“Hayatta risk almamak büyük risk. Çünkü hayatın kendisi risk.”
Denizdeki Ateş, ödüllü yönetmen Gianfranco Rosi’nin Sicilya denizinde bir ada olan Lampedusa’da karaya çıkıp, Avrupa’da yeni bir hayata başlamaya çalışan mültecilerin bu yolda yaşadıkları zorlukları ve karşılaştıkları şartları konu alan belgeseldir.
Belgesel temel olarak iki farklı hikâye üzerinden ilerlemektedir. Bir bölümünde Afrika’nın ve Ortadoğu’nun farklı yerlerinden gelen ve yaşam mücadelesi veren insanların hikayesine yer verirken, diğer taraftan Lampedusalı denizci bir aileye mensup 12 yaşındaki Samuele’nin gözünden Ada’daki günlük yaşamı ele alır. Yönetmen bu şekilde bu iki farklı hayatın birbiriyle olan tezatlığına dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.
İlk sahnede kendisine sapan yapabilmek için ağaç arayan Samuele’yle karşılaşıyoruz. Küçük çocuğun sıradan hayatına yer verilen kısımlar son derece yavaş geçiyor. Günlük yaşamın içinde karşılaşılan sorunlar, örneğin, kötü hava şartları, Samuele’nin göz tembelliğinden şikayetçi olması belgeselin öteki sahneleriyle karşılaştırıldığında son derece yavan ve önemsiz görülüyor. Belgeselin daha ilk sahnelerinde, yetkililere ulaşıp, yardım için yalvaran mültecilerle karşılaşıyoruz. Bu kişiler deniz yoluyla adaya çıkıyorlar ancak konumlarına yeterli zamanda ulaşılamadığı için 150 kişi hayatını kaybediyor.
Rosi’nin de belgeselin en başında belirtmeyi uygun gördüğü gerçek şu ki; geçen 20 yıl içinde -belgesel 2016 yapımı- 400.000 insan Lampedusa’ya deniz üzerinden gelebilmek ülkelerini geride bırakmak zorunda kalmış. Bu insanların 15.000 gibi büyük bir oranı ise, maalesef kıyıya çıkmayı hiçbir zaman başaramamış. Burada bahsedilen insanlar, Afrika’dan yola çıkarak önce Lampedusa’ya, sonrasında ise Sicilya’ya ulaşarak, Avrupa’ya geçiş yapmayı amaçlıyorlar. Aralarında birçok farklı ülkeden kişi bulunuyor. Fildişi Sahili, Nijerya, Suriye, Çad, Eritne, Somali belgeselde duyduğumuz, mültecilerin anavatan olarak belirttikleri ülkelerden bazıları. Bu insanlar yalnızca denizle mücadele etmiyor, göç yolu boyunca farklı tehlikelerle de karşı karşıya kalıyorlar. Örneğin; belgeselin bir bölümünde mültecilerin anlattığı üzerine, Nijerya’dan yola çıkan kalabalık bir grup önce Sahra Çölleri’ni geçmeye çalışıyor, sonrasında ise o dönemde IŞİD’in elinde bulunan Libya’ya ulaşıyorlar. Libya’da ırkçılıkla da karşılaşan Nijeryalılar alıkonularak hapiste tutuluyor. Aylarca, belki yıllarca hapiste tutulanlardan kaçabilenler ise bu kez denizle yüzleşiyorlar. Bu insanların çok küçük bir kısmı Lampedusa’ya ulaşmaya başarıyor.
Belgesel bize mültecilerin yaygın olarak kullandığı bir göç istikametindeki yaşananları göstermeyi amaçlamaktadır. Bununla birlikte İtalyan hükümetinin mülteci politikası hakkında da ipuçları vermektedir. Hükümet can kaybını en aza indirecek şekilde, gerekli uzman desteğini sağlamakla birlikte yapılanlar “yeterli” değildir. Ayrıca 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin öngördüğü “sorumluluk paylaşımı” ilkesinin de uygulamada umulduğu kadar etkili olamadığını görmekteyiz. Bahsedilen Cenevre Sözleşmesi’ne göre transit ve hedef ülke olarak kullanılan ülkelerin, diğer ülkelerle iş birliği yapması ve sorunun daha etkili bir şekilde çözülmeye çalışılması kararlaştırılmıştır. Ancak işbirliği sınırlı kalmış, göçmenlerin ülkelere yaptığı baskı artmıştır. İtalyan hükümetinin de daha fazla kaynağa ihtiyacı olduğu belgeselde açıkça işlenmiştir.
Göç güvenliği konusu, 20. yüzyılın sonundan itibaren daha fazla önem kazanmıştır. Teknolojideki gelişmelerle savaşların sivillere yayılmaya başlaması, otoriter rejimlerin artması, küreselleşmeyle iletişim ve ulaşım olanaklarının artışı dünya üzerinde mülteci sayısında da dikkat çekici bir artışa neden olmuştur. Ulaşım imkanlarının eskisinden daha ucuz ve fazla olması göç yollarının güvenliğini sağlamamıştır. Ayrıca göçmen kaçakçılığı, sınır güvenliği, göçün yol açtığı ekonomik baskı, ırkçılık, toplum sağlığı gibi konularla da hükümetler için tehlike arz ederek, sorunun insani doğasında uzaklaşılmasına sebep olmaktadır.
1951 Cenevre Sözleşmesi’ne yeterli önemin verilmemesi, göç unsurunun yalnızca hükümetler için değil, göçmenler açısından da zorlaşmasına neden olmuştur. Belgeselde de gördüğümüz gibi insanlar teknelerde üst üste yolculuk yapıyorlar ve günlerce aç, susuz kalıyorlar. Kıyıya ulaşmayı başaranlar çoğu zaman ağır bir şekilde yaralanmış ya da hastalanmış bir halde oluyorlar. Yolda ölenler ise ya denize atılıyor ya da ceset torbalarıyla toplanarak otopsi için karaya çıkartılıyor.
Adanın yerlileri için hayat ve gelir kaynağı olan deniz, mülteciler için ölüm ve hastalık getiriyor. Yönetmen Rosi, mültecilerin yaşadıkları dramı bizlere hiçbir ekleme yapmadan, olduğu gibi yansıtmayı amaçlıyor. İşlenen iki farklı hayat arasındaki kopukluk filmin istenilen etkiyi yaratmasına olanak tanıyor. Belgesel boyunca bu hayatların birbirine dokunmasını bekliyoruz ancak bu durum gerçekleşmiyor. Bu da aslında günlük hayatlarını yaşayan insanların duyarsızlığına dikkat çekiyor. Belgeselin bir bölümünde ölen mültecilerle ilgili verilen bir radyo haberi ardından Samuele’nin babaannesinin “Zavallılar.” diyerek yemek yapmaya devam ettiğini görüyoruz.
Yönetmen deniz ve ateş arasında var olan zıtlığı belgeselin tamamında izleyicisine hissettirmeyi amaçlıyor. Belgeselin sahnelerinden birinde İtalyanların bu mültecilere yardım etmek için kullandıkları tesislerde çalışan doktorlardan birisiyle kısa bir röportaja yer verilmiş. Doktor aslında neler yaşandığını son derece yalın bir dille anlatıyor. Özellikle çocukların ve hamile kadınların bu zor şartlara dayanamadıklarının altını çiziyor ve daha önce onlarca ceset görmüş olmasına rağmen, kıyılara vuran bu insanların cesetlerinin alışılacak bir şey olmadığını söylüyor.
Ancak yaşanan bütün sorunlara rağmen, umut veren görüntülere de yer verilmiş. Örneğin; yine doktorun muayene ettiği, ikiz bebeklerine hamile genç bir anne ile karşılaşıyoruz. Doktor gemilerde yaşadığı zor şartlar nedeniyle küçük sorunlar olduğunu ama genel olarak annenin ve bebeklerin sağlığının yerinde olduğunu söylüyor. Yine aynı sahnede doktorun ve hastasının dil farkı nedeniyle iletişim kuramadığını görüyoruz. Böylece göçle ilgili altyapı eksikliği ve mültecilerin kaynak ülkede yaşadıkları uyum sorunları işleniyor. Bir diğer sahne ise, mülteci kamplarına yerleştirilmiş insanların bu kamplarda şarkı söylediklerini, futbol oynadıklarını gördüğümüz kısımlar. Burada da insanların daha güzel bir hayat için dua ettiklerini görüyoruz. Belgesel mültecilerin umutlar ve korkular yaşayıp, daha iyi bir yaşamak için risk almak zorunda kalmış insanlar olduklarının üstünü çiziyor. Bir kez daha mülteci krizi, yasadışı göç olarak adlandırılan sorunun insaniliğine dikkat çekiliyor.
Eritreli sinemacı Gianfranco Rosi’nin kendisi de iç savaşı yaşamış, ailesini geride bırakıp İtalya’ya sığınmış bir mülteci. Bu durum belgeselin çok daha gerçek olmasına neden olmuş. Denizdeki Ateş belgeseli, 66. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne layık görülüyor ve aynı yıl Akademi Film Festivali’nde En İyi Belgesel kategorisine aday gösteriliyor.
SEDA SEZEN TUNALI
Göç Staj Programı