Bu yazı, Stewart M. Patrick’in “World Politics Review” için kaleme aldığı “The Russia-Ukraine Crisis Could Determine the Future of Sovereignty” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz:
The Russia-Ukraine Crisis Could Determine the Future of Sovereignty
Ukrayna-Rusya sınırındaki kriz, Avrupa güvenliğine doğrudan etkilerinin de ötesinde, küreselleşmenin onu modası geçmiş kıldığı yönündeki iddialara karşın, dünya politikasında düzenleyici bir ilke olarak devlet egemenliğinin süregelen önemini vurgulamaktadır. Aynı zamanda hükümetlerin durumsal ihtiyaçlarına göre bu ana prensibe başvurma, onu reddetme veya yeniden yorumlama eğilimini de açığa çıkarır. Aslına bakılırsa, günümüzde küresel denge, Rusya’nın tüm göz ardı etme girişimlerine karşın, Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği’nin devlet egemenliğinin merkeziyetini yeniden temin etme ve savunabilmesine dayanır.
Bir düzeyde, Ukrayna’nın durumu, çoktandır devam eden Rusya ve Batı’nın egemenlik retoriğini tepetaklak etmiş gibi görünüyor. Vestfalya’nın başka devletlerin iç işlerine karışmama normunun Birleşmiş Milletler içerisindeki sözde şampiyonluğunu vaktiyle üstlenen Rusya, bugün komşusunun topraklarını işgal etmeye ve belki de onun bağımsızlığını yok etmeye hazır 100.000 asker görevlendirmiştir. Bu sırada, Soğuk Savaş’ın bitişinden beri “koşullu” egemenlik doktrinlerine (ki bu doktrine göre bir devletin terörizme destek sağlaması, kitlesel vahşet organize etmesi veya diğer kötü davranışlarda bulunması onun otoritesini geçersiz kılar) öncülük eden Batı ülkeleri, Rusya’nın eylemlerini dünya düzene bir tehdit olarak nitelendirerek ve Ukrayna’nın kendi jeopolitik hizalanmasını belirleme hakkı üzerinde direterek, sıkı egemenlik savunucularına dönüştü.
Tabii ki, gerçeklik bundan çok daha karmaşık. Kremlin’in geçmişte yapmış olduğu göstermelik devlet egemenliği savunusu, -Rusya’nın kendisi de dahil olmak üzere- otoriter rejimleri; Batı’nın insan hakları, demokrasi ve açık toplumları teşvik eden müdahaleci çabaları ve kimi zaman askeri müdahalelerinden korumaya ancak dar bir kapsamda odaklandı. Örneğin Rusya, kendisinin desteklediği Suriye’deki Beşar Esad rejimini kontrol etmek için başlatılan tüm BM Güvenlik Konseyi girişimlerini saptırdı.
Bu noktada, Rusya’nın siber uzay ve internet yönetişimine yönelik tutumu yol gösterici. Moskova, Rusya ve onun benzeri diğer “çete” devletlerinin interneti istedikleri şekilde yönetme hususunda mutlak bir ayrıcalığa sahip olduklarında ısrarcı ve Batı’nın fikir ve bilginin serbest akışına dayalı internet yönetişimi için uluslararası standartlar yaratma çabasını tanımıyor. Fakat aynı zamanda, Kremlin, 2016 ve 2020 ABD başkanlık seçimlerinde olduğu gibi sofistike yanlış bilgilendirme girişimleri ve seçim müdahaleleri de dahil olmak üzere, özgür ülkelerin siber meselelerine karışmakta pek az tereddüt ediyor.
Diğer yandan, Rusya “yakın çevre”sindeki devletlerin toprak bütünlüğü ve siyasi özerkliği konusunda çok az saygı gösteriyor. Rusya Başkanı Vladimir Putin’in 20. yüzyılın “en büyük felaketi” olarak tanımladığı Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden beri Kremlin, Moldova’nın ayrılıkçı Transdinyester ilinden Kazakistan’a kadar eski Sovyet topraklarındaki kontrolünü azimle genişletmeyi hedefledi. Rusya’nın 2008 yılındaki Gürcistan işgali ve daha da mühim olan 2014 yılındaki Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’nın Donbass bölgesindeki ayrılıkçı grupları silahlandırması bunun en dramatik örnekleri arasında sıralanabilir. Putin, Ukrayna ve Belarus’u açıktan açığa Rusya’ya dahil etmek için olmasa bile, münhasır bir nüfuz alanı içine katmakta kararlı duruyor. Batı’nın, Ukrayna’nın -AB şöyle dursun- NATO’ya katılma konusunda egemen hakkını elinde tutması gerektiği yönündeki ısrarı, Rusya’nın bu gündeminin laneti.
Ukrayna’nın durumu, çoktandır devam eden Rusya ve Batı’nın egemenlik retoriğini tepetaklak etmiş gibi görünüyor.
Putin tutumunu, Ukrayna’nın gerçek bir ülke olmadığını, Ukraynalıların ve Rusların “bir millet” olduğunu ve Ukrayna’nın gerçek egemenlik hakkından ancak Rusya’nın bir parçası olarak faydalanabileceğini söyleyerek meşrulaştırıyor. Bu tutum, bugünün Rus, Belarus ve Ukraynalılarının kökenlerini atfettikleri bir Ortaçağ Slav devleti olan Kyvian Rus’un anavatanı olarak Ukrayna’nın Rus ulusal kimliği için oluşturduğu sembolik önemden kaynaklanmaktadır. Bu argümana göre, nüfusunun üçte ikisi Rus olan Kırım’ın, Ukrayna’ya o dönemin Sovyet lideri Nikita Kruşçev tarafından 1954 yılında iki halk arasındaki “kardeşçe bağların bir sembolü” olarak verilmesi, Ukrayna’nın bir ulusal entite olarak yapaylığı yönündeki iddiaları güçlendiriyor.
Donbass’a gelince, Putin bölgeden 18. yüzyıl Rus İmparatorluğu tarafından kullanılan ismi ile, Novarossiya ya da Yeni Rusya adıyla söz etti. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in 20 Ocak’ta Berlin’de yaptığı bir konuşmada açıkladığı üzere, Putin “bir işgalin temelini hazırlıyor çünkü Ukrayna’nın egemen bir ulus olduğuna inanmıyor.”
Putin’in tutumu, 1994 yılında Rusya, ABD ve Birleşik Krallık’ın ortaklaşa imzaladığı bir taahhüt olan ve nükleer silahlarından feragat etmesi karşılığında Ukrayna’nın bağımsızlığı ve egemenliğine saygı duyacaklarını kabul ettikleri Budapeşte Bildirisi’ni tanımıyor. Rusya’nın Kırım’ı 2014’te ele geçirmesinden beri, ABD, Birleşik Krallık ve AB sürekli Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün yeniden tahsis edilmesi, Moskova ve Kiev’in çatışmayı Donbass’ta düzenlenecek müzakerelerde çözmesi, Fransa ve Almanya tarafından aracılık edilen Minsk Anlaşmaları’nın bir başlangıç noktası olarak kullanılması gerektiği yönünde diretti.
Biden yönetimi ve AB’deki mevkidaşları, Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın, multi-milyarlık Kuzey Akım 2 doğal boru hattı projesinin tehlikeye atılması yönündeki endişelerine rağmen, birleşik bir cephe sergilediler. Geçtiğimiz hafta, NATO güçlerini beklemeye aldı ve birliklerini, uçaklarını ve donanma kuvvetlerini Doğu kanadına sevk etti: Estonya, Litvanya, Letonya ve Polonya. Blinken’e göre, Biden yönetimi Moskova ile temaslarında oldukça açıktı: “Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğü ile devletlerin kendi güvenlik düzenlemelerini ve ittifaklarını seçme hakkını da kapsayan korumaya ve savunmaya bağlı olduğumuz ana ilkeler olduğunu açıkça belirtiyoruz.”
Hal böyle olunca, trans-Atlantik dayanışması tarihsel ve Avrupa’nın yakın dönemli egemenlik deneyimleri -başkalarının değil fakat bu durumda kendi egemenlikleri- sayesinde çetrefilleşti. 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun oluşturulmasından beri, kıta Avrupa’sının ülkeleri, Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’nun uluslarüstü kurumları ve Strazburg’daki Avrupa Parlamentosu da dahil olmak üzere, ulusal egemenliği ortak çıkar doğrultusunda birleştirmek için kayda değer adımlar attı.
Bu çabalar, savunma alanına kıyasla ekonomik ve bir dereceye kadar dış politika alanlarında oldukça etkileyiciydi. Sonuç, ekonomik ve diplomatik olarak ağır sıklet fakat askeri anlamda ABD’nin askeri gücüne ve ABD NATO müttefik yüksek komutanlığına utanç verici derecede bağımlı tüy sıklet bir AB oldu. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Avrupa’nın ortak savunma yatırımlarını da kapsayacak şekilde bir “stratejik özerklik” -yalnız hareket edebilme kapasitesi- geliştirmesi gerektiğini AB liderleri arasında en sesli biçimde konuşan lider oldu. Nitekim, Avrupa, kendi aleyhine, Putin’in de lehine bir sivil güç olarak kalmaya devam ediyor. Dahası, ulusal egemenliğe yapılan ulus üstü saldırılar kimi AB ülkelerinde siyasi bir geri tepmeye yol açtı. En belirgin olarak Birleşik Krallık örneğinde de görülebileceği üzere, Brexit süreci hem blok içinde hem BK için küresel arzuları tartışılır şekilde zayıflattı.
Son olarak, ulusal egemenliğin kaybedilmesiyle ilgili irrasyonel korkuların -en iyi şekilde “Önce Amerika” sloganıyla da gösterildiği üzere- ABD dış politikasını derinden sarstığı ve en sadık müttefiklerini bile hayrete düşüren Birleşik Devletler, hala eski Başkan Donald Trump yönetiminin diplomatik kalıntılarından toparlanmaya çalışıyor.
Biden, o zamandan beri, ABD’nin NATO’ya, ABD-AB ortaklığına ve açık, kurallarla çevrili bir dünyanın savunmasına olan bağlılığını yeniden tasdik etti. Ancak Trumpizm’in Cumhuriyetçi Parti üzerindeki devam eden etkisi, özellikle 2024 başkanlık seçimlerinden sonra başka bir aşırı milliyetçi geri dönüş olasılığı göz önüne alındığında, politika yapıcılara ve yurt dışındaki kamuoyuna ülkenin güvenilirliğinden ve hegemonyasından şüphe duymaları için zemin verdi. Bu şüpheler, on yıllardır dünya düzenine yönelik en ciddi krizle karşı karşıya olan Batı’nın kararlılığında potansiyel bir kırılmaya kapı aralıyor.
Stewart Patrick, Dış İlişkiler Konseyi’nde (CFR) James H. Binger kıdemli üyesi ve “Egemenlik Savaşları: Amerika ile Dünyayı Uzlaştırmak” (Brookings Press: 2018) kitabının yazarıdır. Her Pazartesi WPR’da köşeyazısı yazar.
Derya AZER