Çok çetrefilli zamanlardan geçtiğimize şüphe yok. Hem ülke içinde hem dışarıda olanlara bakacak olursak, şaşkınlıktan dudağımız uçuklayacak halde. Kaos’un her türlüsü bir mühendislik titizliğiyle düzenekler halinde kurgulanıyor. Hem tarih hem hafızalar yap-boz tahtasında döndü.
Eski Yunan’daki sofistlerin inandığı gibi, “neye ikna edersen gerçek odur!” prensipleri hâkim. Belagatin sakladığı bir propaganda ulusal ve küresel siyaseti kuşatmış durumda. “Logos” bitti, “logo”lar kullanıma girdi, coğrafyalar Legolara tahvil edildi. Müslüman coğrafya Tetris blokları gibi.
Ülkemizde ve kadim coğrafyamızda olanlara anlam vermeye çalışırken, zaten ülke içinde yaşadığımız anlamsızlıklar boynumuzu büküyor. Kavgaların odağında sadece iktidar ve sermaye savaşı var, ancak kavgaların giyindiği kostümler farklı. Bir yandan ülke içindeki kavgada dışarıdan kendine destek bulmaya çalışanlar var; diğer yanda, ülke içindeki çatlakları kendi lehine kullanan küresel sistemin unsurları. Festen serpuşa geçişin tartışmalarını yaparken, sarık fötr şapkasına dönüştü.
Öncelikle Clinton’un dediklerini tahlil edelim. Ortadoğu’da olanların arkasında kim olduğunu saklamak istercesine Clinton’ın, “Türkiye ve Arap Birliği`nin, Suriye hükümeti ve toplumu üzerinde ABD’den daha fazla etkiye sahip” olduğunu ifade etmesi, ülkemiz siyasetinde Truman Doktrininden sonra Truman Show senaryolarına nasıl derinlemesine çekildiğimizi gösteriyor. Son İmparator’lar silsilesi eski Osmanlı coğrafyasında devam ediyor. Sürecin durulması Mançuryalı Aday’ların katkılarıyla doğru orantılı olarak gelişecek.
Her nasılsa, –genelde bilinenin aksine—Türkiye coğrafyasında “ABD’den etkiliymiş.” En basit konularda ve hatta Filistin meselesinde bir araya gelemeyen Arap Birliği en son Suriye konusunda Türkiye ile birlikte Suriye’ye ilişkin karar alabilmiştir! Mavi Marmara meselesinde yaşadıklarımız ortada; ancak, onu unutmamız gerekiyor. İsrail her türlü yaptırımdan muaf ve dokunulmazlığı olan bir ülke. Ufak-tefek iç sıkıntıları olsa da, aleyhinde olan her karar ya beynelmilel örgütlerde veto ediliyor ya da diyelim karar çıkmış olsun İsrail açısından yaptırım zorunluluğu taşımıyor.
Bırakın insan hakları ihlallerini, bırakın Türkiye’den ve dünyadan “özür dileme” konusunu, İsrail parasını aldığı mal ve hizmetleri bile Türkiye’ye sağlamıyor. Bu mevcut durum devam ettikçe İsrail küresel sistemde zayıflamıyor. Aksine, dokunulmazlıkları tescil edilmiş olarak daha da güçlü bir konuma yerleşiyor. Hallaç pamuğu gibi atılan Arap-İslam coğrafyasında yayılma-yerleşme planlarını devam ettiriyor.
Küresel Karadulun bölgemizdeki mühendislik faaliyetleri yoğun ve derin. Tarih, coğrafya ve hatta geleceği değiştirmek için her türlü diplomasi ve propaganda devrede. Anlaşılan, artık Suriye’ye de “demokrasi” getirilmesi gerekiyor. Sonrasında Küresel Karadul belki İran’ın demokratikleşmesi üzerinde duracak. Bölgedeki tarih zaten yağmalandığı için tarihsel sorun zaten kalmadı. Batı’lı müzelerde sergilenen Ortadoğu tarihi, toprağın üstü kadar altına da yeniden yazılıyor. Böylelikle, İsrail’in haritası rahatlarken, küresel enerji şirketleri de geleceği ipotek altına almış olacak.
Demokrasi demişken, CIA’in Ortadoğu ve Türkiye Masası eski Şefi olarak tanıdığımız Graham E. Fuller, geçenlerde değişen dünya ve Ortadoğu dengeleri ile ilgili çarpıcı açıklamalar yapmıştı. Fuller’a göre, “Amerika’nın bölgedeki dış politikası çok uzun yıllar içinde başarısızlığa uğradı. ABD Arap-İsrail sorununda dengeli bir rol oynamayı reddetti ve başaramadı, diğer oyuncuların müzakere veya kolaylaştırıcı rol oynamasını engelleyemedi.”
Dahası, Fuller’a göre, “ABD genel olarak bölgede demokratikleşmeyi de desteklemedi. Demokratikleşme retoriği her zaman oradaydı, ama hiçbir zaman gerçekten desteklenmedi. Washington her zaman Amerikan yanlısı rejimleri demokratik rejimlere tercih etti.” Aslında, bu açıklama kısmen doğru. “Demokrasi” yeni tanımıyla bölgeye sunuldu. Yani ABD’de “demokrasiyi” kendi belagati doğrultusunda destekliyor. Beyaz Saray ve Pentagon “demokrasinin” klasik gösterge genetiğiyle oynayarak kendi “kratos” alanına evirdi. Propaganda savaşlarının gizlediği gerçek şu ki, aslında zelzele geçiren ülkelere “demokrasi”nin yani Amerikan destekli darbelerin geldiğidir. Yani bölgenin “özgürleşmek” yerine, eski diktaları gençleştirmek üzerine kurulu düzeni devam ediyor.
İran’a ve Suriye’ye nasıl demokrasi gelecek? İran içindeki mezheplerle uğraşmak zor olduğuna göre, İran’da hem “kadın özgürlük hareketleri” hem de muhtemelen Azeri Türkleri üzerinden etnik ayrıştırmalarla “demokrasi” tohumları ekilecek. “Molla rejiminin” baskıları ve vinçlerde asılan insan figürleri de işlenirse, “nükleer tehlikenin” boyutlarına zeyilname yapılacak ve saldırılar meşruiyet kazacaktır. Eğer Çin ve Rusya çekincelerini dengeleyecek çıkarları elde ederse, İran’a da muhtemel ötesi bir muhakkak saldırı söz konusu. Suriye’ye müdahale gelince, Türkiye’nin bu sürece katılması Suriye yönetiminin zalimlikleri, gayr-ı İslamiliği ve PKK’ya dönem dönem destek vermesi konusu işlenerek olacak.
Yani coğrafyamızda eski siyah-beyaz filmlerin renklendirilmiş sürümleri devrede. Öncelikle hürriyet ve muhtariyet teması vardı; Osmanlıya karşı kullanılan “milli” tezler böyle çıktı. Sonrasında, dini motiflerle desteklenen açık-gizli savaşlar başladı. İslam ateizme karşıydı; Komünizm ateizmdi. O halde, İslam komünizme karşı olmalıydı. Komünist Blokun yayılmasına engel olmak için İslamcılık devreye sokulurken, kapitalizmin önü açıldı. Arada İslamcılık sosyalizme yakın tonlarda, emperyalizm karşıtı dinamiklerle de birleşti. Hatta bu süreçte “milli” olan unsurlar biraz da desteklendi. “Millet” kavramı “ümmet” anlamından koparılırken, Müslüman milletleri ortak medeniyet ve geçmişleri toplumsal bilinçaltında parçalandı.
Egemenlik Osmanlı’dan bağımsızlığı, ondan hürriyeti almayı amaçlıyordu. Ümmetten milletlere giden yol böyle açıldı. Millet, dinden bağımsızlaşarak İslam öncesi “milli” kültürlere dönüşe işaret etti. Öte yandan, Batılılaşma ya da modernite ile seküler milliyetçilik mahalli kaynakların devletleştirmesi ya da millileştirilmesi engelini çıkarınca, eski ümmet coğrafyasında birbiri ardına darbeler peyda etti. CIA doğrudan devredeydi. O halde, millet ve vatan kavramlarının yeni aşamasında mahalli aidiyet ya da mensubiyetlerden soyutlanması gerekiyordu. Ümmetin ateizm karşıtlığı, komünizme karşı tampon olacak Yeşil Kuşağa dönüştü. Nasılsa Doğu’da, Batı’da Allah’ındı ve İslam “küresel” bir dindi. Birinci aşamada modernize edilen İslam ikinci aşamada küreselleşmeye itildi.
Ancak İsrail’in bölgedeki varlığı ve İslamcılığın anti-İsrail ve anti-Batı tavra dönüşmesi, İran’da patlak veren “İslam devrimi,” petrolün bir dönem “petrol ambargosu” ile Batı’ya karşı etkili bir silaha dönüşmesi yeni endişeleri tetikledi. SSCB’nin dağılması da Yeşil Kuşağın hedefini değiştirdi. O halde, biriken ve artık Kolonizasyon karşıtı ideolojiye dönüşen İslamcılığın kendisi dönüştürülmeliydi. Öte yandan, kapitalizm de düşmansız yaşayamazdı.
Medeniyetlerin Çatışması Karadulun varlığını idame ettirmek için gerekliydi. Önce ülke bazında ümmet coğrafyası hedefe konuldu: Irak, Afganistan, Pakistan savaş, katliam ve politik şiddet maruz kaldı. Ancak bu da Ümmet’in çoğunluğunda yeni İsrail ve Batı, hassaten Amerika karşıtlığına dönüştü. Bernard Lewis’in What Went Wrong? diye sorması bu şaşkınlık neticesi oldu. Lewis Batı adına günah çıkarır tarzda, hem de zımnen nasıl olup da “köle”nin efendisine tam olarak ram olmadığı sorusunun cevabını arıyordu. Bir şekilde Batılılaşma ya da modernite akamete uğramıştı.
Üstelik tam da Politik İslam’ın Sonu’nun yazılması ile Tarihin Sonu ve Son İnsan’ın yazılması mutlak bir zaferi işaret ediyorken, İslamcı tepkiler yerine, Müslüman’ca tepkiler baş göstermeye başlamıştı. İslamcılık, Osmanlı da dâhil olmak üzere, “dış” hedeflere yönelik bir savunma refleksi olarak çıkmışken, Müslüman’ca tepkiler “adalet” ve “şefkat” normlarıyla yükseliyordu. Öte yandan, her şeye rağmen Çin dehşetli bir gelişme hızı kazanmış ve müstakbel tehlikeyi işaret ediyordu. O halde, Çin ve genelde Uzakdoğu’ya karşı Ümmetin potansiyeli kullanılabilirdi. Vaktiyle komünizme karşı kullanılan İslami dinamikler, Uzakdoğu medeniyet ve kapitalizmini frenlemede kullanılabilirdi.
Tibet meselesi, Dalai Lama gündemde tutuldu; Tiananmen Meydanındaki katliamlar ara ara gündeme getirildi. Hatta Doğu Türkistan’daki sorunların medya ve akademide sık sık yer alması da sağlandı. İkinci Yeşil Kuşak artık doğabilirdi. Ulus-devlet sorunsalı gündeme sarkamaya başlarken, Arap coğrafyasındaki Baasçı idarelerin miyadı dolmaya başlamıştı. Ümmetin Hilal etrafında yeniden toplanması, tek tek milletlerle uğraşmaktan hem kolaydı hem de ilerisi için gerekli Yeşil Birlik daha rahat harekete geçirilebilirdi. Clinton rahatça “İslamcı” partiler ya da hükümetlerle “çalışmaya hazır” olduklarını ilan etmeye başladı. Yine kanların döküldüğü coğrafyanın yeşillere bürünen havası bundandır.
Metin BOŞNAK
Uluslararası Saraybosna Üniversitesi Öğretim Üyesi