Yaklaşık 10 senedir Türk dış politikası (TDP), içerisinden geçilmekte olan küresel dönüşüm çağında kendisine optimum pozisyonu sağlama çabasıyla özdeş girişimleri ön plana çıkarttı. Bu çabaların başında kuşkusuz bölgesiyle aynı dili konuşabilen, ortak menfaatlere sahip, bölge politiğini kardeşlik/akrabalık söylemi üzerinden dizayn edebilen, “yumuşak gücünü” bölgesel düzeyde kullanabilen, Batılı güç odaklarıyla Doğulu “dostlar” arasında arabuluculuk kapasitesine sahip bir total politik vizyon öngören Türkiye imajı oluşturma gayreti ağır bastı. 10 yıllık süre zarfında küresel ve bölgesel dengelerin “oturmamışlığı”, TDP’ye olağandışı bir manevra sahası yarattı ve Davutoğlu önderliğindeki TDP ekibi bu sahayı maksimum seviyede kullanmayı şiar edindi. Fakat Arap Baharı ile başlayan güncel gelişmeler, TDP’nin siyasal konumlanışındaki ikilemleri de hayati bir şekilde ortaya çıkarmış bulunuyor. Batı ile Doğu arasında tercih yapmaya zorlanan Türkiye, ideolojik olmayan fakat jeopolitik ağırlığı olan bir soğuk savaşa angajman sorunu yaşıyor. Özellikle “arkası sağlam olan mahallenin küçük çocuğuna bulaşmak”, bir diğer ifadeyle Suriye’deki gelişmeleri Esad yönetimi aleyhine olanca hızıyla değerlendirmek ve normatif bir perspektif kazanmak, TDP’nin günümüzde yaşadığı bocalamanın da temel gerekçesi konumunda.
Bölgesel ve hatta küresel dengeler, özellikle Suriye’de yaşanan karışıklıklarla, hızlı bir şekilde belirginleşmeye ve gün yüzüne çıkmaya başladı. TDP’nin sürecin çok başlarında, aşırı bir acelecilikle edindiği normatif/revizyonist pozisyon, Esad yönetimi üzerinden bölgesel dengelerin belirlenimi gerçeğiyle acı bir şekilde yüzleşmeye başladı. Suriye olaylarında edindiği pozisyon sebebiyle başta İran olmak üzere, Irak ve Rusya gibi önemli komşularıyla arası açıldı. Komşularla sıfır sorun amaçlanırken, komşularla ekstra sorunlar yaşanmaya başlandı. Özellikle Suriye konusunda TDP’nin jeopolitik dengeleri gözetmemesi, bölgesel yalnızlığa doğru atılmış bir adım olarak görülmelidir. Suriye’nin İran, Irak ve Rusya açısından taşıdığı jeopolitik anlam, TDP’yi bölgesel düzlemde yalnızlığa doğru itmekte ve Batılı güç odakları ile olan münasebetlerine özellikle NATO bağıtına olan ihtiyacını her zamankinden fazla bir şekilde ortaya çıkarmaktadır. Çin’in Suriye gelişmeleri karşısındaki tavrını da hesaba katarsak, küre yeni bir soğuk savaşa doğru hızla yol almaktadır. Maalesef ki Türkiye, ideolojik soğuk savaşta edindiği siyasal konumun hemen aynısını jeopolitik soğuk savaşta da “Batı’nın ileri karakolu” vasfıyla güncelleme zorunluluğunu hissetmektedir. Çok boyutlu dış politika söyleminin gelip dayandığı sınır da burasıdır.
Suriye ile yaşanan sorunların F-4 krizine değin tırmanması, TDP’nin ürettiği söylem ve pratik açısından, Türkiye’nin hikmeti kendinden menkul caydırıcılığının da sonunu işaretlemekteydi. Bölgesel güç olma iddialarına her daim eşlik eden caydırıcı güç olma miti, F-4 kriziyle birlikte farklı bir safhaya girerek erimeye başlamıştır. Caydırıcılık, diğer devleti aleyhinize olan tutumlardan alıkoyabilmektir. Bu tutumlar hayata geçirildiği an itibariyle caydırıcılıktan bahsetmek imkânsızlaşır. Artık dokunulabilen bir varlık haline dönüşmüşsünüzdür. Caydırıcılık ise dokunulmazlığı sembolize eder. Türkiye, bütün bu bağlamlar göz önünde bulundurulduğunda bölgesel güç olma iddialarını hayata geçirmekte zorlanmaktadır. Ayrıca Çuval Krizi (2003) ve Mavi Marmara Katliamı (2010) bağlamlarıyla düşünüldüğünde F-4 Krizi, Türkiye’nin bölgesel ciddiyetini de zedelemektedir. Misliyle mukabele edilmese de muadilince mukabele, Türkiye’nin bölgesel karizmasının “elden gitmemesine” yardımcı olabilir.
Günümüzde sıkça kullanılır olan Amerikan menşeili bir diğer kavram, akıllı güç olabilmek, askeri gücün aktive edilebilmesini de içerir. Salt yumuşak güç unsurlarının dışında, sert güç ile yumuşak güç arasında bir yerde, politik söylemin özenle kurulması kadar askeri pratiğin de kararlılıkla uygulanabilmesi gerekir. Bu iki ayaklı programdaki sapmalar, akıllı güç uygulamalarının dışında bir yerde konumlanır. Ortak kültürel havzaya dayanarak üretilen, salt vicdanlara seslenen ve uluslararası hukuka sık atıflarla kurgulanan politik bir söylem, etki kapasitesi açısından “Ortadoğu gibi zorlu bir coğrafyada” zayıf kalacaktır.
Sonuç olarak TDP, bütün iyi niyetli girişimlere ve oluşturulan söylemlere karşın en nihayetinde zorlu bir parkura girmiş gözükmektedir. Bu zorlu parkuru hasarsız atlatma gereği, 2. Dünya Savaşı’ndaki denge performansını da göz önünde bulundurarak, Türkiye gibi köklü devlet algısına sahip bir devlet için uzak bir beklenti değildir.
Ceyhun ÇİÇEKÇİ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi