Diren! (Suffragette!)

“…ne sizden değerliyiz ne de sizden daha az değerli …”

 Senaryosu Abi Morgan tarafından kaleme alınmış Suffragette! (Diren!)  filminin yönetmen koltuğuna ise Sarah Gavron oturmuştur. 2015 yapımı bu dram filminde 19. yüzyılın başlarında kadınların oy hakkı ve daha eşit bir yaşam uğruna verdikleri mücadeleler anlatılmıştır. Carey Mulligan, Helena Bonham Carter ve Brendan Gleeson gibi usta oyuncuların performansıyla beraber dönemin önde gelen isimlerinden, radikal bir kadın hakları savunucusu olan Emmeline Pankhurst’a hayat veren Meryl Streep’in oyunculuğu da filmin başarısında rol oynamıştır.

Film, özet olarak 1912 İngiltere’sinde bir çamaşırhanede temizlik işçisi olan Maud Watts’ın kadın hareketiyle tanışmasıyla başlayan ve devamında kadınların oy hakkı, eşit iş yüküne karşın eşit ücret gibi sosyal ve politik haklara sahip olması adına katıldığı eylemleri ve geçtiği süreçleri anlatıyor. Filmde iş arkadaşlarından birinin aracılığıyla tanıştığı bu kadın hareketlerine gösterdiği katılım nedeniyle eşinden ve sosyal çevresinden tepki gören Watts her şeye rağmen savunduğu fikirlerin arkasında durmaya devam ediyor. Bu süreçte Edith Ellyn, Violet Miller ve Emily Davis gibi dava arkadaşları dönemin radikal savunucularından Emmeline Pankhurst’un fikirlerinden fazlasıyla etkilenmiştir ve savundukları amaçlara basit protestolarla ulaşamayacaklarını düşündükleri için daha ses getiren eylemler yapmaya karar verirler. Dönemin başkanlarından David Llyod George’un evine düzenledikleri bombalı saldırının ardından son olarak krala isteklerini birebir iletmek ve kameralar önünde seslerini duyurabilmek için dönemin önemli yarışmalarından birine gizlice katılıp bir pankart açmayı planlarlar. Maud ve Emily, kurdukları planını gerçekleştiremeyeceklerini anladıklarında Emily kralın atının önüne atlar ve Maud’a “Mücadeleyi asla bırakma” diyerek hayatına son verir. Emily’nin ölümü büyük bir yankı uyandırmıştır, cenazesi ile birlikte artan protestolar ve kadınların mücadelesi neticesinde yıllar sonra da olsa kadınlar hak ettikleri oy hakkına kavuşurlar.

Kadınlar tarihin her döneminde cinsiyete dayalı eşitsizliğe karşı durmak adına mücadele vermişlerdir. 19. Yüzyılın başında bu mücadele oy hakkı isteyen kadınlar etrafında şekillenmiştir (Holton, 2003). Daha sonrasında birinci dalga feminizm olarak da nitelendirilecek bu hareketler tüm dünyada kadınların bir araya gelerek eşit şartlar için savaşmalarına yardımcı olmuştur. Bu mücadelenin toplumun geri kalanı tarafından desteklenmesi ve daha geniş çapta bir harekete dönüşmesi ise zaman almıştır (Daley & Nolan, 1994). Çünkü kadınlara bu mücadelenin anlamsız olduğunu, hiçbir zaman erkeklerle eşit olamayacaklarını söyleyen bir ses daima var olmuştur. Bu ses kimi zaman filmin en başında duyduğumuz gibi radyolardan yankılanmış ve kadınlarının akli dengesinin politik meseleleri muhakeme edebilecek düzeyde olmadığını haykırmıştır. Kimi zaman Watts’ı davasını bırakmak için ikna etmeye çalışan müfettiş gibi kadınları hiçbir zaman kazanamayacakları bir savaşın yemleri olarak görmüştür ve kimi zaman da çamaşırhanenin sahibi gibi bulunduğu konumu kullanarak kadınlar üzerinde hegemonik bir baskı kurulabileceğini söylemiştir.

Filmde Emmeline Pankhurst ve onun radikal düşünceleri üzerinde fazlasıyla durulmuştur. Pankhurst özellikle bir konuşması sırasında, barışçıl eylemlerle haklarına kavuşamadıklarını anlatmış ve herkese elinden geleni yapmaları gerektiğini söylemiştir. Ona göre camlara taş atabilenler atmalı, hatta daha ileri gidip mülkiyetin kutsal putlarına saldırabilenlerin saldırmalıdır. Kadınların sahip olduğu gücün hafife alınmaması gerektiği söyleyen Pankhurst, tüm Britanyalı kadınları bir başkaldırıya davet etmiştir. Emmeline Pankhurst’un bu radikal düşünceleri ise bir anda ortaya çıkmamıştır. Tam aksine yıllar süren politik mücadelelerinin hiçbir netice vermemesi, yöneticilik yaptığı kuruluşların ciddiye alınmaması sebebiyle bu çapta bir başkaldırının çözüm olabileceğine inanmıştır (Bartley, 2002). Pankhurst’un yol göstericiliğine inan kadınlar da hakkı olanı elde edebilmek için hemen hemen her yolu denedikten sonra bu denli radikal eylemlere girişmiştir. Bu eylemleri desteklemeyenler olsa da kadınların eylemlerinin yıllarca süregelen sistematik bir yok sayılmanın sonucu olarak ortaya çıktığı unutulmamalıdır.

Filmin ana karakterlerinden Maud Watts’ın film boyunca gelişen düşüncelerine incelendiğinde, bu aynı zamanda radikalleşmenin gelişimini de anlamamızı sağlar. Filmin başından sonuna Watts’ın işe gidip gelen, ailesiyle sıradan bir hayat süren halinden; günlerce açlık grevi yapan, çocuğunu uzun yıllar göremeyecek olmasını bile kabullenen, kendisini davasına adamış bir hale dönüşmesini izliyoruz. Eşi onu evden kovduğu ve çocuğunu göstermediği zaman, işten atıldığında ya da kilisede tek başına kalmak zorunda olduğunda Watts’ın mücadelesinden vazgeçeceğini, eski rahat ve sorunsuz hayatına, ailesinin çocuğunun yanına döneceğini bekliyoruz. Ancak tüm bunlar, tam aksine fikirlerine daha sıkı sıkıya bağlanmasına yardımcı oluyor. Bu sürece bu denli kendini adamasının sebeplerinden bir tanesi de 7 yaşından beri çalıştığı çamaşırhanede yaşadıkları ve şahit olduklarıdır. Bu küçük yaşında erkek egemen dünyanın tam ortasında yer alması, yıllar boyu süren sistematik tacizler, daha fazla iş yüküne karşın alınan daha düşük ücretle çalışması Watts’ın mücadelesinin ne derece haklı olduğunu gözler önüne sermektedir. Öyle ki kendi yaşadıkları bir yana, öz annesinin de aynılarını yaşadığını bilerek, ileride kendi kızının da buna benzer bir hayata başlaması düşüncesiyle savaşmıştır. Yeni doğan her kız çocuğunun, ağabeyiyle aynı haklara sahip olabileceği bir dünyaya inanmıştır.

Bir başka önemli karakter olan Edith Ellyn ise film boyunca kararlı duruşu, yaşına ve yaşadığı her türlü zorluğa rağmen kendi mesleğini yapan çok güçlü bir kadın karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Edith karakteriyle beraber en fazla dikkat çeken noktalardan biri de eşi Hugh Ellyn tarafından o dönemlerde benzerine az rastlanır bir biçimde destekleniyor olmasıdır. Birinci dalga feminizmin ortaya çıktığı koşullar itibariyle oluşan radikal tavrı ve daha çok bir kadın hareketi olarak görülmesi, kadın birliği etrafında şekillenmiş olması erkekleri bu davadan uzak tutmuştur (Kent, 2014). Erkeklerin bu davaya olan tutumuna rağmen Hugh karakterinin eşine olan desteği tüm bu mücadelenin aslını, kadın erkek fark etmeksizin eşitlik uğruna savaşmak gerektiğini bize göstermektedir. Hugh, kadınların bu haklı davasına muazzam bir saygı duymuş, elinden geleni yapmış ve daima eşinin arkasında durmuştur. Yalnızca eşinin vücudunun bu eylemleri artık kaldıramayacağını düşündüğü noktada Edith’in karşısına çıkmıştır. Bu örneğine çok az rastlanır aile aslında bizlere bu hareketin ne denli toplumsal olduğuna ve ileride kadın erkek fark etmeksizin eşitlik için daha büyük mücadeleler verileceğine dair bir işaret de vermektedir.

Filmde bundan neredeyse yüzyıl önce yapılan mücadeleleri ve inandıkları uğurda her yolu denemeye hazır olan kadınları izliyoruz. Olabilecek en ağır koşullarda davalarına sahip çıkan bu kadınlar kendi ülkelerinde ve dünyanın daha pek çok yerinde bazı şeyleri değiştirmeyi başardılar. Ailelerinden, sağlıklarından, çocuklarından hatta kendi hayatlarından fedakârlık yapan bu kadınlar gelecek nesillerin daha umut dolu, daha eşitlikçi bir dünyaya sahip olmalarını sağladılar. Günümüzde hala cinsiyet eşitsizliğiyle, toplumsal normlarla mücadele ediyor olmamıza rağmen bizlere bu mücadele gücünü verenler yine aynı kadınlardır. Şiddete maruz kalan, aşağılanıp hor görülen, akli dengelerinden tutun da vatandaşlıklarına kadar her şeyleri sorgulanan bu kadınlar ne kadar güçlü olduklarını tüm dünyaya haykırmayı başarmışlardır. Onların sayesinde bugün hala inancımızın azaldığı yerde kulaklarımızda aynı kelimeler yankılanıyor: “Her evdeyiz, insan ırkının yarısıyız ve bizi durduramazsınız. Biz kazanacağız.” 

Elif Ekin Doğan

Feminizm Okumaları Staj Programı

KAYNAKÇA

  1. Bartley, P. (2002). Emmeline Pankhurst: Psychology Press.
  2. Daley, C., & Nolan, M. (1994). Suffrage and beyond: International feminist perspectives: NYU Press.
  3. Holton, S. S. (2003). Feminism and Democracy: Women’s Suffrage and Reform Politics in Britain, 1900-1918: Cambridge University Press.
  4. Kent, S. K. (2014). Sex and suffrage in Britain, 1860-1914: Princeton University Press.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...