Bu yazı, Jude Blanchette’in Foreign Affairs için kaleme aldığı “Xi’s Confidence Game” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.
https://www.foreignaffairs.com/articles/asia/2021-11-23/xis-confidence-game
Pekin’in hareketleri güvensizlik değil, kararlılık gösteriyor.
Geçtiğimiz aylar ve haftalar, Çin lideri Xi Jinping’in giderek artan ivedilik algısını gözler önüne serdi. Yerli teknoloji devlerine eşi görülmemiş bir baskı uyguladı, Tayvan Boğazı’ndaki askeri faaliyetleri hızlandırdı ve Pekin’in değişken kırmızı çizgilerini geçen ülkelere zorbalık yaptı. Bazı analistler ve uzmanlar, bu davranışın, ülkenin neredeyse kaçınılmaz düşüşünü, hatta belki de Komünist Parti yönetiminin yaklaşan çöküşünü engellemeye çalışan, giderek daha umutsuz bir lideri işaret ettiğini savunuyorlar.
Xi, sahip olduğu güç konusunda endişeli hissediyorsa bile bunu gizleme konusunda oldukça etkili bir iş çıkarıyor. Geniş kapsamlı iç zorluklara rağmen, Çinli lider Çin’in siyasi sistemi, ABD karşısındaki konumu ve Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) uzun vadeli istikrarı hakkında güven yayıyor. Xi, partinin Merkez Komitesi’nin Altıncı Plenum’unda cesurca “tarihi karar” ile siyasi konumunu Mao Zedong’a yaklaştırarak kanıtladığı gibi, rejim içindeki olası tüm muhalefetin kökünü kazıdı, böylece gelecek yılki 20’nci Parti Kongresi’nde iktidarının üçüncü dönemini kazanmayı garantiledi.
Xi’nin son zamanlardaki sabırsızlığının, güvensizliğini yansıtmak yerine Çin’in içindeki ters rüzgarlara çözüm bulmak ve uluslararası düzendeki konumunu ve gücünü korumak için geçici bir yol olduğu anlaşılmalıdır. Xi’yi motive eden partinin çöküşüne dair korkusu değil, Çin’in gitgide artan ekonomik ve askeri kaynaklara sahip olduğu bir zamanda hakkı olan küresel konumunu talep ettiğini görme kararlılığıdır. Eğer Çin 2035 yılına kadar “modern sosyalist bir ulus” olacaksa, Xi şimdi cesur adımların atılması gerektiğine inanıyor.
Bu, Xi ya da parti için ileriye giden yolun pürüzsüz olacağı anlamına gelmiyor. Hiç de değil. Tıpkı çöküşün yakın gelecekte pek olası olmaması gibi, süper güç statüsüne giden kesintisiz bir yol da aynı şekilde pek olası değil. Çin, önemli bir mirasla ve ortaya çıkan yeni zorluklarla karşı karşıya ve bunların çoğu, Xi’nin güce sıkı sıkıya tutunuşu ve ülkenin geleceğini şekillendirme yeteneğine olan aşırı güveni ile daha da kötüleşecek.
Ancak Xi’yi çaresiz değil kararlı olarak görmek, ABD’nin ikili ilişkilere yaklaşımı üzerinde muazzam sonuçlar doğuruyor. Pekin’in son hamleleri, gerçek bir özgüven ve evet, hatta bir ölçüde kendi kendini kandırma izlenimi veriyor. Beğenin ya da beğenmeyin, yine de Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri öngörülebilir bir gelecekte, Xi tarafından yönetilen kendine güvenen bir Çin ile muhatap olmayı beklemeli.
Çöken Çin Sendromu
Mao’nun yaklaşık 50 yıl önceki ölümünden bu yana, ABD’nin Çin’in yetenekleri ve niyetlerine ilişkin değerlendirmelerinin sicili kötü. Büyük Dümenci’nin 1976’daki ölümünü takiben pek çok Amerikalı gözlemci ÇKP rejiminin yıkılmasını bekledi. Yıkılmadı. 4 Haziran 1989’da Tiananmen Meydanı’ndaki baskı ve ardından Sovyetler Birliği’nin iki yıldan kısa bir süre sonra çöküşü, en seçkin Çin uzmanlarından bazılarını ÇKP için sonun yakın olduğuna ikna etti. Ancak sadece birkaç yıl içinde Çin ekonomisinin büyümesi çift haneli rakamlarla ifade ediliyordu. 2008’deki küresel mali krizden sonra birçok analist partiyi etkileyici uzun vadeli planlama ve stratejik hesaplama becerilerine sahip yeni bir yönetişim ve ekonomik yönetim modelini mükemmelleştirmiş olarak tasvir etti. Yine de, Çin teknolojisi ve emlak sektörlerini çevreleyen kargaşanın gösterdiği gibi, bu tahminlerin de abartıldığı ortaya çıktı.
Şimdi, bazıları partinin günlerinin sayılı olduğu görüşünü yeniden canlandırdı. Kıyamet tellallarına göre, hızla yaşlanan nüfus, artan borç, piyasa reformlarından geri çekilme ve artan uluslararası tepki yakında Çin’in hızının kesilmesine neden olacak. Michael Beckley ve Hal Brands’in yakın zamanda Foreign Affairs’de tartıştıkları gibi, “Çin, genellikle trajediyle sonuçlanan bir yay izliyor: sert bir düşüşün takip ettiği baş döndürücü bir yükseliş.”
Ancak “Çin’in düşüşü” argümanının bu son tekrarı, öncekilerle aynı temel kusuru taşıyor: Pekin’in algılanan bu zayıflıkları, potansiyel ve gerçek güçlü yönlerine karşı tartılmıyor. Bir şirketin, bilançosunun yalnızca bir tarafına bakarak yargılanamayacağı gibi, Çin’in zayıf noktalarına ilişkin değerlendirmeler de ülkenin onları telafi edebileceği araçlar ve kaynaklar hesaba katılmazsa eksik kalır.
Borçtan demografiye kadar iyi bilinen sorunlar listesine daha yakından bakıldığında, bu sorunlar çökmekte olan bir ekonomiyi değil, yavaşlayan bir ekonomiyi işaret ediyorlar. Örneğin, dev gayrimenkul geliştiricisi Evergrande’nin kötüye gidişinin gösterdiği gibi, Çin’in gayrimenkul sektörünü dizginleme çabaları anlaşılması zor ve muhtemelen yıkıcı olacaktır. Ancak bunun Çin’in “Lehman Brothers anı” olmadığı şimdiden belli. Ülkenin toplam borcu nominal olarak artmaya devam etse de, bu borç büyük ölçüde yerel para birimi cinsinden ve büyük bankaların bilançoları güçlü kalmaya devam ediyor. Borç kesinlikle önemli ve Çin ekonomisi giderek daha fazla baskı altında kalıyor gibi görünüyor, ancak daha gerçekçi bir değerlendirme bunun parçalanma değil yavaşlama olduğunu gösteriyor.
Benzer şekilde, Çin’in yaşlanan nüfusunun sosyal ve ekonomik etkileri de göründüğünden daha karmaşık. Demografik tablo gerçekten iç karartıcı: Bazı yakın zamanlı tahminler Çin’in nüfusunun 2025’te zirveye ulaşacağını gösteriyor ve Çin hükümetinin kendisi de ülkenin önümüzdeki beş yıl içinde 35 milyon işçi kaybedeceğini tahmin ediyor. Bunun olası sonuçlarının farkında olan Pekin, gecikmeli bir şekilde, acımasız nüfus kontrol politikalarını gevşetmekten küçülen işgücünün etkisini körelteceğini umarak teknolojiye yatırımların arttırılmasına kadar bir dizi reform başlattı. Şüphesiz, bu eylemler çok geç kaldı ve Çin’in demografik görünümünün yakın zamanda değişmesi pek olası değil. Pekin, silikleşen ve küçülen bir işgücünü telafi etmek için yeni üretkenlik kaynakları bulamazsa, büyümesi zarar görecektir. Ancak bu, kısa vadeli olmaktan ziyade büyük ölçüde uzun vadeli bir dinamiktir.
Dahası Pekin 1990’ların çoğunda ve bu yüzyılın başlarında olduğu gibi, düşük büyümeyi artık sosyal ve politik istikrar için bir tehdit olarak görmüyor. Öncesinde, ülkede işgücüne giren yeni işçi sayısında artış olduğu zamanlarda hızlı büyümeyi sürdürmek zorunluydu. Daha az işçi ile ülkenin hızlı bir büyümeye ihtiyacı yok. Bu değişim, 2017’deki 19. Parti Kongresi’nin, bundan sonra büyümenin niceliğinden çok niteliğinin önemli olacağını vurgulayan resmi söylemine yansıdı. Altıncı Plenum’daki tarihi kararın belirttiği gibi, GSYİH büyümesi artık “kalkınma için tek başarı ölçütü” değildir.
Etkili Otoriterlik
Belki de Pekin’in ülke yönetiminde sahip olduğu en etkili araç, hedeflenen siyasi, ideolojik ve düzenleyici kampanyalar yoluyla hızlı sonuçlara ulaşma yeteneğidir. Parti, otoriter emirlerle yöneterek kaynakları olağanüstü bir hızla harekete geçirebilir ve yönlendirebilir. Böyle bir yaklaşım, Çin vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini göz ardı edebilir ve neredeyse her zaman büyük ölçüde israf yaratır. Yine de ÇKP, tek parti yönetiminin tüm gücünü kullanarak zorlukların üstesinden tekrar tekrar gelebilmiştir. Örneğin, COVID-19 salgını sırasında, başlangıçtaki beceriksizliklere rağmen Xi, yalnızca ölümleri minimumda tutmakla kalmayıp aynı zamanda 2020’nin sonuna kadar, küresel ekonominin duraksadığı bir dönemde ekonomik toparlanmanın hızla sağlanmasına yardımcı olacak bir “tüm toplum” çabası emretti. Kampanyalar çoğu zaman yapısal reformlar pahasına yapılır ancak rejimin dayanıklılığı değerlendirilirken başarısı da küçümsenmemelidir.
ÇKP yönetiminin sonuçlarına şüpheyle bakılsa bile, Çin’in politika yapıcı çevrelerinin ülkenin benzersiz siyasi sistemini bir zayıflık kaynağı olarak değil, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer demokrasilerle karşılaştırdıklarında övünç kaynağı olarak gördükleri açıktır. Üst düzey yetkililer “Doğu yükseliyor, Batı düşüyor” dediğinde bu hem propaganda hem de onların gerçek değerlendirmesidir. Evet, Çin sisteminde sorunlar bol ve Pekin endişe verici bir şekilde Amerikan demokrasisinin dayanıklılığını hafife alıyor. Ancak 2021’deki ÇKP’nin, partinin 100 yıllık tarihindeki herhangi bir zamandan daha güçlü, daha yetenekli ve daha fazla kaynağa komuta ettiğini inkar etmek de zor.
ÇKP’nin düşüşüne ilişkin birçok tahmin, partinin Çin’in kendi içinde artan bir hoşnutsuzlukla karşı karşıya olduğu görüşüne dayanmaktadır. Bunun göstergeleri arasında, Pekin’in, Xinjiang ile Tibet’teki baskıcı politikalarına ek olarak şu anda neredeyse her Çin şehrinde ve kasabasında var olan kapsamlı devlet gözetim sistemi de dahil olmak üzere, iç güvenliğe harcadığı muazzam miktarda kaynak var. Partinin en ufak saygısızlığa karşı artan duyarlılığı, partinin şiddet tekeli olmasaydı iktidar gücünün parçalanacağının iddia edilmesine de yol açtı. Elbette, otoriter bir sistemde popüler görüşü değerlendirmeye yönelik herhangi bir girişim, anket ve anket verileri mevcut olduğunda bile zor ve kusurludur. Ancak var olan sınırlı kanıtlar bu tür iddiaları yalanlıyor.
Kontrolsüz Güç
On yıllar boyunca süren engellenmemiş ekonomik ve askeri gelişmeden sonra, Pekin bir dönüm noktasına ulaştı. Önümüzdeki on yılda istikrar ve refahı sürdürmek için partinin büyüme modelinde önemli bir değişiklik yapması ve giderek daha düşmancıl hale gelen küresel düzende manevra yapmayı öğrenmesi gerekecek. Çin, şimdiye kadar kaçınmayı başardığı -demografik grileşmenin bir sonucu olarak artan sosyal harcamalar ve devam eden askeri modernizasyon gibi- zor, hatta sancılı stratejik ödünleriyle yüzleşmek zorunda kalacak.
Sovyetler Birliği’nin kaderinden kaçınmaya takıntılı olan Xi, muhtemelen kendi yönetiminin devam etmesini bu zorluklarla başa çıkmak için önemli görüyor. İki dönemle sınırlı olan öncüllerinin aksine, Xi yönetimini gelecek yıllarda uzatmaya hazırlanıyor. Son parti plenumunda Xi’nin parti içindeki statüsü, Çin’in komünist tarihinin resmi olarak yeniden yazılmasıyla ülkenin modern kurtarıcısı olarak bir kez daha yükseldi ve gelecek sonbaharda yapılacak 20. Parti Kongresinden sonra parti liderliğindeki üçüncü döneminin temeli atıldı.
Xi’nin güç birikimi elbette tartışmasız değil. Totaliter dürtüleri, alttan alta da olsa, parti içinde bile artan homurdanmalara yol açtı. Eğlence içeriğini saflaştırmayı ve geleneksel erkeklik kavramlarını zorlamayı içeren kültürel politikaları, dış dünyaya giderek daha fazla maruz kalan ve dış dünya ile bağlantılı olan bir nüfusu tedirgin ediyor. Alibaba ve Tencent gibi büyük şirketler yoğun bir siyasi inceleme altına girdiğinde, ekonomiye artan müdahalesi Çin iş dünyasında hayal kırıklığına ve endişeye neden oldu. Xi’nin Hong Kong’daki siyasi muhalefeti ve sivil toplumu ezme eylemleri, anketlerin Xi’nin önerdiği “tek ülke, iki sistem” çerçevesinde birleşme arzusunun neredeyse hiç olmadığını gösterdiği Tayvan da dahil olmak üzere bölgede önemli endişelere yol açtı.
Ancak Xi, çevresine otoritesine karşı herhangi bir meydan okumanın son derece zor olacağı bir güç yapısı inşa etti. Yaşam boyu seçkin parti siyaseti öğrencisi olan Xi, Çin’in siyasi sisteminin sürekli güç ve tahakküm gösterileri gerektiren kanlı bir spor olduğunu ilk elden biliyor. Bu nedenle, resmi çizgiye uymazlarsa Merkez Disiplin Teftiş Komisyonu’nun korkulan soruşturma ekiplerinin kapılarını pekala çalabileceklerini tüm parti kadrolarına hatırlatan yolsuzlukla mücadele kampanyasının hız kesmeden devam etmesi şaşırtıcı değil.
Ancak kendi konumu tartışmasız kalsa bile, Xi’nin Çin’i 2035 yılına kadar modern bir sosyalist ulusa dönüştürme planı kesinlikten çok uzak. Politika gündemine verilen yerel tepki, ekonominin temel yasaları ve küresel toplumun tepkisi, tartışmalı olarak Çin’in geleceğini en az Xi’nin kağıt üzerindeki arzuları kadar şekillendirecek. Xi iktidarda olabilir ama kontrol onda değil. Bu, tüm diktatörlerin bir noktada öğrendiği bir derstir.
Belki daha da önemlisi, Xi’nin kontrolsüz kararlılığı ve artan aciliyet duygusu, Pekin’i açıkça Çin’in uzun vadeli çıkarlarıyla çatışan eylemler ve politikalar benimsemeye yönlendiriyor. Avustralya ve Tayvan’a yönelik baskı kampanyaları aslında yerel halkları korkutmuyor, aksine kararlılığı aşılıyor. Xi’nin diğer ülkelere karşı giderek artan agresif yaklaşımına ve Hong Kong’a yönelik baskılarına tepki olarak, Birleşik Krallık, son Avustralya-Birleşik Krallık-Amerika Birleşik Devletleri (AUKUS) güvenlik anlaşmasının gösterdiği üzere, Çin ile ikili ilişkilerin “altın çağından” uzaklaşarak daha sert bir duruşa geçti. Benzer şekilde, Çin-Hindistan sınırındaki şiddetli çatışmalardan sonra Hindistan ile ilişkiler yeni, daha düşmancıl bir döneme girdi. Gerçekten de, Xi’nin dış politika üzerindeki yetkisinin artışı ile Çin’in karşı karşıya kaldığı uluslararası sıkıntıların sayısı arasında doğrudan bir ilişki var gibi görünüyor.
Yeni Güven Oyunu
Amerika Birleşik Devletleri, Çin politikasına etkili ve kalıcı bir yaklaşım getirmek istiyorsa analistler ve politika yapıcılar, Çin’in ulusal gücünün doğru ve nesnel bir değerlendirmesiyle başlamalıdır. Partinin dayanıklılığını küçümsemek, ABD’nin Çin’in iç ortamını ne kadar şekillendirebileceğine dair gerçekçi olmayan beklentilere yol açacaktır. ÇKP’nin gücünü abartmak ise öncelikleri çarpıtacak ve kıt stratejik kaynakların yanlış tahsis edilmesine yol açacaktır. Ne “çökmekte olan Çin” ne de tam tersine “yenilmez Çin” yorumu, bir strateji geliştirmek için iyi bir başlangıç noktası değildir. Önümüzdeki on yılda, yavaşlayan bir büyüme oranı ve artan uluslararası kuşkuculuk karşısında bile Çin küresel sahnede güçlü bir aktör olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Bu gerçek göz önüne alındığında, ABD’nin Çin’in yörüngesini şekillendirmek için yapabileceklerinin net sınırları var. Pekin’e ülke içi reformlar yapması için baskı yapılması çok az sonuç verecektir. Parti seçkinleri, siyasi sistemlerinin ülkenin artan zorluklarıyla yüzleşmek için büyük ölçüde optimize edildiği sonucuna vardı ve son birkaç yılın olayları Xi için 2035 yılına kadar sosyalist modernleşmeye ulaşmanın tek yolunun katı bir şekilde parti güdümlü bir ekonomik sistem olduğunu doğruladı.
Ancak ABD’nin Hint-Pasifik’teki stratejik ortamı şekillendirmede önemli bir etkisi var. Xi, muhtemelen gelecek yılki 20. Parti Kongresi’nden aşırı güçlenmiş olarak çıkacak ve onun yurtdışındaki önemli devlet ziyaretlerine birkaç yıl ara vermesinin bölgede diplomatik bir patlamayla sona ereceğini tahmin etmek zor değil. Washington, ABD Başkanı Donald Trump’ın çekilmiş olduğu Trans-Pasifik Ortaklığı için Kapsamlı ve Aşamalı Anlaşma’ya (CPTPP) katılmak için hemen başvurarak bu baskının etkisini köreltebilir. Bu tür bir hamle, gerçek siyasi cesaret gerektirecek ancak aynı zamanda hızlı ve uzun süreli stratejik faydalar da getirecektir.
Amerika Birleşik Devletleri ayrıca Avustralya, Hindistan ve Japonya ile ortaklığı ile oluşturduğu Quad’ı daha geniş bir güvenlik ve ekonomik faaliyetler içerecek şekilde genişletmek için çalışmalıdır. 20. Parti Kongresi’nden hemen sonra yapılması planlanan Quad liderleri zirvesi, Xi’nin kongre sonrası parıltısının bir kısmını engelleyecek.
AUKUS, Hint-Pasifik’in gelecekteki liderliğini temsil eden, en önemlisi Japonya olmak üzere tercihen Anglo Sakson olmayan ülkeler olmak üzere yeni ortakları içerecek şekilde genişleyerek belirlenmiş misyonunu yerine getirmelidir. Tabii ki, ABD anavatanı zayıf ve bölünmüşse Çin’e yönelik hiçbir strateji var olamaz. Amerika Birleşik Devletleri’nin temel direncini güçlendirmeye yönelik her türlü çaba, Xi’nin Çin’in siyasi sisteminin liberal demokrasileri gömebileceği görüşüne bir darbedir. Xi’nin yerli güç ve kısa süren fırsat algısı üzerine inşa edilmiş ivedilik ve odak algısının onun en önemli serveti olduğu görülebilir. Şimdilik, Birleşik Devletler askeri, diplomatik ve ekonomik güç açısından Çin’e karşı hala büyük bir toplam avantaja sahip. Ancak ABD’li politika yapıcılar ve analistler Çin’in güçlü yönlerine ve yeteneklerine ilişkin doğru bir değerlendirmeye dayalı olarak kendi aciliyet ve odaklanma algılarını geliştirmedikçe bu liderlik kalıcı olmayabilir.
Çeviri: Tuğçe Pulurluoğlu