Bu yazı, Angela Stent’in ‘Foreign Affairs’ için kaleme aldığı ‘The Putin Doctrine, A Move on Ukraine Has Always Been Part of the Plan’ başlıklı yazısından çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.
Ukrayna ve Rusya arasındaki krizin temelinde 30 yıldır bekleyen bir hesaplaşma yatmaktadır. Bu hesaplaşma, Ukrayna’nın NATO üyeliğinin ötesinde, Sovyetlerin çöküşünden sonra oluşturulan Avrupa düzeninin geleceği ile ilgilidir. Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri 1990’larda Rusya’nın açık taahhüt veya destek vermediği bir Avrupa- Atlantik güvenlik düzeni tasarladılar. Fakat Vladimir Putin iktidara geldiğinde bu düzene meydan okumaya başladı. İktidara geldiği günden itibaren Putin, rutin olarak, küresel düzenin Rusya’nın güvenlik endişelerini görmezden gelmesinden şikâyetçi oldu. Bu düzende Putin, Batı’dan, Moskova’nın Sovyet sonrası alanlardaki özel çıkarlarını tanımasını talep etti. Bu doğrultuda Putin, Rusya’nın yörüngesinden çıkan Gürcistan gibi komşu devletlere, tamamen yeni yörüngelere girmelerini engellemek için, saldırılar düzenledi.
Bugün itibariyle Putin bu yaklaşımını bir adım ileriye taşıyor. Putin Ukrayna’yı, Kırım’ın ilhakından ve 2014’te gerçekleştirdiği Donbass müdahalesinden çok daha kapsamlı bir işgalle tehdit ediyor. Bu işgalle Putin mevcut düzeni baltalamayı ve potansiyel olarak Rusya’nın Avrupa kıtasında ve dünya meselelerinde “haklı” olduğunda ısrar ettiği şeydeki üstünlüğünü yeniden ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Putin, Birleşik Devletler’in zayıf, bölünmüş ve tutarlı olmayan bir dış politika izlediği bu dönemi, harekete geçmek için iyi bir zaman olarak değerlendiriyor. Görevde kaldığı yıllar Putin’i ABD’nin kalıcı gücü konusunda daha alaycı biri yaptı. Başkanlığı boyunca gördüğü beşinci ABD başkanı ile uğraşan Putin, Washington’u güvenilmez bir muhatap olarak görmeye başladı. Yeni Alman hükümetinin kendi siyasi ayaklarını bulduğu, Avrupa’nın ise genel olarak kendi iç sorunlarına odaklandığı bu dönem, Rusya’ya kıta üzerinde daha fazla nüfuz sağlıyor. Bu ortamda Kremlin, Batı’nın 2014 yılındaki tecritlerinde kendisine destek sağlayan Pekin’e güveniyor.
Bütün bunlara rağmen Putin yine de işgal etmemeye karar verebilir. Ancak Ukrayna’yı işgal etsin ya da etmesin, Rusya cumhurbaşkanının davranışı, Moskova’nın önümüzdeki yıllarda yıkıcı olacağını öne süren, iç içe geçmiş bir dizi dış politika ilkesi tarafından yönlendiriliyor. Buna “Putin Doktrini” diyebiliriz. Bu doktrinin temel amacı Batı’nın Rusya’ya, içinde bulunduğu bölgede özel haklara sahip ve her ciddi uluslararası meselede söz sahibi, saygı duyulan ve korkulan bir güç olan Sovyetler Birliği gibi davranmasını sağlamaktır. Doktrin sadece birkaç devletin bu tür bir otoriteye sahip olması ve diğerlerinin onların isteklerine boyun eğmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu bakımdan doktrin, görevdeki otoriter rejimleri savunmayı ve demokrasileri baltalamayı gerektirmektedir. Doktrin, Putin’in kapsayıcı hedefi tarafından bağlanıyor: Sovyet çöküşünün sonuçlarını tersini çevirmek, transatlantik ittifakı bölmek ve Soğuk Savaş’ı sona erdiren coğrafi çözümü yeniden müzakere etmek.
Geçmişten Gelen Patlama
Putin’e göre, Rusya güvenliğinin tehdit altında olduğuna inanıyorsa güç kullanımına başvurabilir. Rusya’nın çıkarları da Batı’nınkiler kadar meşrudur. Fakat Putin, ABD ve Avrupa’nın Rusya’nın çıkarlarını göz ardı ettiğini iddia etmektedir. ABD ve Avrupa, Kremlin’in, Sovyetlerin dağılmasına ve Ukrayna’nın Rusya’dan ayrılmasına yönelik şikâyetlerini çoğunlukla reddettiler. Putin, Sovyetlerin çöküşünü “yirminci yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak nitelendirdiğinde, 25 milyon Rus’un kendilerini Rusya’nın dışında bulması gerçeğinden ve 12 milyon Rus’un kendilerini Ukrayna devletinde bulmasından yakınmaktaydı. Putin’in 1991’de yazdığı ve geçen yaz yayınlanan 5,000 kelimelik “Rusların ve Ukraynalıların Tarihsel Birliği Üzerine” başlıklı incelemesinde “insanlar kendilerini bir gecede yurtdışında buldular, bu sefer gerçekten anavatanlarından uzaklaştılar.” diyerek mevcut durumu ifade etmiştir. Bu makale son zamanlarda Rus askeri birliklerine dağıtılmıştır.
Batı’ya yönelik bu anlatı, Putin’in belli bir takıntısıyla alakalıdır: NATO, Sovyet sonrası devletleri yalnızca kabul etmek veya onlara yardım etmekle yetinmeyip Rusya’nın kendisini de tehdit edebilir. Kremlin, bu takıntının gerçeğe dayandığı konusunda ısrar etmektedir. Ne de olsa Rusya daha önce Batı’dan gelen kuvvetler tarafından defalarca işgal edilmiştir. Yirminci yüzyılda, 1917’den 1922’ye kadar olan iç savaş sırasında, ABD de dâhil olmak üzere, Bolşevik karşıtı güçler tarafından işgale uğramıştır. Almanya’nın Sovyetlere karşı iki kere gerçekleştirdiği işgal, II. Dünya Savaşı’nda 26 milyon Sovyet vatandaşının ölümüne neden oldu. Putin, Rusya sınırlarına yaklaşan NATO altyapısıyla ilgili mevcut endişelerini bu tarihi gerçeklikle açıkça ilişkilendirdi. Bu durum Moskova’yı güvenlik ihtiyacı için Batı’dan taleplerde bulunmaya zorladı.
Bugün itibariyle Rusya, yeni, hipersonik füzeler üreten nükleer bir süper güçtür. Bundan dolayı hiçbir ülke- en azından daha zayıf, daha küçük komşuları- Rusya’yı işgal etme niyetinde değildir. Gerçekten de ülkenin batısındaki komşuları farklı bir anlatıya sahiptirler ve bu ülkeler yüzyıllardır Rusya’dan gelebilecek bir istilaya karşı savunmasızlıklarını vurgulamaktadırlar. Putin’in “turtamızın sulu parçasını kesmeye çalışan” şeklindeki suçlamasının hedefi olmasına rağmen, ABD de asla Rusya’ya saldırmayacaktır. Bununla birlikte, Rusya’nın tarihsel öz savunma algısı nüfusunun artması ile yeniden şekillenmektedir. Hükümetin kontrolündeki medya, Ukrayna’nın, NATO saldırganlığı için bir fırlatma rampası olabileceği iddiaları ile dolmuştur. Nitekim Putin, geçen yılki makalesinde, Ukrayna’nın “Rusya’ya karşı bir sıçrama tahtası” haline getirildiğini yazmıştı.
Putin ayrıca, Rusya’nın Sovyetler sonrası alanda ayrıcalıklı çıkarlar alanında mutlak bir hakka sahip olduğuna inanmaktadır. Bu, eski Sovyet komşularının Moskova’ya düşman sayılan herhangi bir ittifaka, özellikle de NATO ve Avrupa Birliği’ne katılmamaları gerektiği anlamına gelmektedir. Putin bu talebi, 17 Aralık’ta Kremlin tarafından önerilen ve Ukrayna ve diğer Sovyet sonrası ülkelerin yanı sıra İsveç ve Finlandiya’nın da daimi tarafsızlık taahhüdü vermeleri ve NATO üyeliği arayışından kaçınmaları gerektiğini, iki anlaşmada açıkça belirtmiştir. Buna göre NATO, ilk genişlemeden önce Orta ve Doğu Avrupa’daki tüm asker ve teçhizatı kaldırarak 1997’deki askeri duruşuna geri çekilmelidir. (Bu NATO’nun askeri varlığını Sovyetler Birliği’nin dağıldığı zamanki duruma indirgemek anlamına gelmektedir.) Rusya ayrıca, NATO üyesi olmayan komşularının dış politika tercihleri üzerinde veto yetkisine sahip olacaktır. Bu durum, başta Ukrayna olmak üzere, Rusya’ya komşu ülkelerde Rus yanlısı hükümetlerin iktidarda olmasını sağlayacaktır.
Böl ve Yönet
Şimdiye kadar hiçbir Batılı hükümet bu olağanüstü talepleri kabul etmeye hazır değildir. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, ulusların hem iç sistemlerini hem de dış politika ilişkilerini belirlemede özgür oldukları önermesini geniş çapta benimsemektedirler. Sovyetler Birliği 1945’ten 1989’a kadar Orta ve Doğu Avrupa’nın kendi kaderini tayin etme hakkını kabul etmemişti. Sovyetler Birliği, yerel komünist partiler, gizli polisler ve Kızıl Ordu aracılığıyla Varşova Paktı ülkelerinin hem iç hem de dış politikaları üzerinde denetim kurmuştu. Bir ülke Sovyet modelinden çok uzaklaştığında- 1956’da Macaristan ve 1968’de Çekoslovakya’da olduğu gibi- liderleri zorla devrilmişti. Bu bakımdan Varşova Paktı, sadece kendi üyelerini işgal eden benzersiz bir geçmişe sahiptir.
Modern Kremlin’in egemenlik yorumu, Sovyetler Birliği’ninkiyle dikkate değer paralelliklere sahiptir. Rusya’nın egemenlik anlayışına göre, George Orwell’in dediği gibi, bazı devletler diğerlerinden daha egemendirler. Putin’e göre yalnızca Rusya, Çin, Hindistan, ABD gibi büyük güçler hangi ittifaklara katılıp katılmayacaklarını seçmekte mutlak egemenliğe sahiptirler. Bu nedenle Orta Amerika ve Güney Amerika’nın küçük ülkelerinin büyük kuzey komşularına saygı duymaları gerektiği gibi, Ukrayna veya Gürcistan gibi daha küçük ülkeler de tam egemen olmadıkları için Rusya’nın kısıtlamalarına saygı göstermek zorundadırlar.
Rusya, dünyanın batılı güçleri arasında müttefik arayışında değildir. Bunun yerine Rusya, Çin gibi, kendi iç siyasetinde hareket etme veya karar verme özgürlüğünü kısıtlamayan ülkelerle karşılıklı yarar sağlayan araçsal ve işlevsel ortaklıklar aramaktadır.
Putin Doktrini, bu tür otoriter ortaklıkları temel almaktadır. Putin, Rusya’yı, statükonun bir destekçisi, muhafazakâr değerlerin savunucusu ve yerleşik liderlere, özellikle de otokratlara saygı duyan uluslararası bir oyuncu olarak sunmaktadır. Belarus ve Kazakistan’daki son olaylarda görüldüğü gibi Rusya, güç durumdaki otoriter yöneticilerin başvurabilecekleri bir güçtür. Bu doğrultuda Rusya, Küba, Libya, Suriye ve Venezüella da dâhil olmak üzere hem kendi komşuları içinden hem de uzak mesafeden otokrat rejimleri savunmuştur. Buna karşın Kremlin Batı’nın, 2003 Irak savaşı ve 2011 Arap Baharı sırasında olduğu gibi kaos ve rejim değişikliğini desteklediğini savunmaktadır.
Ancak Rusya, kendi “ayrıcalıklı çıkar alanında”, Kırım’ın ilhakı, Gürcistan ve Ukrayna’nın işgallerinde olduğu gibi, tehdit altında olduğunu düşündüğünde veya çıkarlarını ilerletmek istediğinde revizyonist bir güç olarak hareket edebilir. Rusya’nın lider ve güçlü rejimlerin destekleyicisi olarak tanınma çabası, Ukrayna’da olduğu gibi dünyanın birçok yerinde Kremlin destekli paralı asker gruplarının Rusya adına hareket etmesiyle, son yıllarda daha da başarılı olmuştur.
Moskova’nın revizyonist müdahalesi, ayrıcalıklı gördüğü alanlarla sınırlı olmamıştır. Putin, parçalanmış bir transatlantik ittifakının Rusya’nın çıkarlarına daha iyi şekilde hizmet edeceğine inanmaktadır. Bu yüzden Rusya Avrupa’da, Avrupa’ya şüpheci yaklaşan ve Amerikan karşıtı olan grupları desteklemiştir. Bu doğrultuda Atlantik’in her iki yakasında sağ ve sol popülist hareketleri desteklemiş; seçimlere müdahale etmiş; genel olarak Batı toplumları içindeki anlaşmazlığı alevlendirmeye çalışmıştır. Putin’in en büyük hedeflerinden biri ABD’nin Avrupa’dan çekilmesini sağlamaktır. ABD Başkanı Donald Trump, NATO ittifakını hor gördü ve ABD’nin bazı önemli Avrupalı müttefiklerini, özellikle de o zamanlar Almanya Şansölyesi olan Angela Merkel’i görmezden geldi ve açıkça ABD’yi örgütten çekmekten söz etti. ABD Bakanı Joe Biden yönetimi, ittifakı onarmak için gayretle çalıştı ve gerçekten de Putin’in Ukrayna üzerinde yarattığı kriz ittifak birliğini güçlendirdi. Ancak ABD’nin bu taahhüdünün 2024 sonrasında devam edip etmeyeceği hususunda Avrupa’da ciddi bir şüphe varken, Rusya sosyal medya aracılığıyla bu şüpheyi daha da güçlendirmektedir. Transatlantik ittifakının zayıflaması Putin’in, Soğuk Savaş sonrasında Avrupa, Japonya ve ABD tarafından desteklenen liberal, kurallara dayalı uluslararası düzeni Rusya lehine değiştirmesinin önünü açabilir. Moskova için bu yeni sistem, on dokuzuncu yüzyıldaki güçler ittifakına benzeyebilir. Aynı zamanda Rusya, ABD ve şimdi Çin’in dünyayı üç kutuplu etki alanlarına böldüğü Yalta sisteminin yeni bir enkarnasyonuna da dönüşebilir. Moskova’nın Pekin ile artan yakınlaşması da Batı sonrası düzen çağrısını güçlendirmektedir. Çünkü hem Çin hem de Rusya, çok kutuplu bir dünyada daha fazla nüfuz sahibi oldukları yeni bir sistem talep etmektedirler.
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl sistemlerinin her ikisi uluslararası arenada oynanan oyuna belirli kurallar getirdiler ve bu kuralları kabul ettiler. Bunun için Soğuk Savaş sırasında ABD ve Rusya çoğunlukla birbirlerinin etki alanlarına saygı duydular. Bunun için o dönemin en tehlikeli iki krizi- Sovyet Başbakanı Nikita Kruşçev’in 1958 Berlin ültimatomu ve 1962 Küba füze krizi- askeri çatışma patlak vermeden önce etkisiz hale getirilebilmişti. Fakat şimdiki durum bir gösterge olarak alınabilirse, Putin’in Batı sonrası “düzeni”, oyunun birkaç kuralına sahip düzensiz bir Hobbes dünyası olacak gibi görünmektedir. Putin’in yeni sisteminin çalışma şekli, Batı’nın dengesini bozmak, gerçek niyetlerini tahmin etmek ve harekete geçtiğinde onu şaşırtmaya dayanmaktadır.
Rusya’nın Yeni Baştan Başlaması
Putin’in nihai hedefi ve Batı’yı ültimatomlara yanıt vermeye zorlama zamanının geldiğine olan inancı göz önüne alındığında, Rusya, Ukrayna’ya yeni bir askeri saldırı başlatmaktan caydırılabilir mi? Putin’in nihai kararını kimse bilmiyor. Ancak Batı’nın Rusya’nın meşru çıkarlarını 30 yıldır görmezden geldiğine dair inancı, Putin’in, eylemlerini yönlendirmeye devam etmektedir. Putin, Rusya’nın komşularının ve eski Varşova Paktı müttefiklerinin egemen tercihlerini sınırlama ve Batı’yı gerek diplomatik gerekse de güç kullanarak bu sınırları kabule zorlamaya kararlı görünmektedir.
Bu, Batı’nın güçsüz olduğu anlamına gelmemektedir. ABD, Rusya ile diplomatik ilişkilerini devam ettirmeli ve müttefiklerinin ve ortaklarının egemenliğinden ödün vermeden her iki taraf için de kabul edilebilir bir yaşam tarzı yaratmaya çalışmalıdır. ABD, yanıt vermek ve Rusya’ya yaptıklarının maliyetini ödetmek için Avrupa ile koordinasyon içinde çalışmaya devam etmelidir. Ancak Avrupa savaştan kaçınsa bile, Rusya’nın Mart 2021’de askerlerini toplamaya başlamasından önceki duruma geri dönülemeyeceği çok açıktır. Bu krizin nihai sonucu, 1940’ların sonlarından bu yana Avrupa- Atlantik güvenliğinin üçüncü yeniden örgütlenmesi olabilir. Birincisi, Yalta sisteminin II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da iki rakip blok halinde konsolidasyonu ile gelmişti. İkincisi, 1989’dan 1991’e, komünist bloğun çöküşü ve ardından Batı’nın “bütün ve özgür” bir Avrupa yaratma hamlesiyle ortaya çıkmıştı. Bugün Putin, Ukrayna’ya karşı gerçekleştirdiği hamlelerle bu düzene doğrudan meydan okumaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, Rusya’nın bir sonraki hamlesini beklerken ve diplomasi ve ağır yaptırım tehditleriyle işgali caydırmaya çalışırlarken, Putin’in amaçlarını ve neye işaret ettiğini anlamaya çalışmalıdırlar. Nihayetinde mevcut kriz Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası haritayı yeniden çizmek istemesiyle ve kendi güvenliğini garanti etmek iddiasına dayanarak Avrupa’nın yarısında etkisini yeniden ortaya koymaya çalışmasıyla ilgilidir. Bu sefer askeri bir çatışmayı önlemek mümkün olabilir. Fakat Putin iktidarda kaldığı sürece bu doktrin de uygulama alanı bulmaya çalışmak üzere olduğu yerde kalacaktır.
Hicran ÇOKYAMAN