Kavramların muhalifleriyle algılanması temel yanılgılardan biridir.
Bu yanılsamanın özünde “herşeyin zıddıyla kaim” olduğu algılamaları yatar.
Hâlbuki…
Zıtları tanımlamadaki sıkıntılar kadar, zıtlığın kendisini ayniliğe karşıtlık olarak almak da vardır. “Doğru”nun olması için “yanlış”ın varlığı, yanlışın varlığına doğruyu da bağlamak anlamına gelir.
Dahası…
“Doğru” ve “yanlış” arasında bir ortalamayı alarak doğruyu bulmak esas yanlışlık demektir.
Mesela, “melek” ve “Şeytan” ortalamasının illa da makul bir vasat olması gerekmez.
Bu ikisi arasında tez-antitez ilişkisi mutlaka doğruyu değil, ama temelde hangisi önce başlarsa onu tez almak anlamına gelir.
Duygunun gerçekliğini dil tayin edemez.
Mastar halinde iken “sevmek”, tamamen özne-nesne ilişkisi açısından tarafsız bir konumdadır. Ama aslında onca fikir ve duygu arasında sadece bir duyguyu ifade ettiği için “taraf” konumundadır. “Nefret etmiyorum” demek, “seviyorum” anlamına gelmediği gibi, “seveceğimi” de ima ve temin etmez.
Kadın, erkeğin, beyaz, siyahın, Tanrı ya da melek de Şeytanın tersi değildir.
Peki, nerden çıkıyor bu algı?
Zerdüştlükte ve Hıristiyanlıkta Şeytan’ın “negatif Tanrı” gibi algılaması vardır. Devamlı bir çatışma halindedirler. İslami gelenekte Tanrı ile Şeytan arasında bu tür bir tezat oluşumu yoksa da, günlük Müslüman dilinde “Şeytan” adeta “kadir-i mutlak” tanımlamalarla şöhretine şöhret katar. Aynı bakış sonucunda, melek ve Şeytanın, hayır ve şerrin, Darul İslam ile Darul Harbin, “bizimkiler ve ötekilerin” dünyası da oluşmuştur. Buna “cennetlik” ve “cehennemlik” ayrımları ve “ehl-i hizmet” ve “ehl-i dünya” algıları da dâhildir.
Tarih üzerinden verilen kavgaların sonucunda oluşan Osmanlı ve Cumhuriyet ayrımı da benzer bir düzlemde olmaktadır. Böyle bir ayrım mesela Selçuklu ve Osmanlı arasındaki geçiş ile ya da mesela Osmanlı Beyliği ile Karaman Beyliği arasında yapılmaz. Abbasiler ve Emeviler arasında da yapılmaz.
Çünkü…
Bu totaliter algıların arkasında ideolojik çatışmalarda, tarihi konuların kurşun olarak karşı “cepheye” sıkılması yatmaktadır.
İşin daha ilginç tarafı…
“İslamcı” bakış açısına göre, “altın çağ” olan “Asr-ı Saadet” döneminin sonunu hazırlayan Muaviye ve Emeviliktir. Ama Muaviye’nin Hz. Ali ve Ehli Beyt’e yaptıklarına yönelik olarak tarihçilerde bile mutlak değerlendirmeler yoktur. Sonuçta, Muaviye “ashap”tandır ve artık “bronz” bile olmayan nesiller, “onun ayakkabılarındaki bağcıkların tozu kadar kıymeti” yoktur. Öte yandan, Osmanlı dönemi de baştan sona bir “ütopya devleti” hükmünde olduğuna göre, onun yıkılmasından sonra kurulan Cumhuriyet arasında da “hayır ile şer” arasındakine benzer bir ayırdım yatmaktadır.
O halde şu çıkıyor ortaya…
Yapılması gereken şey, önce “devri-i sabık”ın hesabını sormadan ve anlamadan geçmişi hayrın, hali de şerrin temsilcisi olarak algılatmaktır. Duruma göre bu yine yer değiştirebilir. Hayra davet de iki dönem arasındaki “farkların” oluşturduğu husumetten beslenecektir. Tarih yanında, dile de yansıyan çatışmanın sonucunda ise, Osmanlı eşittir “İslam”, Cumhuriyet eşittir “küfür” yanılsaması çıkmaktadır.
Sorunlar derinde yani.
Bebeklikten itibaren oluşan dilin etkisiyle, önce ona su yerine “cuu” diyerek onun vehmedilen seviyesine eğilen aile, sonradan ona büyüklerin dilini anlamaya yönelik eğitime tabii tutar. Sonra okul ve kültürlenme sürecinin getirdiği etkileşimsel çevre.
“Biz”in “ben”i şeytanlaştırmak potansiyeli, tehdidi ve suretiyle, “ben” de olan farkı, kendinden ayrışma, kendine muhtemel rakip ya da hasım olma, anarşi endişesiyle, “ben”likten sıyırıp, “biz”leştirmeye, “biz” emrine sokmayı amaçlar.
Aynı şekilde, “ben”in yerini “biz”e bırakması “biz”in kendisini ayrı bir “üst-ben”e dönüştürürken, “ben”cil varlığını devam ettirir. Ama “üst-ben”in oluşturduğu yeni “ben,” diğer “üst-benlerle” çatışmaya girer. “Üst-ben” bu süreç içinde özneleşirken, “ben” nesneleşir. “Üst-ben” ve “ben” arasındaki ilişki enstrümantal bir efendi-köle kimlik ilişkisine dönüşür.
“Biz”in tanımladığı “üst-ben” ise, kendi içinde eritmek istediği “ben”leri “üst-ben” kalıplarında eriterek, “onlar”a yönelik bir tapınağın yapı taşı olur. “Ben” erimeye direnirse, “üst-ben” onu farklı sürgünlerle karantina altına almaya, etkisizleştirmeye ya da yok etmeye çalışır. “Üst-ben” içinde eriyen bireyler ise, dünyayı ya kendinden olan ya da kendinden olmaya adaylardan oluşan bir ikilem içinde görür.
“Ben” ve “sen” yoktur artık, “o” ancak nesneleşen mantıkla kullanılır ve “siz” taktiksel bir nezaketi anlatırsan, bilinçaltında “onlar”ın yansıması olarak yer alır ve onun karşısında “biz” durmaktadır.
İki unsurun çatışması sonucunda “normal,” yani “üst-ben”in çizdiği normlar içinde “ben” artık bir “üst-ben” içinde erir, onu hem oluşturan hem de onun oluşturduğu bir etkileşime girmiştir. “Ben” ile “üst-ben” arasındaki ilişki, “olma” çabasına engel olan bir “oldurmak” eylemidir. “i-mek (=olmak)” ilmekler arasında dokunan bir kumaştır artık.
“Olmak” bir kimlik ifade ederken, “oldurmak” bir başka kimliği giydirme çabasıdır.
İnsan toplumlarının doğayı oldurması ve oldurma şekli de medeniyet dairesinde kültürlenmeyi ifade eder.
Türkiye’deki kavga “sen” ve “ben”in değil, “biz” ve öteki “biz” arasındadır.
“Cemiyet”in müşahhas ya da “cemaat”in soyut şekillendirme metodları, insanın doğayı şekillendirmesine benzer şekilde, bireyin doğasını şekillendirmek ister. Bu süreç içinde farklı etkiler sonucunda insanlık, cemiyet ya da cemaat bilinci oluştur.
Bireysel bilincin “birlik” adına gemlenmesi ve/ya törpülenmesi aslında cemiyet ya da cemaati kendi başına bireyleri ve bireyliği kendi içinde eriterek bünyesine ekleyerek, kendi “ben”ini oluşturmasıdır. Bu “ben”in gelişimi, diğer “ben”lere benzeme ya da onları kendine çabasına gider ve toplumsal çatışmanın özüne bireysel ilişkiler değil, bireyi eriterek var olan hırslı “ben”ler arasında oluşur.
Erittiği bireye “ben”in şeytaniliğinden bahsederken, onların eriyiğinden kurduğu piramit “ben”i ilahlaştırır. Kendi içindeki bireylerin sanal eriyiğinden yeniden kalıba dökülen “ben” ise, “başkalarına” salık verilenin aksine bencil, ganimetçi, saldırgan tutumu ile sadece karşısındakini şeytanlaştırmak değil, kendi içinde çıkabilecek kopmaları da oluşturduğu tanrısal yargılama mekanizmalarıyla meşrulaştırır.
Tanrı etrafında ve ona itaat adına girilen süreçte, bizzat Tanrının kendisi nesneleşir.
Artık Tanrının “kullandığı” insanlar, Tanrıyı kullanmaya başlar.
İşlenen medeniyet ile dişlenen miras arasındaki fark da böyle ortaya çıkar.
Metin BOŞNAK