güvenlik algılamasında çok ciddi bir kırılma meydana gelmiştir. Halk deyişiyle söylersek, Küba Krizi sırasında ABD “önce can, sonra canan” demiştir. Eğer kıtasal anlamda ABD kendi ülkesinde konvansiyonel bir tehditle karşılaşırsa, Avrupa’nın güvenliğini ikinci plana atabileceğini göstermiştir. Bunun en somut örneği, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından çıkması olmuştur. Toparlarsak evet, tarihsel arka planı olan bir güvensizlik konjonktürel ve bölgesel güç boşluklarıyla birlikte AB’nin -ki o dönemde AT’nin de bir aktör olarak uluslararası sisteme taşınması ve başat olma isteğini ortaya koymuştur. Ancak daha sonraki süreçte AB bunun erken olduğunu çeşitli şekillerde anlamıştır.
AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP) kapsamında Türkiye’nin üyelik sürecini değerlendirirken AB’ye büyük katkı sağlayabileceğini görüyoruz. Türkiye’nin giriş sürecinin uzatılmasında, izlediği dış ve güvenlik politikaları kapsamında bir neden aranabilir mi?
Türkiye Soğuk Savaş sürecinde her fırsatta NATO’nun ikinci büyük kara askeri gücü olduğunu ileri sürmüş ve kendisini bir cephe ülkesi olarak tanımlamıştır. 2001-2011 yılları arasında AB’ye yönelik Türkiye hep şunu ileri sürmüştür: Eğer AB büyük bir güç olmak, uluslararası sistemde bir aktör olarak görünmek istiyorsa güçlü bir hard power’a ihtiyacı vardır. Sert gücün de yolu NATO’nun ikinci büyük gücü olan Türkiye’yi üyeliğe almaktan geçer. Türkiye’nin birinci söylevi buyken ikinci söylevi büyük güç olmanın çatışma alanları veya çıkar alanlarına komşu olmak demek olduğudur. Kendini geniş bir cephe ülkesi olarak tanımlayan Türkiye’nin üyeliğe alınması AB’nin Orta Doğu’ya, Orta Asya’ya, Doğu Akdeniz’e komşu olması demektir ki bu da Türkiye tarafından lanse edilmiştir. Bu iki yol üzerinden Türkiye AB üyelik sürecini zorlamıştır. Türkiye, eninde sonunda güvenlik açısından AB’nin kendisine ihtiyacı olacağı düşüncesiyle hareket etmiştir.
Soruya gelecek olursak, sürecin uzatılmasında Türkiye’nin güvenlik politikalarının nedeni olabilir, ama hiç bir şey tek taraflı değildir. Birinci neden Türkiye’nin dış politikaları olabilir, ama ikinci neden AB’nin hali hazırda kendini bu kadar geniş bir coğrafyaya komşu olacak yeterlikte hissetmemesi de olabilir. Çünkü Türkiye’yi alırsa, doğrudan doğruya Orta Asya, Orta Doğu, Doğu Akdeniz bölgelerine girmiş ve çatışma alanlarıyla birebir komşu olmuş olur. AB, kuruluş itibarıyla bakıldığında sosyal refah düzeyini genişletmek amaçlı daha izole bir yapıdır. Bu kapsamda bakıldığında olayın bir A ve bir B yüzü bulunmaktadır.
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP)’nın kuruluş aşamasında BAB’a ortak üye, NATO’ya tam üye olan Türkiye’nin AGSP’den dışlanması, Türkiye’de AB’ye karşı bir güvensizlik algısı oluşturdu mu? Buna rağmen AGSP’deki aktif rolünü nasıl değerlendirirsiniz?
Yapı itibariyle olay tamamen Türkiye’nin güvenlik algısı ile alakalıdır. Çok kısaca açıklarsam, 1923’ten günümüze kadar olan süreçte Türkiye çeşitli olaylarda güvenlik politikasını değiştirmiştir. 1923’ten 1939’a kadar olan dönem, yani bizim Atatürk dönemi Türk Dış Politikası dediğimiz dönemde iki olgu bulunmaktadır: Batıcılık ve statükoculuk. İkisinin birleştiği nokta ise, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesidir. Türkiye kendini statükoyu korumak isteyen barışsever bir devlet olarak tanıtmış ve güvenlik algısını Balkan Antantı, Bağdat Paktı gibi bölgesel örgütlenmeler ve Milletler Cemiyeti gibi üst örgütlenmelerle sağlamıştır. 1939-1945 arası dönemde ise aktif tarafsızlık izlemiştir, yani savaş dışı bir pozisyon alarak denge politikası izlemiştir. 1945’in ardından Sovyetler’in Türkiye’nin doğu sınırını ve boğazların statüsünü tekrar tartışmaya açmasıyla sınırlarına yönelik tehdit algılayan Türkiye yüzünü batıya döndü. Türkiye güvenliğini Batı’ya endekslemeye çalışırken aynı şeyi Yunanistan’da yaptı. Bu süreçte Türkiye, Kore’ye asker göndererek NATO’ya üye oldu ve güvenliğini büyük bir örgütün şemsiyesi altına aldı. Soğuk Savaş’ın sonuna kadar bu süreç devam etti. Avrupa’da NATO’nun varlığı tartışılırken Türkiye’nin uzun yıllar güvenliğini şemsiyesi altında sağladığı NATO ortadan kalkarsa, Türkiye kim tarafından korunacağından endişe duydu. Burada Türkiye’yi telaşlandıran nokta, AB üyelik süreci devam ederken bir yandan da Yunanistan’ın içerisinde olduğu AB’nin kendi güvenlik ve savunma politikasını yaratmasıdır. En sıcak tehdit aldığı yer olan Yunanistan’ın içinde bulunduğu bir güvenlik yapılanması olması nedeniyle Türkiye hızlı bir şekilde AB’ye üye olmaya çalıştı. 11 Eylül Saldırıları’ndan sonra gelen Ankara Mutabakatı ile Türkiye AB yolunda farklı bir sürece girdi.
Son yıllarda Avrupa kamuoyunda IŞİD, Taliban, Hizbullah gibi İslami terör örgütlerinin de yaygınlaşması ile genişleyen bir İslam karşıtlığı algısı var. Türkiye’nin giriş sürecinde Müslüman ülke olmasından kaynaklanan bir güvensizlik söz konusu mudur?
Buna hangi açıdan baktığımıza bağlı. Teorik anlamda farklı, pratik anlamda farklı cevap verilebilir. Evet, politik ve pratik anlamda bir güvensizlik söz konusudur. En son Charlie Hebdo saldırılarında başlayıp IŞİD’in terör eylemlerine bakılırsa böyledir. Ancak teorik anlamda bakarsanız Türkiye tam üyelik müzakere süreçlerinin başlatılmasından çok öncede Müslümandı, şu an da Müslüman. Türkiye’nin bu kimliği sonradan değişmedi. O zaman şöyle düşünülebilir AB bizim İslam kimliğimizi görmedi mi ya da biz mi bu kimliğimizi sakladık? Hayır, bu sadece bir argüman ve hangi gözlükle baktığımıza bağlı olan bir durum. Kimlikler dış politika oluşturulmasında bazen çok ön plana çıkartılır ama çoğu zaman çıkarlar doğrultusunda göz önüne alınmaz.
AB’nin Öcalan’ın idamına karşı çıkması ve Kürtlere yönelik azınlık hakları kapsamında birçok hak tanınmasını istemesi Türkiye’nin güvenlik politikasına yönelik bir müdahale olarak yorumlanabilir mi?
Her şey güvenlik politikasına bir müdahale olarak yorumlanabilir, çünkü Soğuk Savaş sonrasında klasik güvenlik anlayışı çökmüştür. Bakıldığında klasik anlamda kara sınırlarını içeren güvenlik anlayışı Kopenhag Ekolü ile farklı boyutlara geçmiştir. İlerleme Raporları’yla Türkiye’nin her alanda fotoğrafı çekilmektedir. Sadece Kürt Sorunu veya azınlık hakları değil, hemen hemen her şeyde Türkiye’ye bir baskı yapılmıştır. Türkiye bu ilerleme reformlarını sadece AB istedi diye değil, gerçekten vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini genişletmek amacıyla yapmalıdır. Bunu yapabildiğinde ise AB’nin müdahalesine gerek kalmayacaktır.
Dış basında PKK operasyonlarıyla ilgili yer alan barış süreci sona erdi vurgusu, sizce üyeliği ne yönde etkiler?
Sihirli küremiz yok, şu an için bilemeyiz. Türkiye çok sıcak bir dönemden geçiyor. Barış süreci sonlandı mı, onu dahi bilmiyoruz. O açıdan bu soruyu şimdilik cevaplamak güç.
AB’ye aday ülke olarak Türkiye’nin izlediği dış politika AB’ye uyarlanmış mıdır?
Şu konjonktürde AB adayı bir ülke olarak izlediğini düşünmüyorum. Tamamen bağımsız bir devlet gibi dış politika yaptığını düşünüyorum.
Türkiye’nin dış politikası AB’nin dış politika sisteminden, yani Maastricht Anlaşması ile kurulan Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP)’ndan ayrışmakta mıdır, yoksa aday ülke olarak dış politikada öncelikleri AB öncelikleriyle değiştirilmiş midir?
AB’nin kendi içinde ortak bir dış politikası kağıt üzerinde veya sadece belli alanlarda var. Örneğin şu anda Akdeniz’den özellikle İtalya ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya doğru gerçekleştirilen yasa dışı göç sürecine hala bir ortak politika gerçekleştirilemedi. Yunanistan’ın ekonomik krizi, Orta Doğu’da yaşanan güvenlik sorunu konularında da aynı şekilde; tam ve etkin bir ortak politika gerçekleştirilemedi. Kâğıt üzerinde ve teorik anlamda bakıldığında Türkiye’nin belli alanlarda politikalarının uyuştuğu ve belli alanlarda uyuşmadığı söylenebilir.
Türkiye’nin dış politikada ne kadar Avrupalılaştığı, AB hedefi ile dış politikanın nasıl şekillendiği söylenebilir?
“Avrupalılaşmak” kavramından kastınız Batılılaşmak ise bu TDP’nin temel ilkelerinden biridir. Kopenhag Kriterleri’nde ekonomi, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi birçok konular yer alır. Dış politika hedefinde nasıl şekillendiğine gelirsek, AB’nin biraz önce de belirttiğimiz gibi ortak dış politikası sadece kâğıt üzerinde varken Türkiye’nin dış politikasının bu bağlamda şekillendiğini söyleyemeyiz.
Türkiye, AB’nin dış politikalarıyla büyük oranda aynı doğrultuda hareket etmekteyken, dış politikada ABD’ye daha uzaktır. Özellikle Irak Savaşı’nda ABD’ye karşı politika izlemiş olması AB’nin güvenini kazanmak açısından önemliyken, sizce Türkiye’ye yönelik “Truva Atı” algısı hala geçerli midir?
Bu sorunun başında yer alan AB ile aynı doğrultuda dış politika izlediğine katılmıyorum. Türkiye hali hazırda klasik ulus-devlet refleksiyle dış politika yapmaktadır. Truva atı algısına gelecek olursak hala geçerliliğini korumaktadır.
Dış politikada NATO üyeliği sebebiyle başlarda ABD’ye yakın olan AB, zamanla Rusya ile ilişkilerini iyileştirerek, ABD’ye göre daha yakın ilişkiler kurmuştur. Bu durumda ABD’nin AB’ye yönelik politikaları etkilenmiş midir ve ya nasıl şekillenmiştir diyebiliriz?
Arka plana bakıldığında bahsettiğiniz dönem özellikle Yeltsin sonrası yani 1. Putin dönemidir. Evet, bu dönemde ABD belki mesafeli yaklaşmıştır. Ancak bana sorarsanız kâğıt üzerinde mesafeli görünmekle birlikte AB’nin Rusya ile iyi ilişkiler kurmasını desteklemiştir. Çünkü göreli barış ortamı oluşmuştur. Kırılmayı değiştirense 11 Eylül Saldırıları olmuştur. Zira bu saldırıların ardından ABD bir yandan AB’nin kendi inisiyatifiyle politika izlemesini desteklerken bir yandan Rusya Federasyonu ile ikili işbirliğini arttırmıştır. Çünkü bu anlamda ortak düşman terördür.
Esra Demirkaya
TUİÇ Stajyeri