Cuma günü (20 Mayıs 2011) Sofya’daki Banyabaşı Camii’nde meydana gelen ırkçı saldırılar gün geçtikçe hoşgörünün daha da önem kazandığı çağımızda Bulgaristan’ın daha az toleranslı bir topluma doğru eviriliyor olduğunun en açık göstergesidir. Avrupa’da esen ırkçılık ve yabancı karşıtlığı rüzgarlarından fazlasıyla etkilenen Bulgaristan, Temmuz 2009’da yapılan parlamento seçimlerinin ardından iktidara gelen Boyko Borisov hükümeti döneminde benzer tartışmalarla sürekli gündemdeki yerini korumdu. Bulgaristan Devlet Televizyonundaki 10 dakikalık Türkçe yayınların kaldırılması, Balkan Savaşları öncesinde ve esnasında Türkiye’den göç eden Bulgarların Türkiye’de bıraktıkları mal ve mülkleri için tazminat ödenmesi talebi, Türkiye’nin AB üyeliğinin referanduma götürülmesi, müftülük krizi, seçim yasası değişikliği bunlardan sadece birkaçıdır.
Borisov hükümetinin parlamentodaki şartsız destekçisi olan ATAKA’nın Banyabaşı Camii baskını bu anlamda ilk değildir. Bulgaristan’da bilhassa ATAKA’nın öncülüğüyle aşırı milliyetçi kesim sıklıkla camileri yıkıp dökmekte, Müslüman ahaliye saldırmakta, nefret içerikli pankart ve söylemleriyle insanları aşağılamakta ve özel yaşam alanlarını gasp etmektedir. ATAKA Başkanı Volen Siderov, bu eylemlerde bizzat yer almaktadır. Bu ayrıca trajikomik bir durumdur. Hiçbir Avrupa ülkesinde görülmemiştir ki bir parti başkanı sokak gösterilerine katılsın ve kendi devletinin polisi ile çatışmaya girsin. Sonrasında gözaltına alınan kişilerin serbest bırakılması için ilgili makamları kameralar önünde arayıp bunu da bir şova dönüştürsün. Bu anlamda Volen Siderov, Bulgaristan siyasi hayatı açısından düşünülmesi gereken bir vakadır.
Siderov Neyin Peşinde?
Siderov’un ve ATAKA yandaşlarının saldırısının altında bazı siyasi hesaplamalar söz konusudur. Bunlardan bir tanesi yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. 2006 yılındaki seçimlerde Siderov, şu anki Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov ile ikinci tura kalmış ancak seçimi kaybetmiştir. Ekim ayında yapılacak olan seçimlere adaylığını koyan Siderov, her zaman yaptığı gibi “Bulgaristan Bulgarlarındır” söylemi üzerinden oy toplamayı amaçlıyor.
Diğer taraftan her yıl 19 Mayıs’ta Cebel’de düzenlenen “1989 Göçünü Anma Törenleri” bu yıl da büyük bir coşku ve kalabalık eşliğinde geçmiştir. Türklere ait sivil toplum kuruluşları organize olmuş, Türkiye’den siyasiler ve belediye başkanları ağırlanmış, Hak ve Özgürlükler Hareketi Genel Başkanı Ahmet Doğan ve temsilcileri başta olmak üzere Bulgaristan’ın her yerinden yüzlerce kişi bölgeye gelmiştir. Bu yıl 22’ncisi düzenlenen anma törenlerindeki kalabalık şüphesiz en çok Siderov’u rahatsız etmiştir.
Ayrıca uzun yıllardır devam eden müftülük krizi ile ilgili dava sürecinin Nisan ayında sonuca bağlanarak Bulgaristan Müslümanlarının iradesi ile seçilen Başmüftü Mustafa Aliş Hacı’nın yasal olarak Bulgaristan makamları tarafından tanınması ve böylece sürecin Bulgaristan Müslümanları lehine çözülmüş olması da Siderov’u kışkırtan diğer bir gelişme olmuştur.
Bulgaristan’ın “Türk” ve “Türkiye” Kompleksi
Bulgaristan siyasi hayatının tek sorunlu kişisi elbette Siderov değildir. Hükümet, her ne kadar ilk kez bir cami saldırısından sonra açıklama yaparak ATAKA’yı eleştirmişse de benzer meselelerde yeterince hassasiyet göstermemekte ve gereken tedbirleri almamaktadır. Bu tutum, Siderov ve Nedim Gencev gibi kişilerin eline koz vermektedir. Hatırlanacak olursa 1998 yılından beri devam eden müftülük krizi, bu süre zarfında bilinçli olarak sürüncemede bırakılmıştır. Geçtiğimiz bir yıl içerisinde yerel ve merkez müftülük binalarının işgaline kadar varan olayların yaşanmasıyla birlikte sorun iyice alevlenmiş ve Nisan 2011’de Bulgaristan İstinaf Mahkemesi’nin temyiz kararı ile sonuca bağlanmıştır.
Fakat sorunların biri çözülürken bir diğeri ortaya çıkmaktadır. Hükümet en son seçim yasasında değişikliğe gitmiş ve buna göre vatandaşların oy kullanma hakkı kısıtlanarak 12 ay süreyle ülkede -veya AB sınırları içerisinde- ikamet etme zorunluluğu getirilmiştir. Söz konusu değişikliğin en baştaki hedefi Türkiye’de yaşayan ve Bulgaristan vatandaşlığı bulunan Türklerdir. Yeni yasaya göre coğrafi olarak daha uzak olan Almanya’da yaşayan bir Bulgaristan vatandaşı oy kullanabilecekken AB üyesi olmadığı için Türkiye’de yaşayan bir Bulgaristan vatandaşı oy kullanamayacaktır. Bu durum, temel bir insan hakları ihlalidir. Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH)’nin girişimleri ile bu kanun değişikliği Anayasa Mahkemesi’nden dönmüştür. Ancak bu durum, Bulgaristan devletinin kendi eliyle vatandaşları arasında ayrımcılık yaptığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Bulgaristan’da Türk Olmak
Bulgaristan’da yaşayan Türkler, toplam nüfusun yaklaşık %9,4’ünü oluşturmaktadır. Ancak hak ve özgürlükler alanında verdikleri mücadele, tarihin hiçbir döneminde bitmemiştir. Talep ettikleri en temel vatandaşlık hakları dahi olsa, bu durum, ülkenin geleceğinde söz sahibi olmaları anlamına geldiğinden bazıları için ciddi bir rahatsızlık kaynağıdır.
Oysa Bulgaristan Türkleri de en az Bulgarlar kadar o toprakların insanıdır; orada doğup büyümüşler, asırlardır o topraklarda herkesle birlikte çalışıp bir medeniyet inşa etmişlerdir. Hiçbir zaman ayrılıkçı talepleri olmamış; çatışmadan uzak durmuş; hatta 1984-89 yılları arasında yaşanan etnik temizlik karşısında dahi pasif direniş göstermiş ve 1989 göçünün ardından Türkiye’ye gelen yaklaşık 360.000 kişiden yaklaşık 130 bini anlaşma sağlanıp sınırlar açıldığında Bulgaristan’a geri dönmüştür. 1990’lar boyunca Balkanlarda yaşanan savaşlar esnasında, Bulgaristan, birlikte yaşama kültürünün en güzel örneği olarak gösterilmiş; Türkiye ile kısa zamanda geliştirdiği ikili ilişkiler bölgede çatışan taraflara model olmuştur. Bugün Bulgaristan’da yaşayan 800.000 civarındaki Türk azınlık, ülkedeki en çalışkan ve disiplinli toplumsal tabakayı oluşturmaktadır. Zira Bulgaristan’dan göç eden Türkler, Türkiye’de de bu özellikleri ile takdir görmektedir. Dolayısıyla Bulgaristan’daki Türkler Bulgaristan siyasi, ekonomik ve sosyal yapısının ayrılmaz parçalarından biridir.
Sonuç itibarıyla…
Toplumsal farklılıkları bir çatışma unsuru olarak tetiklemek yerine birlikte yaşama kültürünü güçlendirmeye çalışmak, ülkenin geleceği açısından çok daha faydalı bir yaklaşım olacaktır. Ayrıca iki ülke arasındaki ilişkilerin zedelenmesinin de önüne geçilecek ve karşılıklı samimiyet ve güven ortamının oluşturulması ile işbirliği zemini oluşturabilecektir. Bulgaristan konjonktürel çıkarlar uğruna bölgesinde her geçen gün daha aktif ve saygın bir yer edinen, dünya siyasasında kendi ürettiği politikalarla yer alan Türkiye ile iş birliği imkanını kaçırmamalıdır.
Diğer taraftan AB üyesi bir Bulgaristan’da “inanç özgürlüğü” gibi çok temel bir meselenin tartışma konusu yapılması son derece vahimdir. Azınlık haklarına saygı Kopenhag kriterlerinde açık ve net bir şekilde yer almakta; tam üyeliğin vazgeçilmez şartlarından biri olarak sunulmaktadır. Birlik konuyla ilgili birçok antlaşmaya imza atmış ve evrensel değer ve normların savunucusu olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Dolayısıyla, azınlık haklarına saygı sadece bir üyelik kriteri değil, “Avrupalı” olmanın en temel şartlarından biridir. Bu açıdan bakıldığında, 2007’de AB üyesi olmuş olan Bulgaristan’da halen “temel” bazı sıkıntılar devam etmektedir.
Bunun AB açısından da olumsuz sonuçları söz konusudur. Bir taraftan evrensel değerlerin savunusu olduğunu söylerken, diğer taraftan kendi içindeki ülkeler, halen, Birlik’in temel değerlerini özümseyememiştir. Daha da önemlisi Birlik bunun karşısında somut bir önlem geliştirememektedir. İbadet özgürlüğüne saldırı, vatandaşların oy kullanma haklarının kısıtlanması gibi girişimlerin Avrupalı bir yaklaşım olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.
Muzaffer Vatansever
USAK AB Araştırmaları Merkezi