Çok kullanılan bir ifadeyle bir diplomat, yabanı bir ülkeye, ülkesinin iyiliği için, yalan söylemek üzere gönderilen dürüst bir kişidir. Bir diplomatın temel faaliyeti olan diplomasi ise, kimilerine göre dış politikanın bir yürütülüş biçimi; kimilerine göreyse bir diplomatın sanatı ve hüneridir. Tanınmış diplomasi yazarı Sir Ernest Satow’a göre ise “diplomasi”, bağımsız ve egemen devletlerin oluşturduğu uluslararası sistem içerisindeki hükümetlerin resmi ilişkilerinin yürütülmesinde uygulanan zekâ ve inceliktir. Aslında bilinen bir gerçek var ki; o da, diplomasi kavramının tanımındaki çeşitliliğin bizatihi diplomasinin geçirdiği evrimden ileri geldiğidir.
Tarihte diplomasinin ortaya çıktığı ilk şekil bugün için “ad hoc diplomasi[1]” olarak isimlendirilmektedir. Diğer bir tabirle, henüz sürekli elçi olmayan diplomasi temsilcileri belirli görevleri yerine getirmek için seçilirler ve verilen görevi yerine getirdiklerinde ülkesine geri dönerlerdi. Bu diplomasi türü ilk olarak eski Yunan kent-devletlerinde görülmüştür. Öyle ki; bu dönemdeki diplomatlar temelde haberci olarak tanımlanırlardı. Bundan dolayı da elçilerin en temel özellikleri, verilen emri unutmamalarını sağlayacak güçlü bir belleğe ve haberi yüksek sesle olabildiğince geniş bir alana iletecek gür bir sese sahip olmalarıydı. Bir efsaneye göre de, dönemin diplomatları güçlü belleklerini ve gür seslerini Tanrı Hermes’ten aldıkları rivayet edilirdi ve bu nedenle O’nun koruyuculuğu altına konulurlardı. Hatta bundan dolayı “Tanrıların habercisi” olarak da bilinirlerdi.
Bazı sosyal bilimcilere göre, modern olmayan ve geçici bir nitelik taşıyan “çok-taraflı diplomasi[2]” türü ilk olarak M.Ö. 432 yılında, toplanan Isparta Kongresi ile yine eski Yunan kent-devletlerinde başlamıştır. Bu açıdan da bu diplomasi türü açık diplomasi[3] niteliği göstermekteydi. Çünkü diplomatik görüşmelerin tümü açık yürütüldüğü gibi söz konusu görüşmelerin sonucu da mutlaka halka duyuruluyordu. Lakin yinede söz konusu diplomasi türlerinin hepsi geçici nitelikteydi. İlk sürekli diplomasi türü ise, 15. yüzyılda, İtalyan kent-devletlerinde uygulanmaya başlandı. Bunun temel sebebi ise aralarında sürekli rekabet ve savaş tehlikesi bulunan çok sayıdaki İtalyan kent devletlerinin ileri gelenlerinin, bu sürekli istikrarsızlığı giderecek yegâne yolun kalıcı diplomatik kuralları bulunan sürekli diplomasinin olduğuna inanmalarıdır.
Sürekli diplomasi uygulamalarının başladığı döneme, dönemin ünlü İtalyan düşünürü Machiavelli’nin diplomasi üzerine olan görüşleri damgasını vurmuştur. Öyle ki; bu, yazılı olmayan kurallarda bile kendini göstermekteydi: Örneğin, o dönemde iki yıllığına yabancı ülkelere atanan elçiler, dedikoduya yatkın oldukları için kadınlarını yanlarına götürmezken “yüksek” zehirlenme olasılığına karşı aşçılarını yanlarından hiç eksik etmezdi ve aşçıları mutlaka bir erkek olurdu. Dönemin elçilik makamını kabul özellikle zorunluydu ve elçiler, nezdine atandıkları ülkelerin halkları tarafından casus olarak görülürlerdi. Aslında bu biraz da doğruydu. Çünkü her ne kadar elçinin ilk görevi kendine verilen buyrukları nezdine atandığı ülkeye iletmek olsa da, ikincil görevi, her zaman, söz konusu ülkenin askeri, ekonomik ve kültürel etkinlikleri ile ilgili casusluklarda bulunmaktı. Kısacası, söz konusu dönemde, elçilerin casusluk yapmaları, nezdine atandıkları ülkelerin içişlerine karışmaları ve zehirlenmeleri sıradan olaylardı ve oldukça doğal sayılırdı.
Lakin 15. ve 16. yüzyıl diplomasi anlayışına nasıl İtalyanlar yön vermişseler, 17. ve 18. yüzyıl diplomasi anlayışına da o şekilde “yeni yükselen güç Fransa” yön vermiştir. Öyle ki; 1789 Fransız İhtilali’ne kadar Fransız diplomasi anlayışı tüm Kıta Avrupa’sına egemen olmuştur. Hatta denilebilir ki; Fransızların diplomasi anlayışının Kıta’ya egemen olmasından önce söz konusu diplomasi faaliyetleri daha çok Avrupa ile sınırlı kalmıştır. Fakat Fransız diplomasi anlayışı ile Avrupa’nın, diğer kıtalar ile güçlü bağlar kurması ve diğer topluluklara açılması büyük ölçüde kolaylaşmıştır.
Fransız diplomasi anlayışının egemen olduğu 19. yüzyılı, İtalyan diplomasi anlayışının egemen olduğu 15. ve 16. yüzyıldan ayıran birçok temel özellik, elbette, bulunmaktadır. Öncelikle söylenmelidir ki; lingua Franca’nın da Fransızca olduğu 19. yüzyılda elçiler; temsil, ikili (sadece siyasi) ilişkileri geliştirme ve çıkarları koruma gibi sadece geleneksel görevleri yürütmekteydi. Uluslararası arenadaki etkin devlet sayısı oldukça azdı. Kamuoyu hala dış politika yapımında dikkate alınan bir faktör değildi ve en önemlisi, bugünkü Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütler, uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde hiçbir öneme haiz değildi.
Lakin merkezi hala Avrupa’da olan Avrupa diplomasisinin coğrafi sahası alabildiğince genişlemişti. Öyle ki; içine kapanık Çin, yüksek erdemli Japonya, egzotik Afrika bile ticaretin artmasıyla diplomasinin etkinlik sahasına, istemeden de olsa çekilmişti. Diğer bir tabirle, Avrupa’nın ilgi alanı artık sadece Avrupa toplumları değildi, Avrupa, diğer kıtaların sorunlarıyla da yakından ilgilenir hale gelmişti. Fakat özellikle belirtilmelidir ki; Avrupa’nın diğer kıtalar ile geliştirdiği söz konusu ilişkiler genelde ticari nitelikliydi ve temelde Avrupa merkezli dünya ticaret hacminin (küresel hâsılanın) arttırılması amaçlanıyordu. Zaten I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde de, Avrupa diplomasisi tekrar “sadece” Avrupa toplumlarının sorunları ile uğraşmaya başlayacaktır.
Aslında bir meslek olan diplomasinin geçirdiği bu evrime rağmen değişmeyen bir şey vardı; o da, diplomasi mesleğinin “aristokratik” özelliğiydi. Diğer bir tabirle diplomatlar genelde belli bir sosyal tabakadan gelmekteydi ve akrabalık ilişkileri bu meslekte çok büyük bir rol oynuyordu. Osmanlı Devleti’ni 30 yıl boyunca Büyük Britanya nezdinde temsil eden Kostaki Masurus Paşa ve tamamen oğullarından, yeğenlerinden ve damatlarından oluşan maiyeti bunun en güzel örneğidir[4]. Aslında devletlerarasındaki barışçıl yolardan biri olan diplomatik ilişkilerin yürütülmesi de büyük oranda diplomasi mesleğinin bu özelliğinden ileri gelmekteydi. Çünkü söz konusu diplomatlar kendilerini atayan devletlerden daha çok bu aristokrasi ailesine yakın görmekte ve devletlerarasındaki yapay sınırlar bu sayede ortadan kalkmaktaydı. Bu ise çözüme giden barışçıl yolların kapılarını aralamaktaydı.
Diplomasinin geçirdiği bu evrim içerisinde I. Dünya Savaşı’na kadar süren dönemi diplomasi yazarları “eski diplomasi” olarak nitelemektedirler. Bu dönemin en belirgin özelliği ise döneme güç dengesinin damgasını vurmasıydı. Öyle ki; söz konusu dönemde savaş olası bir olaydı fakat topyekûn olmak yerine sınırlı bir niteliğe sahipti ve sadece dengenin sarsılması neticesinde eski dengenin tekrar tesis edilmesi gibi naif bir amacı kendisine görev edinmişti, bu açıdan da meşrudu.
Fransız diplomasi anlayışının egemen olduğu 17, 18 ve 19. yüzyılların diğer bir özelliği de bu dönem diplomasisinin genelde hükümdarlar eliyle yürütülen “kişisel diplomasi” niteliğine sahip olmasıydı. Diğer bir tabirle halklar, ne diplomatik görüşmelerden ne de bu görüşmeler sonucunda imzalanan antlaşmalardan haberdar edilmekteydi. Bundan dolayı da, eski Yunan kent-devletlerinin aksine bu dönemin diplomasi anlayışı gizli nitelikteydi ve bu nitelik o dönemin diplomasi anlayışını bu dönemin diplomasi anlayışından ayıran en temel özellikti.
Her ne kadar çok taraflı diplomasi anlayışının tarihi milattan öncesine kadar gitse de, modern anlamda ilk geçici çok-taraflı diplomasi anlayışı ancak 17. yüzyıla kadar geriye götürülebilir[5]. Fakat 19. yüzyıl ile birlikte, çok-taraflı diplomasi anlayışı çerçevesinde düzenlenen kongreler/forumlar, devletleri ilgilendiren ortak sorunların çözümü ya da en azından görüşülmesi için en sık başvurulan yöntemlerden biri haline gelmiştir. Bu açıdan 1814 Viyana Kongresi, kısaca da olsa, bahsedilmesi gereken önemli bir kongredir. Çünkü ilk kez bu Kongre’de, Kongre’ye katılan tüm devletlerce diplomasinin, belirli kuralları ve statüsü olan bir meslek olduğu kabul edilmiştir. Öyle ki; bu Kongre’de saptanan kurallar, bazı küçük değişikliklerle de olsa hala devam etmektedir. Toplanan bu kongre sayesinde, aynı zamanda, dönemin büyük güçleri[6] tarafından adına “Avrupa Uyumu/Ahengi (Concert of Europe)” denilen bir sistem kurulmuş, bu sayede 30 yıl kadar da olsa kurulan status quo’nun devamlılığı sağlanmıştır.
Dünya Savaşı ile beraber gerek eski diplomasi gerekse bu eski diplomasi içerisinde savaş kavramının hem anlamı hem de içeriği büyük oranda değişime uğramıştır. Özellikle Woodrow Wilson’ın 14 Nokta’sının ilk maddesi ile beraber diplomasi tekrar açık bir hal almaya başlamıştır[7]. Aslında “yeni diplomasi” olarak anılmaya başlayan bu açık diplomasi türü birazda eski diplomasi olarak lanse edilen gizli diplomasiye tepki olarak doğmuştur. Lakin uygulamada küçük bir farkla, eski Yunan kent-devletlerinin aksine “gizli görüşmeler, açık sözleşmeler” şeklinde tecelli etti. Diğer bir tabirler, eski Yunan kent-devletlerinde olduğu gibi açık görüşmeler, açık sözleşmeler şeklinde değildi. Hatta bu yeni diplomasi, açık sözleşmelerle beraber kamuoyuna açıklanmayan gizli maddeleri de içermekteydi. Bu açıdan, aslında “açık diplomasi, geçmişini anımsatan ama söz konusu geçmişi bir türlü tam olarak yaşatamayan” bir masal gibiydi; geçmişi anımsatan ama bir türlü gerçeğe dönüşmeyen tatlı bir masal gibi… Çünkü dönemin diplomatlarına göre, görüşmelerin kamuoyuna açık olarak yapılacak olmasından dolayı, kapılar ardındaki geniş salonlarda gizli olarak yürütülen diplomatik görüşmelerdeki temel amaç olan uzlaşmadan uzaklaşılacak ve bu alanlar/forumlar, söz konusu ülkelerin sadece propagandalarını yaptıkları arenalara dönüşecekti. Bu yüzden görüşmelerin gizli yürütülmesi ama sözleşmelerin açık olarak imzalanması kararı alınmıştır.
Bazı diplomasi yazarlarına göre, dış politikadaki bu “glasnost” (açıklık), aslında iç politikadaki liberalleşmenin dış politikadaki tezahüründen başka bir şey değildir. Çünkü çok iyi bilinen bir gerçek var ki; o da, bilgi ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler sonucunda diplomasi alanındaki uygulamaların temelinden değiştiğidir. Bu konuda aslında iki açıdan irdelenebilir: Örneğin bir yandan, gelişen bilgi ve iletişim teknolojisi sayesinde kamuoyu dış politikada olup bitenler hakkında daha kısa sürede daha çok şey öğrenebilmekte, bazen bilinçli bazense bilinçsiz olarak dış politika yapımında görev üstlenebilmektedir[8]. Diğer yandan görevli diplomatlar ise, kendilerinin yorumlarına olan ihtiyaç hala devam etse de, oldukça sınırlanmışlardır. Çünkü daha önceleri merkezle sınırlı ve gecikmeli bir irtibata sahip olan diplomatlar, göreve giderken sadece konunun genel çerçevesi/kırmızı çizgiler hakkında bilgi alıp bu genel çerçeve dâhilinde kendileri yorum yapmaktaydı ve bu açıdan oldukça geniş bir özürlüğe sahiptiler. Lakin iletişim teknolojisindeki sınır tanımaz gelişme ile beraber gerek genel çerçeve gerekse genel çerçevenin içi anlık video-telefon görüşmeleri yoluyla merkez tarafından an be an doldurulmaya başladı ve bu diplomatların özgürlük alanlarını büyük oranda kısıtlandı. Bunun yanında günümüzde diplomasi, daha çok politikacılar tarafından yürütülmekte, diplomatlardan ise sadece gerektiğinde, danışman olarak yararlanılmaktadır. Lakin teknik konuların halledilmesi ve gerginliklerin giderilmesi hala diplomatların münhasır siyasi alanı olmaya devam etmektedir.
1914-1918 Dünya Savaşı ile beraber değişen diğer bir alan da, daha önce de değinildiği gibi, yeni diplomasi içerisinde savaş kavramının kazandığı yeni anlam ve içerik/niteliktir. I. Dünya Savaşı’nın ardından biyolojik ve kimyasal, II. Dünya Savaşı’nın ardından ise nükleer silahların bulunması ve kullanılması ile savaş kavramının hem kendisi hem de içeriği/niteliği ciddi dönüşüme uğramıştır. Öyle ki; I. Dünya Savaşı’na kadarki sınırlı savaşlar büyük oranda kitlesel ve topyekûn bir niteliğe evirilmiştir. Lakin nükleer silahların korkutucu gölgesindeki dehşet dengesi de büyük savaşların yaşanmasını bir o kadar zorlaştırmış, vukuu bulan savaşları ise ancak vekâlet savaşları (proxy wars) şeklinde sınırlandırmıştır.
Yeni diplomasinin kazandığı bir diğer nitelikse basın ile kurduğu yakın ilişkidir. Hatta “diplomasiyi, basın-yayın organlarının önünde yürütülen beceri ve hüner” olarak tanımlamak pek de yanlış bir ifade olmayacaktır. Bundan dolayı, günlük basın ve yayın organlarını ve yazılı ve görsel medyayı takip etmek diplomatların birincil görevi haline gelmiştir. Kaldı ki; basın ve yayının halkın bilinçlendirilmesi ve biçimlendirilmesinde çok büyük bir rolü olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Ayrıca bu sayede, kamuoyu da, kendi seçtikleri temsilcileri denetleyebilmekte gerektiğinde yürütülen politikalara yetkili bakanlık önünde sergiledikleri protesto gösterileri ile tepkilerini dile getirebilmektedirler.
Belki de bu anlamda yeni diplomasinin kazandığı yeni özellikler konusunda eklenmesi gereken bir diğer husus da, eski diplomasiye nazaran yeni diplomasinin siyasi konular dışında ekonomik ve sosyal mevzuların da ele alınması, hatta öneminin belirleyici konuma gelmesidir. Mesela, ülkeler arasındaki gelir farkı diğer birçok siyasi mesele gibi dünya barış ve güvenliğini tehdit eder hale gelmiştir ve bu açıdan, artık, diplomatların sadece diplomasi ve siyasi tarih alanında değil, sosyal ve ekonomik alanlar hakkında da bilgi sahibi olması beklenmektedir.
Günümüzde, ikili diplomasinin yanı sıra çok-yanlı bir nitelik gösteren “parlamenter diplomasi” de, uygulamada sıklık kazanmıştır. Fakat bu diplomasi yöntemi daha çok devletlerin ulusal çıkarlarını doğrudan ilgilendirmeyen ortak sorunların[9] çözümlerinde uluslararası kongreler ve küresel forumlarda kullanılmaktadır. Bu açıdan kamuoyuna açık olarak yürütülen bu diplomasi türünde daha çok söz konusu devletlerin politikalarının propagandası[10] yapılmaktadır. Fakat ülkelerin ulusal çıkarlarını doğrudan ilgilendiren önemli mevzular daha çok loş salonlarda, görkemli restoranlarda ya da dar koridorlarda devlet temsilcileri tarafından ele alınan gayri resmi görüşmelerde dile getirilir ki buna “sessiz diplomasi[11]” denmektedir. Sessiz diplomaside kullanılan yöntemler daha çok geleneksel yöntemleri içermektedir ve bu açıdan gizli diplomasinin bir alt kolu olarak tahayyül edilebilir.
Gizli diplomasinin bir alt kolu olan sessiz diplomasi, açık diplomasiye göre her ne kadar daha tercih edilir olsa da, hızlılık açısından hükümet ve devlet başkanları tarafından yürütülen “zirve diplomasisi”, geleneksel diplomasi türleri içerisinde en tercih edilenidir. Çünkü bu türde çok kısa zamanda daha iyi sonuçlar alabilmek mümkündür. Lakin buna rağmen bu diplomasi türü, içerisinde bazı olumsuz yönler de barındırmaktadır. Her şeyden önce, dışişleri ile alakalı bir mesele nedeniyle hükümet ya da devlet başkanının ülke dışında bulunması devletin olağan işlerinin aksamasına neden olabilmektedir. Buna karşın, söz konusu devlet ya da hükümet liderlerinin, yanlarında danışman olarak da olsa konu üzerinde uzman ve yetkili diplomatları götürmeleri gerekmektedir. Çünkü açık da olsa yapılan diplomatik görüşmelerin gizli bir görüşmeye dönüşme riski her daim mevcuttur ve bu konuda teknik danışman olarak deneyimli diplomatlara gerek duyulacaktır. Zira ulusal menfaatlerin gerçekleştirilmesinde elde edilecek bir başarısızlık, kamuoyunun öneminin giderek arttığı bu yüzyılda, söz konusu hükümet ya da devlet başkanını koltuğundan etmeye yetecektir.
Bazılarına göre ise zirve/doruk diplomasileri, ülkelerin kendi düşünce ve politikalarının propagandasını yapmaları için tasarlanmış forumlardır. Çünkü söz konusu zirvelere devletlerin en yetkili devlet adamları katılmakta ve tüm kamuoyu da dâhil olmak üzere tüm dünya tarafından izlenmektedir. Bu ise devlet adamlarına, kendi politikalarının propagandasını yapmak için inanılmaz bir fırsat sunmaktadır. Bu izafi realiteyi, diplomasi yazarı Hayter şu sözleri ile çok güzel bir şekilde dile getirmektedir: “Eğer (taraflar arasında) gerçekten bir sorunu çözme isteği varsa, bu takdirde, bir doruk toplantısının yapılması gereksizdir; böyle bir isteğin olmaması durumunda ise doruğun toplanması yararsızdır.”
Kısacası diplomasi, açık (diplomasi) olarak başladığı serüvenini yine açık (diplomasi) olarak sürdürmektedir. Fakat yine de açıklık’ın geçirdiği evrime engel olamamıştır. Eski Yunan kent-devletlerinde açık görüşmeler ve açık sözleşmeler şeklinde başlayan hikâye büyük oranda açık sözleşmeler fakat açık olmayan/gizli görüşmeler şekline evirilmiştir. Niteliği bu yönde değişen diplomasi, ayrıca, tür bakımından da ciddi bir değişime uğramış, kimilerine göreyse büyük bir zenginlik kazanmıştır. Geçici bir şekilde ad hoc olarak yoluna başlayan diplomasi, ortak sorunların artması ile birlikte çok-taraflı bir nitelik kazanmış, içinde kişisel diplomasinin de önemli olduğu eski diplomasi yerini yeni diplomasiye bırakmıştır. Günümüzde ise açık diplomasinin de bir örneğini teşkil eden ve BM’de de vücut bulan parlamenter diplomasinin önemi gittikçe artmaktadır. Fakat akıllarda hep tek bir soru bulunmaktadır: Diplomasinin açıklık niteliği önem kazandıkça diplomasinin, telos’u (nihai amaç) olan uzlaşmayı gerçekleştirme yeteneği de artmakta mıdır? 1962 Küba Krizi’nin ve 1979 Camp David Antlaşması’nın görüşmelerinin gizli olarak yürütüldüğünü, uzlaşmanın ancak belli bir olgunluğuna ulaştıktan sonra açıklandığını ve kamuoyuna erkenden açıklandığından dolayı Amerika’nın 1963-73 Vietnam Savaşı’nda zor anlar yaşadığı düşünüldüğünde, bu soru gerçekten de tartışılmayı hak etmektedir ve mutlaka da tartışılmalıdır.
Deniz Tören
Hacettepe Üniversitesi
[1] Bu diplomasi türü, taşıdığı özellikler nedeniyle akademik camiada tek-taraflı ve geçici diplomasi olarak da bilinir.
[2] Çok taraflı diplomasi, devletlerin çıkarlarını doğrudan etkilemeyen ortak sorunların konuşulması için belirli aralıklarla düzenlenen kongreler aracılığıyla yürütülen diplomasi türüdür.
[3] Söz konusu bu diplomasi türü, tekrardan, ancak 2300 yıl sonra Wilson Prensipleri vasıtasıyla kısmi bir şekilde uygulanmaya başlanmasıyla geçerlilik kazanacaktır.
[4] Aslında bu temelde iki şeyden ileri gelmekteydi: İlki söz konusu ailenin bireyleri genelde aynı aile içerisinde sosyalleştikleri için bu aile üyelerinden birini tanımakta ve evlenecekleri zaman bu aileden bir üye ile izdivaç etmekteydiler. İkinci husus ise mesleğin gizliliğinden ileri gelmekteydi. Aileye katılacak insanların, dışarıdan olmaması ve her açıdan güvenilir olması içinse bu yol en ideal olanıydı.
[5] Modern anlamda ilk çok-taraflı diplomasi deneyimi, Otuz Yıl Savaşları’nın ardından toplanan 1648 Vestefalya Kongresi olmuştur. Bu kongreyi 1699 Karlofça Kongresi, 1712 Utrecht Kongresi ve 1814 Viyana Kongresi izlemiştir.
[6] Büyük Britanya, Fransa, Prusya, Rusya ve Avusturya dönemin büyük güçleri olarak tanımlanmaktadır.
[7] Wilson, daha sonra yaptığı açıklamalarda, hassas konuların mutlaka gizli ve kamuoyu baskısından uzak bir şekilde müzakere edilmesi gerektiğini de ayrıca belirtmektedir. Yani açık diplomasi, hassas olmayan konuların mümkün olabildiğince kamuoyu önünde müzakere edilip, son metnin mutlaka kamuoyuna açıklanması üzerine dayanmaktaydı. Bu sayede liderler, kamuoyu baskısını enselerinde hissedecek ve dengesiz ve kamuoyunu derinden etkileyecek kararlar almaktan uzak duracaklardır.
[8] 6-7 Eylül Olayları ve 1974 Kıbrıs Çıkarması, kamuoyunun hükümet üzerindeki baskısı ve dış politika üzerindeki itici gücüne Türkiye siyasi tarihi içinden verilebilecek iki nadide örnektir.
[9]Küresel nüfus artışı, ülkeler arası ekonomik dengesizlikler, çevre kirliliği, nükleer silahsızlanma gibi konular bu sorunlara verilecek örneklerdendir.
[10] Propaganda, günümüz diplomasisinde önemi gittikçe artan “kamu diplomasisi” ile karıştırılmamalıdır. Kamu diplomasisi daha çok karşılık soru cevap şeklinde fikir teatisi yoluyla yürütülen bir diyaloga işaret etmekteyse de; propaganda daha çok bir taraf tarafından diğer taraf(lar)a, kendi görüşlerini yansıtmak ve karşı tarafı bu doğrultuda etkilemek amacıyla tek yönlü olarak yürütülen bir monologa atıfta bulunmaktadır.
[11] BM’nin koridorlarında, barlarında ve salonlarında devlet temsilcileri arasında yürütülen bu gayri resmi görüşmelere verilen sessiz diplomasi ismi ilk olarak BM eski genel sekreterlerinden “Dag Hammarskjod” tarafından isimlendirilmiştir.