Foreign Policy’de yayımlanan “Biden and Erdogan are Trapped in a Double Fantasy” makalesinden çevrilmiştir. Bu makalenin İngilizce aslını https://foreignpolicy.com/2021/01/06/biden-america-and-erdogan-turkey-are-trapped-in-a-double-fantasy/ sayfasında bulabilirsiniz.
“Washington ve Ankara birbirlerini hiçbir şekilde anlamazken, neden birbirlerine yine de ihtiyaç duymaktadır?”
Bir yıl önce, o zamanki başkan adayı Joe Biden, New York Times yayın kurulu ile bir araya geldiğinde Türkiye’de tartışmalara neden olan bir videoya istinaden “[Türkiye] hakkında çok endişeli” olduğunu dile getirdi. Biden, ABD’nin Trump yönetiminden farklı bir yaklaşım benimseyerek Türk toplumunun geniş bir kesimiyle sıkı bağlar kurması gerektiğini belirterek ABD’nin muhalefeti desteklemesi ve “yanlış olduğu düşündüğü şey hakkında konuşması” gerektiğini söyledi. Biden’ın bu hususta, Türkiye’yi transatlantik topluluğuna geri getirmenin ve hatta endişe verici insan hakları sicilini iyileştirmenin mümkün olduğunu düşündüğü görülmektedir.
Bu noktada Biden’ın sert sözleri, Türkiye’nin son birkaç yıldır ABD’li politika yapıcılar için büyük bir baş ağrısı olduğu gerçeğini yansıtıyor gibi gözükmektedir. Beklendiği gibi Biden’ın üst düzey politika yetkililerinin, bu zor müttefike yönelik bir politika formüle etmek için şimdiden kafalarını kaşımaya başladıkları söylenebilir.
Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye’nin olağan dışı bir ilişki içerisinde olduğu görülmektedir. Her iki taraftan da yetkililer, on yıllık ittifaklarına derinden değer vermekte olduklarını, kilit öncelikler için birbirlerine ihtiyaç duyduklarını kabul ederek Irak’tan İslam Devleti’ne ve Balkanlar’a uzanan çok çeşitli dış politika konularında iş birliği yapmakta olduklarını öne sürmektedirler. Ama aynı zamanda birbirlerine derinden güvenmedikleri ve Kürt konusundan NATO’ya ve İsrail’e kadar uzanan bir dizi meselede birbirlerini açıkça cezalandırdıkları, kınadıkları ve keskin bir şekilde çatıştıkları görülmektedir.
Birbirlerine zaman zaman güvendikleri zaman zaman ise çatıştıkları bu çelişkili gerçekler, ABD-Türkiye ilişkisinin işlevsizliğini ve mantığa sığmayan yapısını derin bir şekilde göstermektedir. Onlarca yıllık geçmişe ve jeopolitik çekişmenin arttığı bir dönemde ittifak halinde olmanın her iki taraf için de yararlı olabileceğine rağmen, her iki taraf da birbirlerini sabote etmeye niyetli gibi görünmektedir. Bazen ilişkiler, her iki eşin de aldattığı, yalan söylediği ve samimiyetlerini birbirlerine zarar vermek için kullandıkları kötü bir evlilik gibi gözükebilmektedir. Bu yüzden ABD’nin, Türkiye’nin en çok aranan yerli tehdidi Fethullah Gülen’e barınma hakkı verdiği ve Türk devletinin en korkulan milis tehdidi PKK’nın yan kuruluşlarına silah sağladığı bilinmektedir. Bu esnada Türkiye’nin ise, Amerika’nın jeopolitik düşmanı Rusya’dan uçaksavar sistemleri satın aldığı iddia edilmektedir.
Biden’ın yeni milli güvenlik ekibinin, Obama yönetiminde geçirdikleri zaman hasebiyle bu “kötü evliliğe” yoğun bir şekilde aşina oldukları söylenebilir. Bu deneyimden dolayı, hem Dışişleri Bakanı Antony Blinken hem de göreve gelen Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Türkiye’ye karşı “zor sevgiyi (tough love)” savunan makaleler kaleme alarak Türkiye’nin kaygılarına bakılmaksızın Suriyeli Kürtlerin desteğinin sürdürüleceğini ima etmiştir.
ABD ve Türkiye arasındaki diplomatik toplantıların, şikâyetlerin sıralandığı listelerden, yaptırım ve gerginliği artırma tehditlerinden ve diğer tarafa başlatan rollü ters tepki içeren suçlamalardan oluştuğu iddia edilmektedir. Eğer bu toplantılarda odada bir psikoterapist olsaydı şöyle diyebilirdi: “Açıkçası, sorunun köküne inmemiz gerekmektedir.” S-400 füze sistemi ve Fethullah Gülen’in kaderi gibi yüzeydeki sorunların elbette önem taşıdığı görülmektedir, ancak genel ilişki açısından bunları çözmenin bile yeni anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına engel olmayabileceği düşünülmektedir.
Türkiye-ABD arasındaki bu sorunların kökenleri, iki tarafın birbirleriyle ilgili ısrarlı düşüncelerinde yattığı görülmektedir. Bu durum, Soğuk Savaş’ın şekillendirdiği bir evlilik olarak düşünülebilir. O zamandan beri hem Amerika hem de Türkiye büyük ölçüde değişmiştir, ancak birbirlerine olan imajlarının değişmediği iddia edilebilir. Türkiye, Amerika’yı kendi iç siyasetini kontrol etmeye ve siyasal nüfuzunu kullanarak liderleri iktidara getirebilme kapasitesine sahip olan bir ülke olarak görmeye devam etmektedir. Öte yandan Amerika’nın ise Türkiye’yi, kendi başına bir uluslararası aktör olmaktan çok, kendi siyasetinde daha büyük olarak gördüğü jeopolitik mücadelesinin bir aracı (aktörü) olarak görmeye devam ettiği görülmektedir. Bu fantezileri düzeltmenin ilişkileri düzeltmeyeceği düşünülmektedir, ancak daha işlevsel bir fantezinin ön şartı olarak kabul edilebilir.
Siyasetçilerden uzmanlara Türkler, ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerini tartıştıklarında, genellikle orantı veya karşılaştırmalı analiz ortaya koymadan, evrenin merkezine Ankara’yı koyan ve ABD’li yetkilileri her sabah uyanan ve Türkiye hakkında düşünen, stratejiler ya da entrikalar geliştiren aktörler olarak gören bir algı oluştuğu görülmektedir. Türkiye’nin bu kendi tarih yazımına göre, ABD’nin Türkiye’yi bir düzine önemli müttefikinden biri olarak ele alması için, Türkiye çok önemli, çok stratejik ve ABD’nin birçok hususta Türkiye’ye bağlı olduğu gibi bir anlayış söz konusu olduğu gözükmektedir.
Yukarıda bahsedilen bu tarih yazımının getirdiği Türkiye’nin istisnacılığına olan bu inanç, ABD’nin Türkiye’nin siyasetine belirli bir derecede saplantılı olduğu algısını yarattığı düşünülmektedir. Türk siyasetçiler ve siyasi yorumcuların, Amerikalı karar vericilerin Türkiye’nin seçim yarışlarında galip gelenleri veya kaybedenleri seçmekle meşgul olduğunu – ve tersinin mümkün olmadığı bir şekilde Washington’un seçimleri kazanan kişiye doğru yöneldiğini – varsaydıkları görülmektedir. Sayısız Türk siyasetçinin bugüne kadar yollarının Washington, D.C., Brüksel ve Londra üzerinden geçmiş olması ve bu ülkelerin onların politikalarında herhangi bir etkisi olduğu görülmemesine rağmen, gelecek vadeden ve ulusal bir rol için hazırlanan bir politikacı için Washington D.C.’ye bir gezi, gerekli bir onay mührü (icazet) olarak görülmekte ve algılanmaktadır.
ABD’nin Türk siyasetinde iktidar değiştiren/belirleyen olarak görülmesi, Türk ordusunun siyaset üzerinde aşırı bir etkiye sahip olduğu, 1960-80 yılları arasında üç darbe düzenlediği ve bu yönetimlerin daima ABD patronajlığını sürdürmeye devam ettiği iddia edilen Soğuk Savaş’tan kalma bir tortu olduğu düşünülmektedir. Soğuk Savaş koşullarının, Türkiye’nin kendi iç siyasetindeki durumları komünizm ve terörizme karşı savaş olarak tanımlaması nedeniyle, Washington’ın Türkiye’nin askeri davranışlarına rıza göstermesine yol açtığı iddia edilebilir. Bütün bunlar çerçevesinde bugün, mevcut hükümetin geliştirdiği bir görüş olarak, Türk toplumunun geniş bir kesiminin de Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin ABD tarafından organize edilmese bile desteklendiği görüşünü paylaştığı söylenebilir.
Türkiye’nin kutuplaşmış siyasi sınıfı, ABD’nin Türk siyasetini kontrol etmeye çalıştığı fikri dışında pek az şey üzerinde hemfikir olduğu gözükmektedir. Laik Türkler ABD’yi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’ni iktidara getirmekle suçluyor iken; iktidar kanadının da ABD’nin Erdoğan’ı devirmeye çalıştığından endişe ettiği söylenebilir. Bu kesim için, ABD Kongresi’nden uzun zamandır beklenen S-400 yaptırım mevzuatı veya New York savcılarının, İran’ın yaptırımlarını baypas ettiğinden şüphelenilen bir devlet bankası olan Halkbank’a yönelik cezai soruşturması, Amerikan derin devletinin Erdoğan’ı hedef aldığını kanıtlar niteliktedir. Türkiye’nin siyasal yapısını oluşturan çeşitli güç merkezlerinden herhangi birinin – milliyetçiler, Gülenciler, Transatlantikçiler ya da Kemalistler – planlarına aktif ABD katılımı olmadan bir iktidarı ele geçirme arayışında olabileceği fikri, Türk siyasetindeki geleneksel bilgeliğe (halk arasındaki yaygın inanış) meydan okuduğu söylenebilir. Sivil toplum lideri Osman Kavala’nın, ABD konsolosluk görevlilerinin veya Türkiye’de yaşayan Amerikalı bir papaz olan Andrew Brunson’un hapsedilmesi de dâhil olmak üzere yakın tarihli bir dizi yüksek profilli siyasi davada savcıların, Türk hükümetini devirmeye yönelik Amerikalılarla olan temaslara açıkça atıfta bulundukları görülmektedir.
Kukla ustası olarak Amerika fantezisinin zaman içinde ayakta kalmasının nedenlerinden birinin, bu argümanın Türk iç siyasetine uygunluğu olarak ileri sürülebilir. On yıllardır Türkiye’nin liderlerin, Türkiye’deki demokratik standartların ve etnik hakların üzücü durumuna karşı olarak, Türkiye’nin Kürt isyanı için “dış güçleri” suçladıkları görülmektedir. Türkiye’nin laik muhalefet partileri için, Erdoğan’ın iktidara yükselişini bir ABD tasarımı olarak açıklamak – görünüşte Orta Doğu’da ılımlı İslamcılardan bir “yeşil kuşak” yaratmak için – kendi yetersizliklerini kabul etmekten daha kolay gözüktüğü iddia edilebilir.
Erdoğan’ın, 2013’teki seküler kentsel ayaklanmadan, Gezi Parkı gösterilerinden bu yana, ülke içi muhalefetin, ekonomik krizin ve diğer politik hastalıkların kışkırtıcısı olarak dışarıdan gelenleri sorumlu gördüğü de bilinmektedir. Erdoğan, sık sık konuşmalarında bir üst akıla (belirsiz küresel güç) – muhtemelen ABD’ye – atıfta bulunarak onu alaşağı etme girişimlerinde bulunanların, Gülenciler, PKK ve hatta muhalefetin, bu güçlerle kukla efendi olarak hareket ettiğini ima ettiği görülebilir. Erdoğan ailesi tarafından kontrol edilen bir ağ olan A Haber’in bir belgeselinde, uzmanların Türkiye’nin yakın tarihindeki dramatik olayların birçoğunun sorumluluğunu üst akla yükledikleri söylenebilir. Erdoğan, 2015 seçimlerinde Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) ‘üst akıl’ın müdahalesiyle artan popülaritesini açıklayarak, yanlış bir şekilde dönemim ABD Başkanı Barack Obama’nın eski kampanya yöneticilerinin Kürt partisine tavsiyelerde bulunduğunu ileri sürdüğü görülmektedir. Bu hususta, 2015’te Obama ile görüştüğü NATO zirvesinden dönen Erdoğan’a, “ABD yönetimi Türkiye’ye ifade özgürlüğü konusunda baskı yapıyor mu?” diye sorulmuş olup, Erdoğan’ın bu soruya karşılık “İşte üst akıldan kastettiğim şey budur. Üst akıl Türkiye ile oyunlar oynuyor, bölmek ve parçalamak istiyor ve hatta yapabiliyorsa Türkiye’yi bir çırpıda bitirmek istiyor.” yanıtını verdiği görülmüştür.
Ancak Türkiye’nin fantezilerinde yalnız olmadığı söylenebilir. ABD liderleri boş zamanlarını Ankara’daki komploları organize etmek için harcamasalar bile, Türkiye, ABD dış politikasında önemli ve muhtemelen büyük bir rol oynamaktadır denilebilir. ABD dış politika liderleri için Türkiye, ABD’nin karşılaştığı yol ayrımlarında dengede duran bir çıkış noktası, sürekli olarak boşlukları dolduran ve her zaman Avrupa ile Orta Doğu arasında veya Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya arasında hareket etme potansiyeline sahip bir tür jeopolitik salınım devleti rolü oynamaktadır. Stratejik konumu, bir Müslüman demokrasi olarak statüsü ve ABD’li rakiplerle flört etme isteği nedeniyle, Türkiye’nin sadakati, Avrasya ve Orta Doğu’daki yeni büyük oyunda birçok ABD’li yetkili için nihai ödül olmaya devam ettiği düşünülmektedir.
Türkiye’nin, Washington’u son birkaç on yılda meşgul eden çok çeşitli dış politika meselelerinde kesinlikle önemli ve bazen rahatsız edici bir rol oynadığı görülmektedir. Türkiye bu hususta, Soğuk Savaş sırasında NATO’nun güney kanadını ayakta tutmuş, 1990’ların Balkan Savaşları’ndaki fraksiyonlarını desteklemiş, 2003 Irak savaşında ikinci bir cephe olasılığını inkâr etmiş ve 2014 yılında İŞİD’e karşı başlatılan harekatta ön cephe hattı olarak görev yapmıştır. Ayrıca Türkiye’nin, Afganistan’da bir NATO ortağı olarak, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de bir öncü (baş kahraman- protagonist) olarak ve hatta zaman zaman İsrailliler ve Filistinliler arasında arabuluculuk yapmaya çalışarak kilit roller oynadığı söylenebilmektedir. Son yıllarda ise, Somali, Suriye ve Libya’da vekâlet savaşlarına katılmaya başladığı görülmektedir. Tüm bu çabalar ışığında, Washington açısından Türkiye, ABD’nin çabalarına tam olarak uyum sağlamadığını ve en iyi ihtimalle ABD için “sorunlu bir müttefik olduğunu kanıtladı” denebilir.
Türkiye’nin, ABD dış politika önceliklerinde oynadığı bu roller, Türkiye’ye yönelik dikkati meşru kılar niteliktedir. Ancak tüm ilgiye rağmen (veya belki de bundan dolayı) ABD’li yetkililerin, Türkiye’nin politik eylemlerini egemen bir aktörün kendine münhasır politikaları olarak ele almak yerine, ABD dış politikası üzerindeki etkileri üzerinden yorumlama eğiliminde oldukları görülmektedir. ABD yetkilileri, Türkiye’nin, hemen hemen diğer tüm ülkeler gibi, kendisini bir köprüden ziyade bir varış noktası olarak gördüğü fikrine çok az saygı gösterdikleri görülmektedir. Türkiye’nin kendine güveni arttıkça, kendisini jeopolitik bir ödül olarak görmenin aksine, her türlü bağımlılığa karşı kendini koruma arayışı içerisinde olan ve bazı ülkelerdeki ve Amerikan-tanımlı küresel mücadeledeki rolünden ziyade, kendi iç siyasi ihtiyaçlarına hitap eden bir dış politika oluşturmaya çalışan, bağımsız bir aktör olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Türk liderlerin, örneğin, İŞİD ile mücadeleyi öncelikle PKK ile mücadelelerinin merceğinden gördükleri iddia edilebilir. ABD’nin, Türkiye’nin İŞİD’e karşı daha küresel mücadeleye ayrıcalık tanımayacağına dair hayal kırıklığı, Türkiye’nin başka öncelikleri olabileceğine dair çok az anlayış gösterdiği söylenebilir. Bu duruma benzer şekilde, Türkiye’nin bir Rus S-400 uçaksavar sistemi satın alma kararı – ABD Kongresi’ndeki yaptırımlara ilham veren bir karar – Erdoğan’ın Rusya ile uyum çabasından çok kendi hava kuvvetleri tarafından bir başka darbe girişimi korkusunu yansıttığı ileri sürülebilir. Bu S-400 uçaksavar sisteminin, NATO ile tam olarak uyumlu olmasından ziyade, bir NATO ordusuna karşı kalkan olarak düşünüldüğü söylenebilir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin yabancı kültürleri anlama yoksunluğu ve solipsizm (tekbencilik) gibi hak edilmiş bir itibara sahip olduğu savunulabilir. Kıtaları aşan ve güvenliğe yönelik birkaç doğrudan tehdide sahip olan bir süper güç olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin, dünyayı ve jeopolitik fantezileri umursamamayı diğer çoğu ülkeden daha fazla tolere edebileceği söylenebilir. Ancak Amerika’nın göreceli gücü azaldıkça, bu fantezilerin daha da pahalı hale geldiği düşünülmektedir. Yeni Biden yönetimi, Çin ve Rusya’nın önderlik ettiği otoriter bir meydan okumaya karşı küresel bir demokrasiler mücadelesi olan yeni bir Soğuk Savaş türünü yeniden şekillendiriyormuş gibi gözükmektedir. Ve bu yüzden, Amerika’nın, Soğuk Savaş müttefiklerinin bir kez daha onun liderliğine katılacakları (ya da diğer tarafa geçecekleri korkusu) fantezisine ihtiyaç duyduğu söylenebilir. Öte yandan Türkiye’nin ise bir sonraki küresel mücadelede Amerika Birleşik Devletleri lehine veya aleyhine ittifak kurmakla ilgilenmek yerine, kendi başına bir kutup olmak istediği görülmektedir.
Türk ve ABD’li yetkililerin iki ülke arasındaki ilişkileri görkemli sloganlarla tanımlamayı sevdikleri söylenebilir. Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri ve NATO için oynadığı rolü tanımlamak için düzenli olarak güvenilir müttefik mantrasını kullandıkları görülmektedir. Bu çerçevede, 1999’daki unutulmaz Türkiye ziyaretinde, o zamanki Başkan Bill Clinton’ın Türkiye’yi stratejik müttefik olarak nitelendirmesi örnek olarak verilebilir. Bir diğer Başkan Bush’un ise kendi döneminde bu ilişkiden stratejik ortaklık olarak bahsetmesi ile birlikte Türk yetkililer her yıl ABD’li meslektaşlarından bu terimi her fırsatta dile getirmelerini istedi. Obama, 2009 yılında ilk resmi yurt dışı gezisinde Türkiye’yi ziyaret ettiğinde stratejik ortaklığı model ortaklık kavramına dönüştürdüğü söylenebilir. Türk kamuoyunda ise bu sloganın ilişkilerde bir yükseltmeye işaret edip etmediği tartışıldı ve büyük ölçüde bu sonuca varıldığı iddia edilebilmektedir.
Görkemli sloganlar, iyi diplomatik zirveler yapar. Ancak Türk-Amerikan ilişkisindeki fanteziler son yıllarda hayal kırıklığı ve gerilimden başka bir şey yaratmadı gibi gözükmektedir. Gerçek şu ki, Türkiye ile ABD’nin farkı çıkarları bulunmakta ve birbirlerinden hoşlanıyor gibi görünmemekteler. Bu nedenle, ikili sorunları ele almaya başlamak için mitleri ve paranoyayı ortadan kaldırmak iyi bir başlangıç noktası gibi gözükmektedir. Ebedi stratejik ittifaka sözde hizmet etmek yerine, iki ülke arasındaki bağların akılcı bir tanımıyla başlayıp işlevsel doğasını kabul edebilecekleri söylenebilir.
Washington için bu durumun, Türkiye’nin artık genellikle NATO müttefikleri ile koordine edilmeyen politikalar izleyen ve bölgesel nüfuzunu genişletmek isteyen bağımsız bir güç olduğu anlayışını kabul etmek anlamına geldiği düşünülmektedir. Türkiye’nin askeri ayak izi artık Kafkasya’dan Libya’ya, Suriye’ye ve Irak’a genişlemesi ve kendi savunma kapasitelerini geliştirmeye odaklanması, zamanla ABD’nin savunma ihracatına ve güvenlik garantilerine daha az bağımlı olacağı anlamına geldiği öngörülebilmektedir.
Yeni gelen Biden yönetimi kesinlikle Türkiye ile ilişkilerde bir sıfırlama oluşturmaya çalışmalıdır, ancak bunu yaparken jeopolitik bir rekabetin nihai ödülü olarak ilişkiyi saplantı haline getirmemesi gerektiği düşünülmektedir. Türkiye ne Ortadoğu’ya bir köprü ne de Müslüman dünya için bir modeldir. Biden, savaşları sonsuza dek sona erdirmeyi ve bölgedeki ABD ayak izini önemli ölçüde azaltmayı taahhüt etmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin, ABD’nin gitgide daha az bağlı olduğu bir bölgede kendi yolunu izleyen bir ülke olduğu söylenebilir.
Biden, onun bir alışkanlığı olarak, Erdoğan ile kişiler arası düzeyde ilişki kurmaya çalışacaktır. Obama yönetiminde Türkiye ile ABD arasında anlaşmazlık başladığında Biden’ın, Washington için Erdoğan’a fısıldayan olarak ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu çerçevede Biden’ın, 2011 yılında Türkiye’de Erdoğan’ı ziyaret ettiği ve 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından Türk hükümeti ile ilişkilerini düzeltmek için Ankara’ya uçtuğu görülmektedir.
Ancak darbe girişimine yönelik öfkeli Amerikan karşıtı tepkinin gösterdiği gibi, böyle bir yaklaşımın sınırları olduğu söylenebilir. Biden, Türkiye’de demokrasi için göstereceği bu çabaya karşılık hem yönetim içinden hem de Kongre’den daha büyük bir destek çağrısı bulmak zorunda kalacaktır. Onun yönetimi, Erdoğan ile pragmatik, kişisel ilişkiler ile Türkiye’nin demokrasisini kurtarma çabaları arasında bir denge aramaya zorlanacak gibi gözükmektedir. Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi konusundaki kötüleşen siciline yeniden odaklanmak, düzenli olarak hukukun üstünlüğüne dönüş tercihini dile getiren Türk toplumunun geniş bir kesimi tarafından kesinlikle memnuniyetle karşılanacaktır denebilir. Geçtiğimiz dört yıl boyunca, Trump’ın yönetim politikasının Türkiye’deki insan haklarını ve sivil toplumu görmezden geldiği söylenebilir. New York Times yayın kuruluna açıklandığı gibi, Biden’ın muhalefetle ilişki kurma fikrinin, geleneksel ABD diplomasisine hoş bir dönüşü temsil ettiği düşünülmektedir.
Ancak ABD’nin yapabileceklerinin de sınırları vardır. Washington, reform tercihine ilişkin temel demokratik ilkelerini tutarlı bir şekilde ifade etmekten başka, ülke içinde bir değişim elçisi olarak hizmet etmeyi beklememelidir. Amerika, deyim yerindeyse muhalefetin ekmeğine yağ süremez veya Türkiye’nin seçimlerini etkileyemez. Öte yandan Türkiye içindeki otoriter sürüklenmeyi tersine çevirecek ya da yönetici kadrolarını değiştirecek sihirli değneğe de sahip değildir. En iyi ihtimalle ABD, Türkiye liderlerinin bir dahaki sefere “Belarus gibi hareket etmeye (Belarus’taki seçimlere gönderme)” çalışmamaları amacıyla kendi özgür seçim ilkelerine vurgu yapabilir.
Buna karşılık Ankara’nın, yeni ve bağımsız bir yol seçerek, kaçınılmaz olarak ABD ile daha uzak ve işlemsel (transaksiyonel) bir ilişkiye imza attığını anlaması gerekmektedir. Başkan seçilen Joe Biden’in hala Erdoğan’ın tebrik çağrısı talebine yanıt vermemiş olması şaşırtıcı değildir denebilir (Makalenin asıl yayınlandığı tarih olan 6 Ocak itibariyle). Bu hususta, Türk siyasetçilerin, ABD’nin Orta Doğu’daki dış politikasının sınırlarını görmesi gerektiği ve Amerikan “derin devletinin” Türkiye’yi tasarladığı, böldüğü ve yeniden şekillendirdiği veya sınırlarında bir Kürt devleti yaratmaya çalıştığı gibi fantezilerden vazgeçmesi gerektiği düşünülmektedir. Daha da önemlisi, Ankara’nın Amerika Birleşik Devletleri ile ortaklığının değeri konusunda kendi değerlendirmesine varması gerekmektedir. Tarihsel olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğudaki güçlü komşusu Rusya’ya karşı batının desteğini aradığı söylenebilir. Bu bağlamda, Türkiye Rusya’nın yayılmasına veya kendi bölgesel izolasyonuna karşı korunmak için ABD’nin yardımına ve desteğine tekrardan ihtiyaç duyabileceği düşünülebilir.
Fantezilerin kendi rolleri vardır – zor zamanlarda iyimserliği sürdürürler ve her zaman en katı gerçekliğimiz olmasa da en büyük arzularımızı ifade ederler. Türk ve ABD ilişkilerinde süregelen bu çifte fantezinin bir zamanlar faydaları olduğu söylenebilir, ancak şimdi sadece her iki tarafı da aldatmaya ve hırçınlaştırmaya hizmet ettiği düşünülmektedir. ABD- Türkiye ilişkisine istikrar ve öngörülebilirlik getirebilmek adına bir doz ilaç vermenin veya gerçeklik (realizm) sunmanın – ya da bazı güncellenmiş fanteziler bulmanın – zamanı gelmiş gibi gözükmektedir.
Aslı Aydıntaşbaş, Avrupa Dış İlişkiler Konseyi üyesidir.
Jeremy Shapiro, Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nde araştırma direktörü ve Brookings Enstitüsü’nde yerleşik olmayan Kıdemli Araştırmacıdır. Twitter: @jyshapiro
Çeviri: Burak KOÇ