Son günlerde Bosna-Hersek’te yaşanan hükümete, idaresizliğe, yolsuzluğa, işsizliğe, sonu görülemeyen ve bilinmeyen devlet yapısına, tabir-i caizse tümüyle “Bosna-Hersek için” yapılmış protestoların olduğu günleri yaşadık-yaşıyoruz.
Kimilerine göre “işaret etmek için” Sırplar protestolara katılmamış, olsa da bu ‘gençliğin bıkkınlığı’ idi. Taraflı değerlendirmelerin yanında ‘anlamak ve anlaşılmak’ konusunda ciddi eksiklikler de gözüme çarpmadı değil. 90 kuşağı ve İstanbul Gezi Parkı protestolarını da yaşamış biri olarak, gençlerin gelişen ve değişen dünyada ‘etnik ayrımlaşmalardan’ daha fazla ilgilendikleri bir nokta da ‘rahatlık’tır. Bu noktada elbette ki Türkiye ve Bosna Hersek’i kıyaslamak gibi bir niyet içerisinde değilim ki bu fikir noksanlığıdır. Her şeye rağmen bir ‘devlet’ olarak işleyen bir yapımız ve taleplerimize eksik ya da tam cevap verebilecek bir siyasi kadromuz-kadrolarımız var ve baştaki iktidar partisine göre her şeyin bir anda arap saçına dönmeyeceği köklü de bir altyapıya sahibiz.
Bosna’daki protestoların etnik ve duygusal bazda değerlendirilmesinin ne kadar yanlış olduğunu düşünüyorsam Sırbistan’daki ‘radikal’ hükümet konusundaki şüpheleri de o kadar gözlemleyebiliyorum. Henüz dahi nüfusa kayıt sorunu yaşayan bebeklerin olduğu, okula kayıt için gerekli evrakların toplanmasında bin bir uğraş içine girilen, işsizliğin yüzdesini söylemeye korktuğum, ülkeye giren paranın çoğunun; işlevsizliğe işlevsizlik katan, siyaseti sadece “taşlama”dan ibaret gören, kimin nerede hangi görevi yaptığını ülke nüfusunun çoğunun bilmediği siyasilere gittiği bir ülkede, -ki Sırbistan ve Hırvatistan diye iki ulus devletin olduğunu da göz önünde bulundurduğum gibi- yaşayan ve her gün gözlerini bu sorunlar ile açan “üç” ayrı kimliğin olduğunu göz ardı edemem. Bu nedenle mevzuyu etnik ve dini temele indirip, “kardeşlik” ile süslemek romantik bir çerçevedir.
Dikkat ettiğim ve artık duyarsızlaştığım ‘kardeşlik nidaları’ konusunda kesin ve net bir düşünceye sahibim ki o da, Türkiye bu ülkenin kuruluşunda olmadığı gibi giderilebilecek sorunların da “tek” çaresi değildir. Gözden kaçırılan en büyük eksikliğin bizlerin coğrafyamıza sahip çıkmaya çalışırken aslında “söylemsel” bazda teorik olarak ilerlediğimizdir. Türkiye’nin tek yapabileceği sorunların çözümüne ön ayak olabilecek, ‘diyalog’ opsiyonunu kullanabilmektir. Bosna Hersek-Sırbistan ve Türkiye görüşmelerinden de anlaşılacağı üzere bu misyonun ‘bir yere’ kadar kullanıldığı görülmektedir. Daha sağlıklı adımlar için gereken altyapı Türkiye’nin Bosna Hersek’i bir turizm cenneti olarak sunmasının yanı sıra, nasıl ki Kosova ve Sırbistan lobicilik faaliyetlerini ciddi bir şekilde yürütebiliyor ve ülkelerinin kaderini bu şekilde tayin edebiliyorsa, bizlerin de bu noktada yapabileceği, sistem üzerindeki noksanlıkları ve adaletsizliği gözler önüne serebilecek faaliyetleri arttırmaktır. Diğer nokta, klasik söylemle, durum ile paralel yürütülerek ‘yatırımların’ arttırılmasıdır. Herhalde savaş yıllarından bu yana o çok eleştirdiğimiz ‘Almanya’ dahi bizim kadar ‘devlet yapısını’ öne sürerek “ekonomik çekince” yaratmamış olacak ki, Bosna Hersek’te ciddi yatırımları söz konusu. Aynı şekilde Çin ve Arap yatırımlarının bölgedeki istikrarsızlığı bahane etmeden oluşturdukları iş imkanları ve yatırımlar da var.
Anlaşılması gereken acı gerçek, ülkedeki en ufak karmaşada AB Yüksek Temsilciliğinden atılım bekleyen algının olduğu bir ülkede, Türkiye sınırlı güç ve söylemleri ile direk müdahale edemez. Arap Baharını da istediği yöne çeviremeyen Türkiye, “bahar” olarak sıklıkla dile getirilen ama bir türlü katılamadığım, 1992-1995 savaşından sonra zaten tam oturtulamamış bir yapı ile karşımızda olan Bosna’daki “baharı” da yaza çeviremez. Ki dediğim gibi bahar mıdır değil midir konusunda ciddi şüphelerim söz konusudur. Ekonomik krizin tezahürü olarak özellikle 2010 yılından beri yer yer bu protestolar, Bosna Hersek’te, Sırbistan’da, Kosova’da, Arnavutluk, Makedonya ve son olarak Avrupa Birliği üyesi Bulgaristan ve Yunanistan’da olmaktadır.
Fakat, “çok”lu bir yapı içerisinde yeni bir sistemin kurulmaya çalışıldığı bir anlaşmanın ürünü olan Bosna Hersek’te ve bu sistemin sirayet ettiği ve aynı-benzer sorunlar ile boğuşan bölgenin diğer ülkelerinde, yeni bir bilincin oluştuğu aşikardır. Avrupa’ya giriş çıkışın kolay olduğu bu ülkelerde Orta Doğu’dan ziyade entegrasyonun da kolay olduğunu düşünerek, bazı şeylerin bilincinde bir neslin, siyasi çıkarlar uğruna bu adaletsizliğe daha ne kadar ‘eyvallah’ demesi beklenebilirdi ki zaten? Hem de Ortadoğu’ya nazaran, az buçuk işleyen bir demokrasi anlayışının ve kurumsal alt yapının olduğunu düşünürsek.
Anlayamadığım bir nokta da ‘kapsayıcılık’ konusunda yaşadığımız ciddi sıkıntılardır. Örneğin; Arnavutlukta dahi Türk ve Arnavutların farklı camilerde ibadet ettiklerini, Sancak ve Saraybosna’daki müftülük krizlerini düşündüğümde ‘hepimiz Müslüman kardeşiz’ mantığı öz’e değil yüzey’e hitaptır. Sıkıntının özünün aslında birazda bundan kaynaklandığını düşünmekteyim. Eğer “bölge” için bir şeyler yapmayı gerçekten istiyorsak ki bunlara biz gençler de dahil, dini kimliğe sürekli vurgu yaparak yaşanmışlıkları göz önüne sermekten ziyade “yaşanacak ortamı” oluşturabilmektir. Bu demek değil ki geçmişi, ötekileştirilen kesimi unutalım ama geçmişin faturasını söylemlerimizle “ötekileştirdiklerimizden” de çıkarmayalım. Ne yazık ki hem Bosna’ya hem de bölgedeki diğer yerlere ‘yerleşmiş’ bir kesimin bu anlayıştan kopamadığı görülmektedir.
Balkanlara olan algımın belki de en önemli parçasını bir Sırp ile oturup Bosna savaşını konuşup, yapılanın insanlık ayıbı olduğunu dinleyebildiğim gibi Kosova’dan da taviz vermediğini görebilmek oluşturmaktadır. “Empati” kurmada sıkıntı yaşamadığım en önemli nokta ve buradaki gizli özne “değerler”dir… Herkesten aşırı liberalcilik beklenemeyeceği gibi değerlerini bir kenara atması da beklenemez ki bu benim için de geçerlidir. Bu nedenle her kesimi anlamak ve dinleyebilmek hem bizim için hem de bölge insanı için gerekli ve tek çıkıştır.
Aynı dili konuşup birbirlerini anlayamayan insanların oluşturulduğu, soba gibi odunu attığında hemen ateşlenebilen toplumların olduğu bölgede, dini ve etnik söylemlerin dışında “insan” olarak bakabilmemi ve okudukça mutlu ve umutlu olmamı sağlayan, göç yıllarında Sırp asıllı bir şairin göç eden Boşnaklar için ele aldığı ‘Burada Kalın’ şiiridir. Şair “Burada kalın” der Boşnaklara, “Elin diyarlarındaki güneş buradaki gibi ısıtmaz sizi, bir lokma ekmeğin bile tadı olmaz, yakının yok orada, kardeşin bulunmaz, durun! Kalın burada” diye de devam eder… Bu noktada ele alınması gereken bir diğer durum ise sürekli ve sadece iş adamlarını ya da hükümeti işaret etmekten vazgeçip, “gençliğe”, onların çabaları ile kurulan “STK”lara da işaret etmektir. Tüm siyasi ve ticari çıkarlardan öte, hem Türkiye hem de bölge içinde köprü oluşturmak için çabalayanlara…
Dilek Kütük
TUİÇ Balkam Koordinatörü
@dilektk
@tuicbalkam