“Hükümetin yürüttüğü diplomasi, demokrasi üzerine söylediği zaman israfı sözler dışında düşük bir performans gösterdi.”
Bu yazı, Stephen M. Walt’ın[1] Foreign Policy için kaleme almış olduğu “Biden’s State Department Needs a Reset” başlıklı makaleden çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.
Biden’s State Department Needs a Reset
Amerika’nın diplomatik kurumlarının, bilhassa da Dışişleri Bakanlığı’nın kaynak yetersizliğine sahip olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Dışişleri Bakanlığı veya Uluslararası Kalkınma Ajansı bütçelerini, Savunma Bakanlığı ya da istihbarat servislerine ayrılan finansmanla karşılaştırdığınızda bu durum daha da ayyuka çıkmaktadır. Özellikle de Amerika’nın ulvi küresel emelleri göz önünde bulundurulduğunda, bu durumun netliği daha da kendini göstermektedir. Yalnızca bütçe değil, Başkan’ın ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken gibi üst düzey kabine yetkililerinin vakitleri de en kıt kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır.
Durum böyleyken, Biden yönetimi neden ikinci bir Demokrasi Zirvesi’ne zamanını ayırdı peki? Buradaki mesele sadece ABD Başkanı Joe Biden, Blinken ve diğer üst düzey yetkililerin bu laf ebeliğine ayırdıkları zaman da değil. Böyle bir etkinliği organize etmek, başka sorunları ele almak için kullanılabilecek yüzlerce saatlik personel mesaisini de heba etmiş oldu.
Bu konuyu gündeme getirmemin nedeni, Biden yönetiminin diplomasiyi ABD dış politikasının merkezine koyma sözü vererek göreve başlamış olmasına rağmen, ilk iki yılı aşkın süre boyunca diplomatik alanda çok az başarı göstermiş olmasıdır. İşin iyi tarafı, ABD’nin müttefikleri, Biden ve Blinken ile eski Başkan Donald Trump ve eski Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile olduğundan çok daha rahatlar ve yönetimin başlangıçtaki hatalarından bazılarını (2021’deki AUKUS denizaltı anlaşması sırasında Fransızların gereksiz yere küçümsenmesi gibi) görmezden gelmeye hevesliler. Ancak iyileştirilmiş birtakım imajlar dışında, yönetimin diplomatik sicili pek etkileyici sayılmaz.
Sorunun bir kısmı da Biden ve ekibinin benimsediği “demokrasi ve otokrasi” çerçevesidir. Demokrasiyi herkes kadar ve hatta bazılarından daha bile fazla seviyorum, ancak bu ikilem, ABD diplomasisi için çözdüğünden daha fazla sorun yaratıyor. Bu durum, ABD’nin dünyadaki demokrasilerden sayıca fazla olan ve büyük güçler arasındaki rekabet arttıkça yardımları değerli olabilecek otokratik hükümetlerle daha etkin bir şekilde çalışmasına yardımcı olmuyor. Söz konusu ikilem, ABD’yi ikiyüzlülük suçlamalarına maruz bırakıyor ve Washington’un demokratik müttefiklerini öyle pek motive ediyor gibi de görünmüyor. Misal, Avrupalı liderler, (otokratik) Çin ile ekonomik çıkarlarını korumak için Pekin’e seyahat etmeye devam ediyor, neticede bu durum “demokrasiye karşı otokrasi” modeliyle taban tabana çelişen bir tutum. Benzer şekilde, (büyük ölçüde) demokratik Hindistan’ın başkanı Narendra Modi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in üst düzey ulusal güvenlik danışmanlarından biriyle görüşebiliyor.
Bununla birlikte, yönetimin gündemindeki diğer maddeler de henüz yerine getirilmemiş durumda. Biden, selefinin ahmakça çekildiği İran’la Nükleer Anlaşması’na yeniden katılacağını söyleyerek göreve geldi. Ancak Biden bu konuda oyalandı ve gecikti, o sırada İran’ın konudaki tutumu sertleşti ve artık yeni bir nükleer anlaşmanın olmayacağı ortada. Sonuç mu? İran nükleer silah kapasitesine her zamankinden daha yakın ve bu da ne ABD yönetiminin ne de dünyanın şu anda hiç de gerek duymadığı bir Orta Doğu savaşı riskini artırıyor.
Daha da kötüsü, Biden ve Blinken çeşitli Orta Doğu müttefikleri tarafından defalarca küçük düşürüldü. Mısır hükümeti, ABD’nin ekonomik yardımlarını cebe indirmeye devam ederken, ABD’nin insan hakları konusundaki endişelerini sürekli olarak görmezden geliyor. Biden, muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi nedeniyle Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı afaroz etme yönündeki kampanya vaadini tersine çevirdi, ancak “tüm dünyanın tanıklık ettiği” yumruk tokuşturması, Suudileri ne enerji fiyatlarının düşürülmesine yardımcı olmaya ne de Ukrayna’yı işgalinin ardından Moskova’ya herhangi bir baskı yapmaya ikna etmedi. Daha beteri, Suudiler Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile yakınlaşmaya devam ediyor. Bu hafta Suudi Aramco, petrol konusunda Çin’le iki yeni yatırım anlaşması yaptığını duyurdu (bu anlaşmalar arasında Çin’de bir rafineri inşa etmek de var) ve Suudi Arabistan ile İran arasında yakın zamanda gerçekleşen yumuşamaya aracılık eden de ABD değil Çin oldu. Çinlileri ya da Suudileri kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri için suçlamıyorum ancak tüm bunları ABD diplomasisinin zaferi olarak okumak zor.
Biden ve Blinken, ABD’nin İsrail ile ilişkilerinde yaşanan krizden doğrudan sorumlu değiller -İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun “yargı reformu” önerisi kabahatin çoğunu hak ediyor- ancak İsrail’e karşı hoşgörülü tutumları, muhtemelen Netanyahu’nun bundan paçasını kurtarabileceğini düşünmesine neden oldu. Biden ve Blinken başından beri İsrail’e sevgi gösterisinde bulundular: Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararını geri çevirmediler, Filistinliler için yeniden konsolosluk açma sözlerini yerine getirmediler ve İsrail’in Batı Şeria’yı sömürgeleştirme çabalarına karşı sadece alışıldık mülayim “endişe” ifadelerini sundular.
Biden ve Blinken, ABD’yi İsrail’in giderek endişe verici hale gelen davranışlarından uzaklaştırmak yerine, ABD’nin “demir gibi sağlam” taahhüdüne ilişkin alışılagelmiş klişeleri tekrarlayıp durdular ve artık efsanevi bir mahluka dönüşmüş iki devletli çözüm önerisine olan inançlarının devam ettiğini ifade ettiler. Netanyahu’nun ABD desteğini riske atmadan İsrail demokrasisine yönelik tartışmalı saldırısını sürdürebileceğini düşünmesine şaşmamalı. Üstelik Biden bu hafta başında nihayet kimi ılımlı eleştirilerde bulunduğunda Netanyahu, bu eleştirilere, “İsrail, kendi kararlarını kendisi verir” şeklinde karşılık verdi. İşte koşulsuz desteğin size kazandırdığı diplomatik ağırlık ancak bu kadardır.
Bu esnada, ABD küresel barış inşa edici rolünü terk ediyor gibi görünüyor. Bir zamanlar silah kontrolünü en önemli önceliği haline getiren ve Mısır-İsrail barış anlaşmasına, Hayırlı Cuma (Belfast) Anlaşmasına ve Balkan Savaşlarının sona ermesine aracılık eden ülke, artık çatışmaları sona erdirmekle ilgilenmiyor. Netice daha fazla ölüm ve yıkım olsa bile, kendi tercih ettiği tarafın kazanmasına yardımcı olmakla ilgileniyor. Quincy Enstitüsü’nden Trita Parsi’nin geçen hafta belirttiği üzere: “Amerika barışçılığın erdemlerinden vazgeçmiş görünüyor… Bugün liderlerimiz kalıcı bir barış tesis etmekten ziyade, çatışmada ‘bizim’ tarafın pozisyonunu güçlendirmesine yardımcı olmak için aracılık ediyor.”
ABD diplomasisi Çin ile ilişkilerde de yetersiz kalıyor. Blinken’in 2021’de ifade ettiği gibi, yönetimin Çin’e yönelik şiarı, ABD’nin “olması gerektiği zaman rekabetçi, olabildiği zamanlarda işbirlikçi ve gerektiğinde de hasmane olacağı” yönündeydi. Ancak birinci ve üçüncü maddeler ön plana çıktı ve ortak bir zemin bulma ve giderek yoğunlaşan güvenlik rekabetini yönetme çabaları çok düşük bir seviyede gerçekleşti. Elbette suçun bir kısmı Pekin’e ait, ancak bu kritik ikili ilişkinin nasıl yönetilebileceği ya da geliştirilebileceği konusunda yaratıcı düşünmeye dair çok az emare görüyoruz.
Yine de gelişmeler o kadar da kötü değil: ABD’nin Japonya ve Avustralya gibi halihazırdaki Asyalı ortaklarıyla ilişkilerini güçlendirme çabaları, Çin’in düşüncesizce sergilediği agresif tavrın da etkisiyle iyi gitti. Ancak Biden yönetiminin gelişmiş çiplere ihracat kontrolleri uygulayarak ve ABD dijital endüstrilerini sübvanse ederek Çin’i zayıflatmaya yönelik daha geniş kapsamlı çabaları, yine bu ortaklara önemli maliyetler de yükledi. Bunun yanında Asya’nın yanı başında gelecekteki bir çatışmaya ilişkin endişelerini de artırdı.
Biden kabinesi, Çin’in Hint-Pasifik’te yükselen ekonomik etkisine karşı etkili bir karşılık formüle edemedi. Trump’ın 2017’de Trans-Pasifik Ortaklığı’nı terk etme yönündeki kötü düşünülmüş kararının sorumlusu Biden değil, ancak yönetimin bunun yerine koyduğu ve nihayet geçen yıl uygulamaya başladığı Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi, Asya’nın geneli nezdinde solda sıfır kalmış gibi gözüküyor.
Yönetimin ilk diplomatik başarılarından biri Hazine Bakanı Janet Yellen’in çok uluslu şirketlere, küresel bir asgari vergi için çok taraflı anlaşma zeminini müzakere etme çabasıydı (böylece düşük vergili offshore yerlerde kâr beyan ederek vergi kaçırmalar önlenecekti). Yellen’i bu konuda tebrik ederim ancak bu tasarı şu anda Kongre’de ölümüne terk edilmiş bir halde bekletiliyor ve hiçbir zaman yürürlüğe girmeyebilir. Yönetimin nispeten daha başarılı sayılabilecek ulusal tedbirleri, bilhassa da Enflasyonu Düşürme Yasası, bu önlemleri, ABD endüstrisini kendilerini tehlikeye atmak pahasına destekleme girişimi olarak gören ABD’li müttefiklerle ciddi sürtüşmeler yarattı.
“Ama bir dakika?” dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya ABD diplomasisinin Rusya’nın Ukrayna’yı yasadışı işgali karşısında Batı’nın tepkisini organize etmekte oynadığı kritik rol? Ya da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Moskova’nın eylemlerini kınayan oylamalar? Tüm bunlar, Amerika’nın artık geri döndüğünü ve diplomatlarının işlerini mükemmel bir beceriyle yaptıklarını kanıtlamıyor mu?
Hem evet hem de hayır. Bir yandan, Biden ve kabinesi işgale karşı Batı’nın eşgüdümlü bir tepki vermesine öncülük etti ve bu kolay olmadı. Fakat nihayete eren bir şey yok ve bu çabanın neticesi de belirsizliğini koruyor. Acı gerçek şu ki, Rusya’nın Donbass’ın bir kısmını ya da tamamını kontrol ettiği ve Ukrayna’nın nüfusunun azaldığı ve ağır hasar gördüğü uzun süreli bir savaş, büyük bir dış politika başarısı gibi görünmeyecektir. Hepimiz bunun gerçekleşmemesini ümit ediyoruz, yine de bu göz ardı edilebilir bir ihtimal kesinlikle değil.
Üzücü olan şu ki Biden yönetimi, en azından kısmen kendi yarattığı bir soruna yanıt vermekte mükemmel bir iş çıkardı. Ukrayna savaşının kökleri Biden’ın göreve başlamasından öncesine dayanıyor ancak ne Biden ne de Blinken savaşın bu kadar erken geleceğini öngöremedi. Rusya’nın, Ukrayna’daki gidişatı varoluşsal bir tehdit olarak gördüğünü fark etmediler ve savaşı önlemek için yapabilecekleri pek çok şeyi yapmadılar. ABD’li yetkililer (hem geçmiş dönem hem de şimdikiler) bu trajedinin yaşanmasında ABD veya Batı siyasetinin herhangi bir rolü olduğunu inkâr etmek için büyük çaba sarf ettiler, ancak İngiliz tarihçi Geoffrey Roberts’ın Journal of Military and Strategic Studies’te yakın zamanda yayınlanan makalesi gibi objektif kanıtlara bakıldığında bunun tam tersi görülüyor. Daha önce de ifade ettiğim üzere: “Putin savaştan doğrudan sorumludur, ancak Batı da suçsuz değildir”.
ABD ve Avrupalı müttefikler, Rusya’nın güvenlik kaygılarını gidermek için daha ciddi ve yaratıcı bir girişimde bulunmuş olsalardı ve Ukrayna’nın günün birinde NATO’ya katılacağı yönündeki inatçı ısrarlarından vazgeçmiş olsalardı belki de savaş önlenebilirdi. Ancak bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Rusya’yı önleyici bir savaş başlattığı için, ki bu uluslararası hukuka göre yasadışı bir eylemdir, ya da savaşı yürütme biçimi nedeniyle suçsuz bulmuyorum. Fakat bu savaşın dünya ve en çok da Ukrayna için doğuracağı sonuçlar düşünüldüğünde, ABD’nin bu savaşı engellemek için elinden geleni yapmaması bugüne kadar olduğundan daha fazla eleştirel incelemeyi hak ediyor.
Adil davranmak gerekirse, Birleşik Devletler diplomatlarının hayal kırıklığı yaratan performansı tamamen onların kabahati değil. Amerika’nın küresel hedefleri çok büyük olmasından kaynaklı, en tepedeki insanların; zaman, enerji ve taahhütlerine hitap etmek bir yana, pek çok sorunun yeterli düzeyde ilgi görmeyeceği muhakkaktır. Washington’un hedefleri ne kadar büyük ve geniş olursa, bunlar arasındaki dengeleri uzlaştırmak da, net ve tutarlı bir öncelikler dizisini sürdürmek de o bir o kadar zorlaşır. Bu, bazılarımızın daha fazla dış politika kısıtlaması için tartışmaya devam etmesinin (çok sayıdaki) nedenlerinden yalnızca biridir. Örneğin, ABD dış politikası daha az şey yapıp hayati önem taşıyan şeyleri iyi yaparak kesinlikle başarılı olabilir.
Bu da beni Demokrasi Zirvesi konusuna geri getiriyor. Katılım kriterlerinin uyumsuzluğu ve bazı sorunlu demokrasilerin (Fransa, İsrail, Brezilya, Hindistan, ABD, vs.), demokrasinin erdemlerini övmek için bir araya gelmesinin tuhaflığı göz ardı edilse bile, bu çabadan ne kazanılacağı belirsiz. İlk zirve neredeyse yirmi yıldır devam eden düşüş eğilimlerini tersine çevirmedi, bu da ikinci bir toplantının nereye varacağı konusunda merak uyandırıyor. Bir grup nüfuz sahibi yetkiliyi bir araya getirmek, birlikte yapabilecekleri ivedi ve somut bir şey olduğu takdirde anlamlıdır. Tıpkı 1944’teki Bretton Woods Konferansı, 1991’deki Madrid Konferansı ya da 2015 Paris İklim Konferansında olduğu gibi. Benzer şekilde, Obama yönetiminin dört nükleer zirvesi, ki bunlar da yönetimin başlangıçtaki hedeflerinin her birini gerçekleştirememiştir, dünya çapında nükleer malzemeler üzerindeki denetimin iyileştirilmesine ve mevcut nükleer malzeme stoklarının azaltılmasına yönelik çeşitli somut sonuçlar üretti.
Anladığım kadarıyla, demokrasi zirveleri bu mütevazı başarıların bile çok gerisinde kalacak. Demokrasinin geleceğine daha fazla laf ebeliği katkıda bulunmayacaktır; demokrasilerin geleceği, daha ziyade, yurt içinde ve yurt dışında vatandaşları adına daha iyi neticeler üretip üretmeyeceğine bağlıdır. Başarmak için çok çalışmak gerekecek ancak en zengin demokrasilerin bile sonsuz zamanının ya da kaynağının olmadığı ortada. İşte bu nedenle ikinci Demokrasi Zirvesi’nin aynı zamanda sonuncu Demokrasi Zirvesi olmasını umuyorum.
Çeviri: Dr. Yunus KARAAĞAÇ
[1] Foreign Policy’de köşe yazarı ve Harvard Üniversitesi’nde Robert ve Renée Belfer Uluslararası İlişkiler profesörü olan Stephen M. Walt tarafından kaleme alınmıştır.